Demirci Yusuf
DEMİRCİ YUSUF
Çetin bir kış günü, kalabalık bir kahvehanenin; rast gele bir masasına, tesadüfen oturduk.
Ben, demli bir çay istedim; O ise, açık ve şekersiz. Çaylar gelene kadar hiç konuşmadık. Gazete eklerine göz atıyordum. Onaltı yaşımdaydım. Hayat boş; tüm renkler toz pembeden ibaret; akşamın olduğu yerde, sabahı bekleyecek kadar da işe yaramaz bir hayat sürüyor; boş gezenin kalfalığını yapıyordum. Tabi şekil itibariyle de, serseri bir görünüşte; saçlarım uzun ve bakımsız; üstüm başım, pasak içindeydi. Ara sıra göz göze geliyorduk ve her defasında bana bakarak, hafif bir tebessüm ettiğini fark ettim. Bir ara, “hayırdır amca, ne bakıyorsun?” diyecek oldum, boş ver dedim kendi kendime.
Garson çayları dağıtıyordu. Bizim masaya geldi ve açık çayı bana; demliyi ise, O’na uzattı. “yanlış geldi amca” deyip çayı O’na uzattım. O’da kendi tarafındaki çayı eline aldı ve bana uzatmadan önce biraz havaya kaldırıp, “Bu çay çok demli değil mi genç? Sana zararı olur” dedi ve garsonu çağırıp, çayı biraz açmasını istedi. “Amca, sana ne benim çayımdan. Sen kendi çayını al, afiyetle iç. Benim çayımın demine, ne diye karışıyorsun?” dedim ve tam o sırada garson, “ başta demli isteyip de, sonradan demli olmuş denir mi? Başlarım senin içeceğin çaya!” diyerek amcayı azarlamaya başladı. Amca mahcup olmuş, yüzü asılmış ve morali bozulmuştu. O’nun bu haline dayanamadım ve bende kalkıp garsona diklendim. Sonrasında, diğer garsonlar ve kahveci geldi, diğer masalardan kalkanlar oldu ve bir anda, kendimizi mekanın kapısında bulduk. Amca bana baktı, ben amcaya baktım ve elimizin yüzümüzün kanını boş verip gülüştük. “Bir yerin acıyor mu?” diye sordu, “Hayır” dedim. Cebinden mendilini çıkarıp, dudağımdan akan kanı sildi. “Sen iyi misin amca” diye sordum. “Boş ver genç, iyiyim ben” dedi. Hala mekanın kapısında duruyorduk. “Evin nerede amca? Seni evine bırakayım” dedim ve evine doğru yürümeye başladık. Yolda, benim nerede oturduğumu sordu. “Eee.. Ben mi..? Şey, size yakın” diye cevap verdim.
Nerede oturduğumu bende bilmiyordum. Bu koca dünyada, kimsem yoktu. Babamı, çok küçük yaşta kaybetmiştim. Annem de beş yıl önce, yokluğa ve sahipsizliğe dayanamayıp asmıştı kendini. Henüz onbir yaşımdaydım. Oturduğumuz ev kiraydı. Ev sahibi evden çıkmamı istedi. Hiçbir akrabam yoktu veya varsa da, ben bilmiyordum.Mahallenin muhtarı iyi bir adamdı. Benim, kimsesizler yurduna alınmam için girişimlerde bulundu. Fakat, ben korkup kaçtım. Evimizi de, mahalleyi de terk ettim. O günden beri; cami avluları, parklar, bahçeler meskenim olmuştu. Bulduğum izmaritleri içerek, sigaraya da alışmıştım. Ne bir elimden tutan, ne de sahipsizliğimi fark eden vardı. Eziliyordum, dışlanıyordum ve sonumun ne olacağını, bende bilmiyordum.Mahalle mahalle pazarları dolaşıp, pazarcıların kasalarını taşıyor; eşyası fazla olanların eşyalarına yardım ederek, üç-beş kuruş harçlık alıyordum. Kahveye de biraz ısınmak için girmiştim. Yaşadığım hayat gözümün önünden film gibi geçerken, amcanın sesiyle irkildim. “İşte burası. Hey genç, işte geldik. Hayırdır, neden daldın öyle? İşte bizim fakirhane burası.” İki katlı ve bahçeli bir evin, bahçe kapısı önüne gelmiştik. “Tamam amca. Nasılsın, ağrın sızın yok değil mi?” diye sordum. “ İyiyim genç, sağol” dedi. “Peki amca, ben artık gideyim. Hadi, sağlıcakla kal. Eyvallah.” deyip, bir iki adım attım. Ardımdan, “Genç, hey genç. Gelmez misin yukarı? Gel, yengen sıcak bir çorba yapsın” diye seslendi. “Yok amca sağolasın. Ailem merak eder” deyip ayrıldım yanından. Ailem deyince içim bir tuhaf olmuştu. İki damla yaş süzülüp gitti gözümden. Ailem demeyi bile öyle özlemiştim ki. Biraz ilerledikten sonra, o mahallenin camisine geldim. Şadırvana gidip elimi yüzümü yıkadım. Hava kararmaya başlamıştı ve alabildiğine soğuktu. Caminin bahçesinde, yazın dışarıda namaz kılanların altlarına sermek için kullandıkları hasırların konulduğu küçük bir oda gördüm. Kapısı, dışarıdan çengelle tutturulmuş tahta bir kapıydı. Açıp içeri girdim. Geceyi geçirmek için mükemmel bir yerdi. Altıma ve üstüme hasırları serdim. Sıcacık olmuştu. Eğer gören olmazsa, bu kış çıkana kadar, her gece gelip burada kalırım diye düşünürken uyuya kalmışım. İçerinin sıcaklığından dolayı derin derin uyurken, birden kapının açıldığını fark ettim. Karanlıktan dolayı bir şey göremiyordum. Gözlerimi ovuşturduğum sırada, “Genç, ne yapıyorsun burada? Evin barkın yok mu senin? Çık bakayım dışarıya” diye bir azarlamayla kendime