

Bir an için gözlerini kapadı. Göz kapaklarının ardında,
gençliğinde söylediği şarkılar canlandı. Kahvede oturan birkaç dost, sigara
dumanının arasında onu dinliyordu. Birinin gözlerinde hayranlık, diğerinin
bakışında kıskançlık vardı. O bakışlar, yıllar sonra bile zihninde
yankılanıyordu. Rıza’nın parmakları, masanın kenarında ritim tutar gibi
titredi. O titreme, aslında yıllar önce kaybolmuş defterin sayfalarına yazdığı
melodilerin yankısıydı.
Sokak, Kasım akşamının serinliğini taşıyordu. Rüzgâr,
kaldırımlardaki sarı yaprakları hafifçe sürüklüyor, sokak lambalarının sarı
ışığı taşların üzerinde kırık bir parlaklık bırakıyordu. O sokaktan koşarak
geçen bir çocuk, adımlarının arasında yerde bir şeyin parıldadığını fark etti.
Bir defter. Kapağı eskimiş, köşeleri hafifçe yıpranmış,
üstündeki kelebek resmi solmuştu.
Ama solmuşluğun da bile tuhaf bir canlılık vardı. Kelebeğin kanatları, sanki
rüzgâr her estiğinde kıpırdayacakmış gibi duran o ince çizgili kanatlar,
çocuğun gözünde gerçekmiş gibi canlandı. Çocuk eğildi ve defteri eline aldı. Eli
defterin yüzeyine değer değmez, tuhaf bir sıcaklık hissetti. Sanki defter, uzun
bir yolculuktan gelmiş ve şimdi elinde durmanın huzurunu bulmuş gibiydi.
Defteri açtı. İlk sayfa boştu. Ama ikinci sayfada titrek bir el yazısı vardı: “Bir
gün kanatlarım olacak…”Çocuk okumayı tam bilmediği hâlde, bu cümlenin garip bir
ağırlığı olduğunu hissetti. Neden biri böyle bir cümle yazardı? “Kanatlarım
olacak… ama neden?” diye sordu kendi kendine. Cümlenin sonunda nokta yoktu. Sanki
yazar, cümleyi tamamlamaya vakit bulamamış ya da tamamlamak istememişti.
Çocuk defteri kapatırken kelebek resmine tekrar baktı. Bu kez
kelebek ona daha da farklı geldi: Sanki defter kanatlanmak ister gibi çocuğun
avucuna hafifçe oturmuştu. Kafasında dolanan o tuhaf soru işaretleriyle defteri
alıp eve götürdü. Eve girdiğinde annesi mutfakta bir şeylerle uğraşıyordu. Çocuk
kapıdan içeri bir neşe ile bağırdı: “Anne bak! Bir defter buldum!”
Annesi önce gülümseyerek bakmak istedi
ama çocuk defteri uzatınca yüzündeki ifade değişti.
İçine gömülü bir boşluk, birden yüzeyine çıktı.
Defterin kapağına baktı.
Kelebek…
Solmuş ama tanıdık bir resim…
Parmakları titrek bir merakla kapağı açtı.
Sayfalardaki o yarım cümle gözlerine değdiği anda, yıllar önce toprağa
gömdüğünü sandığı bir anı, bir ateş gibi tekrar canlandı:
Bir merdiven başında, taş duvarlara yaslanmış bir genç adam…
bir elle tuttuğu defteri ona uzatıyordu.
“Bak,” demişti, “senin için yazdım.”
Kadının gözlerinin derininde o sahnenin gölgesi belirdi.
Yutkundu.
Çünkü bu cümle…
Bu el yazısı…
Sanki yıllar önce kalbini bir kez kırıp sonra iyileştiren
gençliğini yeniden çağırıyordu.
Annesinin o an duraklamasını baba fark etti. Akşam yemeği
için hazırlanmış masanın yanında otururken, kadının deftere kilitlenen
bakışındaki kırılmayı gördü. Belki o an tam olarak anlamadı ama bir ağırlığın
havayı değiştirdiğini hissetti.
“Sana bir şey oldu galiba?” dedi yumuşak bir sesle. Kadın,
defterden gözünü ayırmadan “Yok bir şey…” diye fısıldadı. Ama o “yok bir şey” in
içinde yılların yorgunluğu, gençlikten kalan bir titreşim ve unutulduğunu
sandığı duygular vardı.
Baba, kadının sesindeki pürüzü duydu.
Bir süre sessizlik oldu.
Çocuk, defterin eşsiz bir hazine olduğuna inanarak mutlu mutlu odasına koştu.
Anneyle baba arasındaki sessizlik büyüdü. En sonunda baba
hafifçe seslendi:
“Bilirsin… bir şey anlatmak istersen dinlerim.” Kadının içindeki görünmez
zincirin ilk halkası o anda hafifçe titredi. Yıllardır aynı evde, aynı duvarlar
arasında olup da bu kadar açık bir söz işitmeyeli uzun zaman olmuştu.