geldim. Ses; kahveden beraber kovulduğumuz, evine kadar bıraktığım amcanın sesiydi. Dışarı çıktım. Amca, meraklı gözlerle bana bakıyordu. “Hayır ola evlat! Evdekiler merak eder, eve gidiyorum demiştin. Ne işin var burada? Yoksa, yüzündeki morluk ve yaralardan dolayı, korkup eve gitmedin mi?” dedi. “Hayır amca” dedim. “Sana yalan söyledim. Evim yok benim. Ailemde!” “Anlamıştım evlat. Anladığım içinde, seni takip ettim. Hadi yürü bakalım, bize gidiyoruz” dedi ve beni evine götürdü. Yaşlı, güler yüzlü bir teyze kapıyı açtı. Bizi görünce, birden telaşa kapılıp “Hayırdır Necati Bey; bu halin ne? Yüzüne ne oldu, bu çocukta kim?” diye sordu, korkuyla. “Yok bir şey hanım, içeri girelim anlatırım” deyip, bismillahirrahmanirrahim diyerek adımını attı içeri. İlk defa, bir yere girerken besmele çekildiğini o an görmüştüm. “Hadi genç, girsene içeri” diyerek, beni davet etti. Bende; O’na özenip, besmele çekerek içeri girdim. Bunu fark etmişti ve yüzüme bakıp gülümsedi. “Bu çocuğun mayası sağlam hanım” diye seslendi karısına. Teyze ise; hala olup bitenden dolayı, şaşkın bir yüz ifadesiyle kocasına bakıyordu. Odaya geçtik. Soba üzerinde, bir güğüm ve iki tencere vardı. Teyze yemeği hazırlamıştı. Mütevazı bir şekli vardı evin. Eşyalar, eski moda ama temizdi. Televizyon sehpasının altında eski bir radyo duruyordu. Aynı radyodan bizimde vardı. Onu, soba üzerinde buharı tüten yemekleri, yer sofrasını ve ev ortamını görünce; annem geldi gözümün önüne. Ve ardından, iki damla göz yaşı.
Yine besmele ile sofraya oturdu Necati Amca. Teyze de yemekleri tabaklara koyup, “buyur evladım” dedi. Yemek boyunca hiç konuşmadık. Ne, teyze olup biteni sordu kocasına; ne de, amca benim kimsesizliğimi. Yemek bitene kadar sormadılar, merak ettiklerini. Sofradan kalktıktan sonra, teyze iki kahve yapıp getirdi içeri. Sobanın yanındaki sandalyeye oturup, “hayırdır” Bey dedi.
“Bu gencin, mayası çok sağlam hanım. Bir kahvede otururken, garson bana hakaret etti. Ardından, genç ona diklendi. Velhasıl, ikimiz birden dışarı atıldık. Sonrada beni eve kadar bıraktı” dedi. Teyze üzülmüştü. Ardından, “ Eee evlat. Anlat bakalım hikayeni” diye devam etti amca. Başımdan geçenleri, babamı, annemi, yaşadığım yaşanılmaz hayatı, tüm hikayemi anlattım onlara. İkisi de ağlamıştı. “Bu yaşta, bunca cefa! Rabbim ne eylerse, güzel eyler. Allah sabır versin evladım. Ama, her cefanın bir sefası mutlaka vardır. Bak, tesadüfen karşılaştırdı bizi. Bizim de, hiç çocuğumuz olmadı. Yıllarca evlat hasretiyle yanıp kavrulduk. Bundan sonra bizi ailen bil. Ben sana elimden gelen yardımı yapacağım. Okumak istersen seni okuturum; istemez de, çalışmak istiyorum dersen, sana bir işte bulurum.” “Amca” dedim. “Ben, tam beş yıldır sokaklarda yaşadım. Aile ortamını unutalı çok oldu. Sizin yanınızda kalıp, size zahmet vermek istemem. Üstelik, ilk okulu bile bitiremedim. Okumak istesem, okuyamam. İşe girip çalışsam, kim benim gibi bir sokak çocuğuna iş verir. Daha önce, sanayide bir iş bulmuştum. Kalacak yerim olmadığı için, dükkanda yatıyordum. Dükkan sahibinin bir köpeği vardı. Geceleri zincirini çözüp, dükkanın içinde serbest bırakıyordu. Korktuğum için sabaha kadar uyuyamıyordum. Gündüz de, uyuklayınca azar işitiyordum. Bir süre sonra da, “Uyuşuk herif. Senden adam olmaz. Defol git dükkanımdan” deyip beni kovdu. Bir daha da, iş bulamadım. Kimse iş vermez bana. Hem dediğim gibi, size zahmet vermek istemem” dedim. Karısına baktı. “Demedim mi hanım; bu çocuğun mayası sağlam” dedi. “Sahi, adın neydi evladım” diye sordu teyze. “Hüseyin” dedim. “Bak Hüseyin” dedi amca. “Seninle bir anlaşma yapalım. Bizim alt katta, eski ve kullanmadığımız eşyalar var. Orayı temizleyip toparlayalım. Sonra, sana bir arkadaşımın yanında iş bulayım. Çalışırsın ve bize az bir miktar kira ödersin. Ben zaten emekliyim. Maaşım bize yetiyor Allah’a şükür. Madem evladımız olmayı istemiyorsun, kiracımız ol. En azından, gözümüzün önünde ol. Şimdi seni gördük, tanıdık. Eğer sen çekip gidersen, aklımız hep sende kalır. Aklımızda kalacağına, gel yanımızda kal. Değil mi hanım.?” “Haklısın Bey. Hüseyin’in bir yuvaya ihtiyacı var, bizimde bir kiracıya. Hem, biz artık yaşlandık. Bizim için pazara çıkarsın, bize yardımcı olursun. Bende senin üstünü başını yıkarım, yemeğimizi birlikte yeriz. Hıı, ne dersin?” deyip, kocasına göz kırptı. Ne için göz kırptığını anlamamıştım ama, ikisinin de anlattıkları ve sundukları teklif çok güzeldi. “Peki” dedim ve tekliflerini kabul ettim.
O gece, uzun bir zamandan sonra, ilk defa sıcak bir yemek yemiştim ve sıcak bir yatakta uyudum. Dirseğimi yastık; gazeteleri yorgan yapmaktan kurtulmuştum artık. Benimde bir evim olacaktı ve serseri hayatımdan kurtulacaktım. Sabah kahvaltısından hemen sonra, alt kata inip eşyaları dışarı çıkardık. Necati Amca ile beraber evi boyadık, eşyaların tozunu temizledik. Zaten alt katta, iki oda vardı. Odanın birine soba kurduk. Eski tip, yaylı bir demir divan koyduk. O eski radyoyu yukardan indirdik. Evim hazırlanmıştı. “Bu gün bu işleri bitirelim de, nasipse yarın işini de ayarlarız inşallah” dedi amca. Teyzede; gidip bana, bir pantolon, bir kazak ve bir kaban almıştı. O akşam, yemeği yukarıda yedikten hemen sonra alt kata indim. İçimde öyle bir heyecan vardı ki. Bir evim olmuştu. Artık, açık adres değildim. Akşam olan bahçelerde, sabahı beklemek zorunda kalmayacaktım artık. Park bekçilerinden, banklarda yattığım için dayak yemeyecektim. Elime geçen üç-beş kuruşluk nafaka ile yediğim, günde bir öğünlük kuru ekmek yerine; sıcacık yemekler yiyecektim. Bu güzel düşüncelerle, radyoyu açıp biraz dinledikten sonra yatıp uyudum. Sabah, amca kapıyı çaldı. “Hadi oğlum, kahvaltımızı yapıp hemen çıkalım. Bu gün işini ayarlayacağız” dedi. Yeni elbiselerimi giyip, yukarı çıktım. Kahvaltıdan sonra amca ile beraber, eskici pazarına doğru gittik. Kullanılmış mobilya, halı ve benzer eşyalar satan dükkanların sokağında, bir demirci dükkanının önüne geldik. Dükkanın kapısının üzerinde, eski ve paslanmış bir levha vardı. Demirci Yusuf yazıyordu. Necati Amca içeri baktı, kimse yoktu. Sağına soluna baktı. “Allah Allah, yine nerede bu deli” diye fısıldadı kendi kendine. Yan tarafta ki anahtarcı dükkana gidip, “nerede bizim deli” diye sordu. “Kahvededir Necati Abi, şimdi gelir. Buyur otur, bir çayımızı iç” dedi dükkan sahibi. “Peki” deyip oturduk. Necati Amca ile dükkan sahibi muhabbet ediyorlar, bir yandan da çaylarımızı yudumluyorduk. Sokağın başından bir ayak sesi duyuldu. Takunya sesi gibi, sert ve gürültülü bir ses, bulunduğumuz dükkana doğru yaklaşıyordu. Necati Amca, “Tamam, bizimki geliyor. Çay için sağol, hadi hayırlı işler” dedi ve dışarı doğru yürüdü. Gelen; uzun boylu, sert bakışlı, kirli sakallı ve kocaman bıyıklı; ayakkabılarının topuğuna basmış; siyah bir pantolon, beyaz gömlek ve üzerine siyah bir yelek giymiş; filmlerde gördüğüm, kabadayı görünümlü bir adamdı. Kışın ortasında, yakası bağrı açıktı. Görür görmez korkmuştum ondan. Necati Amca ile el sıkışıp öpüştüler. Konuşurken bile kaşları hala çatıktı. Hep birlikte dükkana girdik. Biraz, oradan buradan muhabbet ettiler. Ben gözümü, O’ndan ayıramıyordum. Çatallaşmış ve tok sesi ile, insanın içini ürpertiyordu. Bir ara bana bakıp, “Ne öyle dik dik bakıyorsun velet?” diye bağırdı. Öyle korkmuştum ki; başımı eğip, gözlerimi kaçırdım O’ndan. Necati Amca’dan utanmasam, hemen kaçıp gidecektim dükkandan. “Dur hele, delirme hemen. Sana çırak getirdim” diyerek, araya girdi Necati Amca. “Bu çocuğun kimsesi yok. Henüz, onaltı yaşında. Hiçbir meslek bilmiyor. Yetişsin, iş ve hayatı öğrensin diyerek sana getirdim. Benim; hem kiracım, hem de evladım” diye devam etti. “Necati” dedi. “Atmış sekiz yaşındayız değil mi? Onbeş yaşından beri arkadaşız. Tam, elli üç yıllık dostuz. Benim çırak istemediğimi bilmiyor musun? On bir senedir bu dükkana çırak girdiğini gördün mü? Üstelik, bu mesleğe; sekiz- oniki yaşında başlanır. Bu çocuk, onaltı yaşında diyorsun; bizim meslek için yaşı geçmiş bunun. Hatırın büyüktür bilirsin. Ama, kusura bakma.” “Ama” dedi Necati Amca. “Hem senin için, hem de Hüseyin için iyi olacak. Bu çocuğun, bir mesleğe; senin de, hayatla olan küskünlüğünü yenmeye ihtiyacın var. Gel kabul et, hıı!” O an, gözleri dolmuştu Demirci Yusuf’un. Çok merak etmiştim, Necati Amca’nın söylemek istediği neydi acaba? Bu; dağ gibi, babayiğit ihtiyarın, hayata olan küskünlüğü ne olabilirdi? “Peki ulan” dedi. “İki hafta denerim. Eğer gözüm tutmazsa, hatırını dinlemem, defederim. Oldu mu?” Büyük bir heyecanla, “Tamam” dedi Necati Amca. “Tamam, sen nasıl istersen öyle olsun.”
Gelirken, geçtiğimiz sokaktaki herkesle selamlaşmıştı Necati Amca. O kadar tanıdığı esnaf varken; neden, benim bu aksi ihtiyarın yanında çalışmam için bu kadar dil dökmüştü? Yarın sabah sekizde dükkanda olmamı ve işe başlayacağımı söyledi ihtiyar. Oradan eve döndük. Akşam yemeğinden sonra, Necati Amca’ya, Demirci Yusuf’u sordum. O sırada karısı bize kulak misafiri oldu. “Bey; Deli Yusuf’a mı götürdün Hüseyin’i?” diye sordu. “Evet hanım. Yusuf’a götürdüm.” “ Kabul etti mi bari, aksi ihtiyar?” “Evet, kabul etti. Sabah sekizde, Hüseyin iş başı yapacak hayırlısıyla.” Bu diyalogla birlikte, Demirci Yusuf’u daha da çok merak etmeye başladım. Teyze neden O’na deli diyordu; beni iş için kabul etmesine neden bu kadar çok şaşırmıştı? Amca’ya tekrar sordum Yusuf Usta’yı. “Korkma evlat, sandığın kadar ters bir adam değildir O. Şimdi ben sana O’nu anlatsam, üç gün üç gece sürer. Bırak, zamanla kendin tanırsın O’nu. Tanıdıkça seveceğine eminim.” dedi. Fazla ısrar etmedim. Biraz daha oturduktan sonra, alt kata inip hemen yattım. Sabah erken kalkmalıydım ve zinde olmalıydım.
Sabah, yedi buçukta dükkanın önüne vardım. Yusuf Usta henüz gelmemişti. Sokak başındaki kahveye gidip bir çay içtim. Kahveci beni ilk defa gördüğü için, burada ne işim olduğunu sordu. “Demirci Yusuf’un yeni çırağıyım. Bugün, O’nun yanında işe başlıyorum” dedim. “Deli Yusuf, nasıl kabul etmiş bunu? Allah Allah..” diye söylendi kendi kendine. Dışarıdan, Usta’nın ayak seslerini duydum. Kahveciye para uzattım, “Bugünlük bizden olsun. Hadi bakalım, hayırlı olsun işin” diyerek uğurladı beni. Usta’dan önce dükkanın önüne vardım. Kapı önünde bekleyip, “Hoş geldin usta” dedim. Ters ters yüzüme baktı. “Selam vermeyi bilmez misin sen?” dedi,o çatal sesiyle. “Özür dilerim” deyip, selam verdim. Kilidi açıp, Besmele çekerek; sağ ayağı ile girdi içeri. Bende, arkasından paldır küldür içeri girince, “Çık dışarı” diye bağırdı. İşe alma kararından vazgeçtiğini ve beni ilk günden kovduğunu sandım. “Çık dışarı ve adam gibi gir içeri” dedi ardından. Adam gibi girmek nasıl oluyordu acaba? “Nasıl Usta?” diye sordum. “Sabahları, mekanını ilk açtığında; Besmele çekerek, sağ ayağınla içeri gir. Ve, bunu kendine adet haline getir” dedi. Söylediği gibi yaptım. Omzundaki ceketini duvardaki çiviye astı ve “Az önce çay içtiğin kahveden iki çay kap gel” dedi. Nefes bile almadan koşarak gittim kahveye. İki çay istedim. Kahveci, “Biri Usta’nın mı?” diye sordu. Birini dolu, diğer bardağı yarım doldurup uzattı bana. “Aman koçum, sakın şekeri ıslatma. Delirtme sabah sabah şu deliyi. Yoksa, bir ton laf duyarız” Ağır adımlarla geldim dükkana. Usta, taburesine oturmuş; işlemeli sigara tabakasını çıkarmış, sigara sarıyordu. Diğer tabureyi alıp, karşısına oturmamı söyledi. Sigarasını yaktı, çayından bir yudum aldı ve gözlerimin içine bakıp; “Bak delikanlı. Benim adım Yusuf. Kimi Demirci Yusuf der, kimi Deli Yusuf. Sinirli, aksi bir ihtiyarım. Bağırırım, azarlarım, deli deli söylenirim. Gösterdiğim işi, bir defa gösteririm. Söylediğim sözü, bir defa söylerim. Olmadı, yapamazsan; def ederim. Bağırışlarım, çağırışlarım zoruna gidecekse; şimdiden kalk git. Seni, Necati’nin hatırı için kabul ettim. O’nun yeri bende büyüktür. Zaten, O’nun haricinde başka biri getirmiş olsaydı seni; asla almazdım işe. Önce, seni GÖNDERENİN; sonra da seni getirenin hatırının büyüklüğünü asla unutma. Ayrıca, bu meslek; Davut Peygamberin mesleğidir. Asla, hile hurda kaldırmaz. Dürüst olacaksın, işine sadık olacaksın, işine özen göstereceksin. Anlaştık mı?” dedi. O konuşurken yutkunmaktan, çayımı bile içemedim. “Tamam Yusuf Amca” dedim. “Duymadım” diye bağırdı. Korkumdan sesim daha da kısıldı, “Anlaştık Yusuf Amca” diye tekrarladım. “Bağır ulan velet.” “Tamam amca!” “Peki o zaman” dedi. “Ayrıca, bana Yusuf Amca demeyeceksin. Sadece, usta diyeceksin.” “Tamam Usta.”
O ilk iş günümü, ömür boyu unutamadım. Bana, eski bir tulum verdi ve çalışmaya başladık. Garip bir adamdı. Örs ve çekiç ile konuşur; ocakla dertleşir; demiri ve çeliği döverken, sanki sabır döverdi. Çay ve sigara tiryakisiydi. Yarım saatte bir mola verir, elini tabakasına attığı anda “Çay kap gel” derdi. Çayı, yarım ve sırf dem içerdi. Bazen, öyle bir öksürürdü ki; o an ölüp gidecek sanırdım.
İlk gün, akşamüzeri beşte işi bıraktık. “Hadi bakalım, bu günlük bu kadar yeter, gidebilirsin. Necati’ye selam söyle” dedi. Eve geldim ve direk Necati Amca’lara çıktım. Ustamın selamını ilettim. Merakla, ilk günümüzün nasıl geçtiğini sordular. “Valla, ben anlamadım” dedim. “O’na çıraklık değil, adeta garsonluk yaptım. Yarım saatte bir çay molası verdi. Akşama kadar, yarım kilo tütün içmiştir her halde.” “Öyledir” dedi Necati Amca. Ardından karısı ekledi; “Hiç değişmemiş desene” “Can çıkmayınca huy değişir mi hanım? İnsan; yedisinde ne ise, yetmişinde de öyle olacak tabi.” dediler ve birbirlerine bakıp gülüştüler.
İkisinin de, Yusuf Usta’yı yakından tanıdıkları belliydi. O’ndan bahsederken; sanki, ah çekerek konuşuyorlardı. Bir şey vardı Yusuf Usta’da. Derin bir şey vardı, ama ben anlayamamıştım. Yemekten sonra, yine aşağı inip hemen yattım. Ertesi gün Usta gelmeden, yine dükkanın kapısında yerimi almıştım. İleriden, Usta’nın geldiğini gördüm. Bir elinde küçük tüp; diğerinde de, büyük bir poşet vardı. Koşup elindekileri aldım. Kapıyı açıp içeri girdi, ardından da ben girdim. Besmele çekip, sağ ayağımla girmiştim ve bu O’nun hoşuna gitti. “Aferin, çabuk öğreniyorsun” dedi. Tüpü yere bıraktım, poşetin içindekileri çıkarmamı söyledi. Büyük bir paket çay, demlik, bardaklar ve şeker vardı poşetin içinde. Gördüklerime hiç şaşırmadım. Gün boyu çay içen bir adam, elbette kendi çayını kendisi demleyecekti. Demlikleri hazırlayıp, çayı demledi. Demlerken de, bana öğretti. “Ben bir defa demliyorum, bundan sonrası senden” diyerek de tembihledi. Taburelere oturup çaya başladık. Sigarasını sarıp, dün kendisinden ne öğrendiğimi sordu. İş namına pek bir şey öğrenememiştim. “Çok çay ve sigara içiyorsun Usta” dedim. “Ulan, sen benden dün bunu mu öğrendin?” diye kükredi. Biraz düşündüm ve aklıma başka bir şey gelmedi. “Velet! Dün, dükkanına nasıl gireceği öğrenmedin mi? Dün öğrendiğini, bugün uyguladın. Ama, neden cevap veremiyorsun? Neden aklına gelmiyor? Benden öğreneceğin her şeyi, iş olarak düşünme. İşi, nasıl olsa öğreneceksin. Önemli olan, hayat ve insanlık adına bir şeyler öğrenebilmek. Onun için, gözün kulağın hep açık olsun. Gördüğünü ve duyduğunu sakın unutma. Benim emeğimi boşa çıkarma!”
Yıllardır, kimsesiz ve tek başıma bir yaşam sürmüştüm. Elbette; nasihate, hayatın gerçek yüzünü görmeye; nerede, nasıl davranmam gerektiğini bilmeye; insanlara karşı olan diyalog ve tutumumu nasıl kontrol edebileceğimi öğrenmeye ihtiyacım vardı. Yusuf Usta’nın bu konuşmasından sonra, O’ndan çok şey öğrenebileceğime inanmıştım.
Çay faslının sonuna gelmiştik ki, “Sana, haftada beş yüz bin lira vereceğim, yeter mi?” diye sordu. “Sen nasıl uygun görürsen Usta” dedim. Necati Amca’ya, ne kadar kira ödeyeceğimi sordu. “Henüz konuşmadık Usta” dedim. “Olmaz öyle şey, akşam gittiğinde konuş. Ne kadar istediğini sor. -İstemez, -sen ne kadar verirsen, filan derse; sakın tamam deme. Fiyatı, O belirlesin. Kimsenin kimseye hakkı geçmesin. Öbür tarafta vebali büyüktür.” “Vebal ne demek Usta? Birinin, birine hakkı geçmesi ne demek?” diye sordum. “Aferin Evlat” dedi.” Merak ettiğin ve bilmediğin şeyleri, mutlaka sor ve öğren. Vebal; zarar demektir, günah demektir. Birinin vebalini alırsan, bunun ahirette ki manevi ağırlığı çok büyük olur. Birinin sana hakkının geçmesi; ahirette senden alacaklı olması demektir. Bu dünyada, karşılığını ödemediğin hesaplar; mutlaka ahirette sana sorulacak ve karşılığı alınacaktır. Ve, orada ki karşılığı; parayla pulla ödeyemezsin. Bu dünyadaki iyiliklerinin ve ibadetlerin karşılığı kazandığın, sevaplarınla ödersin. Bu da, insana çok ağır gelir.” “Hadi bakalım, bu kadar muhabbet yeter; işe koyulalım.”
O gün, öğleden sonra çayı ben demledim. Usta’yı buyur ettim. Çayını, yarım ve sırf dem doldurup uzattım. Bir yudum aldı ve bardağı içimdeki çayla birlikte, yere attı. “Bu ne biçim çay” diyerek de, bir güzel azarladı. “Bırak çayı, kalk işimize bakalım” dedi ve tekrar işe devam ettik. Oysa; sabah kendisinin demlediği gibi demlemiştim çayı. Bende bir yudum almıştım ve tadı da, öyle tepki verilecek kadar berbat değildi. Bu hareketine bir anlam veremedim ve çok zoruma gitmişti. İçimden, “Ya güzel güzel konuştuk. Muhabbetin ne güzel, ama böyle deli gibi neden bağırıyorsun” diye söylendim.
Akşam eve gelince, Necati Amca ile kira fiyatını konuştuk. Ustamın söylediği gibi oldu ve para almayacağını söyledi. Ben ısrar edince, aldığım bir haftalık parayı; bir aylık kira bedeli olarak anlaştık.
Günler çok çabuk geçiyordu. İşe başlayalı, iki buçuk yıl olmuştu. Artık, sabahları dükkanı ben açıyordum. Ustamdan, işi kapıyor; hayat üzerine hikayeler dinliyor ve bilmediğim şeyleri sorarak öğreniyordum. Her fırsatta bana bir şeyler anlatıyordu. Herkesin, deli dediği adam; Mevlana’dan, Yunus’tan bahsediyordu. Eski hikayelerle ufkumu açıyordu. Her Cuma, birlikte namaza gidiyorduk. Namazdan çıkınca, ben dükkana gelirdim; O ise, biraz dolaşır gelirdi. İşleri bana bırakıyordu artık. Bana namaz kılmayı da, O öğretmişti. Ve, bir daha; demlediğim çayı beğenmemezlik etmemişti. Necati Amca’larla da, bir aile diyalogu yaşıyor; işlerinde, pazarlarında yardımcı oluyor ve beraber geçinip gidiyorduk.
Yine bir sabah, işe başladıktan iki saat kadar sonra çay demledim. Artık, eskisi kadar çay içmiyordu. Tütünü de iyice azaltmıştı. O’nun yanında hiç sigara içmedim. Kendisi müsaade ediyordu, ama saygısızlık olarak düşündüğüm için hiç içmedim. Çaylarımızı yudumlarken, “ Hatırlıyor musun evlat? Bu dükkanda ilk çay demlediğin gün, seni azarlamıştım. Çayını beğenmeyip, bardağı yere atmıştım” “Evet Usta, hatırlıyorum. Nasıl unuturum, o gün çok korkmuştum. Ama, haklısın. Hayatımda demlediğim, ilk çaydı o. Haliyle, iyi demleyememiştim” dedim. “Hayır evlat” dedi. “O demlediğin çay çok güzel olmuştu. Kerata, benim kadar güzel demlemiştin. Ama; yaptığın ilk iş için, sana çok güzel olmuş deseydim, şımarırdın. Çabuk öğrenmenin rehavetine kapılıp, içindeki azmin ortaya çıkmasını engellemiş olurdun. Sana, bu yüzden tepki vermiştim. Anladın mı şimdi, neden öyle deli deli bağırdığımı?” Biraz düşündüm. Aslında çok zekice bir davranıştı. Ve, amacına ulaşmıştı. O ilk çayı beğenmedi diye, sonrakilerde hep daha dikkatli olmuştum. “Anladım Usta” dedim. “Hadi çaylarımızı içelim de, abdest alıp çıkalım. Cuma vaktine az kaldı” dedi. Çaylar bittikten sonra, dükkanda bulunan lavaboda abdest almaya başladı. O’na bakarken dalıp gitmişim. Demirci Deli Yusuf, artık yaşlanmıştı. Hafif bir kambur çıkmıştı sırtında, o an fark etmiştim. Ama hala, sivri burunlu ayakkabılarının topuklarına basıyordu. Siması biraz değişmişti, duruşu değişmişti, saçlarında bir tek siyahlık bile kalmamıştı ama; o ayakkabılarının takırdayışı hiç değişmemişti. Gözümün önünden, ilk geldiğim günden bu güne kadarı, film gibi geçmişti. Çok şey öğrenmiştim O’ndan. Sayesinde, sağlam bir karaktere sahip olduğumu düşünüyorum. Hayata karşı, daha sağlam ve dimdik duruyordum. Çok bağırmıştı, çok azarlamış beni. İki buçuk sene de, bir tek tokadı nasip olmuştu bana. Bir Cuma namazı sonrası; O’ndan önce dükkana geldiğim bir defasında, kendime bir bıçak yapmıştım. Sapını da, ceviz ağacından işlemeli olarak özellikle almıştım. O gelince, “Bak usta; nasıl olmuş, senden işi kapabilmiş miyim, beğendin mi?” diye bıçağı O’na göstermiştim. Göstermez olaydım!
Elimde bıçağı görünce, gözlerinin içinden ateş fışkırdı sanki. Bıçağı öyle bir sıktı ki elinde, damarları patlayacak sanmıştım. Sonra, bıçağı ocağa fırlattı ve bir tokat attı ki bana; olduğum yerde iki defa dönmüştüm. “Ulan velet! Sen benim, bu dükkanda hiç bıçak yaptığımı gördün mü? Bırak bıçak yapmayı, dükkanda bir defa olsun bıçak gördün mü? Bana bak! Bütün kemiklerini kırarım senin. Doğduğuna; beni tanımış olduğuna, pişman ederim. Bir daha eline bıçak almayacaksın! Anladın mı ulan? Anladın mı?” Gerçekten de, o güne kadar dükkanda hiç bıçak görmemiştim. Hoş, o günden sonra da görmedim ya! Benim gözümün önünden o günler geçerken, Usta’mın sesi ile kendime geldim; “Nereye daldın evlat? Deminden beri, şu havluyu uzat diye sesleniyorum. Hayır ola, ne düşünüyorsun öyle derin derin?” “Yok be Usta. Sen, ilk demlediğim çaydan bahsedince, o günden bu güne kadar olanlar gözümün önünden geçti. Dalmışım öylesine!” “Evlat! Yaşlanan benim, sana ne oluyor? Eskilerin, benim gözümün önünden geçmesi gerekiyor. İhtiyarlayan benim. Ne o, erken yaşlanmaya mı başladın?” diyerek güldü. “Kalk hadi, vakit yaklaşıyor.” Kalkıp, abdest aldım ve birlikte camiye gittik. Namazdan çıkınca, “Hadi sen git dükkana, giderken terzi Cemal’e uğra. Ustam, pantolon bırakmış. Ne olmuş, iş bitmiş mi, diye bir sor” dedi. “Tamam” dedim. Arkamı dönüp bir iki adım attım. Sonra geriye dönüp, O’na baktım. Ellerini cebine sokmuş, ağır adımlarla yürüyordu. Yıllardır böyle yapıyordu. Namazdan çıkınca, beni dükkana gönderiyor; kendisi dolaşmaya gidiyordu. Acaba nereye gidiyor diye merak ettim. Acaba Deli Yusuf; nerelere gidiyor, kimlerle muhabbet ediyordu? O’na belli etmeden peşine düştüm. Yaptığım, belki yanlış bir şeydi ama, peşinden yürüdüm. Ağır yürüyordu, omuzları başka bir türlü çökmüştü. Ve, yürüdüğü yol; mezarlık tarafına çıkıyordu!
Çok şaşırmıştım. Usta’mın, mezarlıkta ne işi vardı? Bildiğim kadarıyla, hiç yakını yoktu. Herhalde, eski akrabalarından ölmüşlerine rahmet okuyacaktı.
Bir mezarlığın yanında durdu. Burası, bir aile kabristanıydı. Etrafı, demir parmaklıklarla çevriliydi. İçeride üç mezar vardı. Üç mezar, kabristanın tüm alanını doldurmuyordu. İçeride, bir mezarlık daha boş yer vardı. Uzaktan izledim. Usta, kabristana girdi; mezarların üzerindeki taşları ayıkladı, toprakları düzenledi. Ve, üç mezarın da karşısında durup, uzun uzun ağladı; biraz okudu, ellerini yüzüne sürüp kalktı. Ve, yaşlı gözlerle oradan ayrıldı. Yine geldiği gibi, ağır adımlarla uzaklaştı. Koşup mezarlara baktım. Girişteki mezarın taşında, Nermin Çınar; diğerinde Hüseyin Çınar; son mezarda da, Rabia Çınar yazıyordu. Çınar, Usta’mın soyadıydı. Dükkandaki vergi levhasında görmüştüm. Doğum yılları ayrıydı ama, ölüm yıllarının ikisi aynı; Rabia yazanın, diğerlerinden yedi yıl sonrasıydı. Kimdi acaba burada yatanlar?
Koşarak mezarlıktan ayrıldım. Usta’mdan önce dükkana varabilmek için; bir alt caddeden, hiç durmadan koştum. Dükkana vardığımda Usta gelmemişti. Tekrar vergi levhasına baktım. Yusuf Çınar yazıyordu. Mezarlardaki soy isimle aynıydı. Birkaç dakika sonra Usta’mın ayak sesleri geldi kulağıma. Elimin yüzümün terini silip, O’nu karşıladım. Gözlerinin içi hala kırmızıydı ve ağladığı belliydi. “Hayırdır Usta, rahatsız mısın? Gözlerin yaşlı ve kızarmış. İyi misin?” diye sordum. Bir anda, mezarlıkta ne işin vardı, onlar kimdi? diye soramazdım; çünkü gizlice takip etmiştim. “Yoo, iyiyim ben. Bir şeyim yok” deyip gözlerini ovuşturdu. Ardından, “Cemal ne yapmış, bitmiş mi pantolon?” diye sordu. Eyvah; telaştan, terziye uğramayı unutmuştum. O an, ilk defa O’na yalan söyledim, “Uğradım Usta, henüz bitmemiş.” “Ulan, bu adamında eli amma ağır. İki paçayı, iki günde bitiremedi” diye söylendi kendi kendine. İşe başladık ama aklım hep mezarlıktaydı. Birkaç saat sonra, “Usta, çay demleyeyim mi?” diye sordum. “Benim çay hastalığı sana mı geçti ulan? Hadi demle bakalım” dedi. Çaylarımızı içerken, “Öğleden beri üzerinde bir dalgınlık var. Hayır ola oğlum, bir sıkıntın mı var?” diye sordu. İki buçuk yıldır, ilk defa oğlum demişti bana. Bundan cesaret alarak, “Usta, ben sana yalan söyledim. Ben, terziye uğramadım” dedim. “Neden uğramadın? Neden uğradım diyerek bana yalan söyledin oğlum” deyince; “Usta, iki yılı aşkındır yanındayım. Senden çok şey öğrendim. Hep sana hayran yetiştim. Belki, hep sana özendim. Duruşunu, bakışını, hayata karşı duruşunu taklit ettim belki. Bugün namaza gitmeden önce eskilerden konuştuk ya hani! Yıllardır, namaz sonrası dükkana geç gelmen kafamda takılı kaldı. Ne olur kızma. Acaba Ustam nerelerde geziyor diye merak ettim ve seni uzaktan izledim. Mezarlıkta gördüm seni. Kim o yatanlar Usta?”
Gözlerimin içine öyle bir baktı ki; üzerinde oturduğu tabureyi, kafamda kıracak sandım. Bir ara hiddetlenir gibi oldu ama, gözlerinde yarım kalan yaşlar yeniden boşaldı ve ağlamaya başladı.
“Onlar benim ailem evlat! Onlar, ailem. Benim; Nermin’im, Hüseyin’im; benim, küçük Rabia’m onlar. Biri canım, diğerleri ciğerim” dedi ve ağlaya ağlaya devam etti.
“Dükkana ilk geldiğinde, seni işe almamak için inatlaşmıştım Necati ile. Neden biliyor musun? Çünkü sen, hem ölen oğlumun adaşıydın; hem de onun öldüğü yaştaydın. Seni gördükçe, yaşadığım olayı unutamam; hiç gözümün önünden gitmez diye, seni almak istemedim yanıma.
Hüseyin’im, tam onaltı yaşındaydı. Ortaokuldan sonra okumadı ve yanımda çalışmaya başlamıştı. Zaten bu iş bana, baba yadigarıydı. O’na da, dedemden yadigardı. Hüseyin’im, okul sonraları da çalışırdı yanımda. Okulu bıraktıktan sonra, iyice pişmeye başladı meslekte. Onu çalışırken görmek, gün geçtikçe büyüdüğünü görmek ve babamdan kalan mesleği, oğlumun devam ettireceği bilmek, beni çok mutlu ediyordu. Nasıl olsa kızım okuyordu. O, okuyup hayatını kurar; Hüseyin de işi devam ettirip, kendini kurtarır diye düşünüyordum. O zamanlar gençtim, ateşliydim. Çok kavga ederdim. Ta o günlerden beri, sivri burunlu ayakkabı giyip; topuğuna basarım. Hüseyin’imde bana özenirdi. Benim gibi yürür; giyinir; konuşur ve her hareketimi alırdı. Dükkanda çalıştığımız bir gün, benden kendisi için bir bıçak yapmamı istedi. O’na; çelikten, öyle güzel bir bıçak yapmıştım ki. İki tarafı da keskindi. Üzerine işleme yapıp, bıçağın bir yüzüne; Yürü Kerbela’ya yazdım. Hz. Hüseyin Efendimizin adını vermiştim O’na. Mert olsun, namerde boyun eğmesin, bildiği yolda cesurca yürüsün diyerek o ismi verdim.
Bir akşam, işten erken çıktı ve arkadaşlarıyla gezmeye gideceğini söylemişti. Cebine harçlığını koydum ve gönderdim. O giderken, arkasından bakıp iç çekmiştim. O’na bakınca kendimi; kendime bakınca da, O’nu görüyordum. O kahrolası akşam, arkadaşlarıyla bir kahveye gitmişler. Nasıl olduysa, kahvede bir çocukla kavga etmeye başlamış bizimki. Sonrada, çocuğun karın boşluğuna, bıçağını saplamış. Şu benim, özenerek yaptığım lanet bıçağı. Olaydan sonra, arkadaşları korkup kahveden kaçmışlar. Ardından da, Hüseyin çıkmış kahveden ve eve gelmiş. Fakat, eve geldiğinde bize bir şey anlatmadı.
Sabah, bizim mahallenin pazarıydı. İşe çıkacağım sıra, Hüseyin’e seslendim. Baba, ben annemlerle pazara çıkayım, sonra dükkana gelirim dedi. Tamam deyip, ben evden çıktım. Yaralanan çocuğu, gece hastaneye kaldırmışlar. Çocuk, sabahına çıkmış hastaneden. Zaten yarası da, öyle büyük bir yara değilmiş. Birkaç dikiş atıp, taburcu etmişler. Fakat, olayı hazmedememiş. Ailesinden ve arkadaşlarından birkaç kişiyi toplamış ve silahlanıp Hüseyin’i aramaya başlamış. Pazar civarında karşılaşmışlar. İki elden ateş etmeye başlamışlar Hüseyin’ime doğru.. Hüseyin, annesine ve kardeşine siper olmaya çalışmış. Ama, ..nafile. Silah seslerini duyup, yedi-sekiz esnaf arkadaş pazara doğru koştuk. Kalabalık, çember halini almış ve ailemin başında toplanmıştı. Biraz yaklaştım ve yerde; sivri burunlu, topuğu ezik, tek bir ayakkabı gördüm. İçim cız etmişti. Biraz daha yaklaştım ve can havliyle, kalabalığı yarıp içeri girdim. Üçü de, kanlar içinde yatıyordu. Hüseyin’e, neredeyse bir şarjör mermi isabet etmiş. Karımın da, başına bir kurşun denk gelmiş. İkisi, hareketsiz yatıyordu. Kızım ise.. anne, anne; kurtarın bizi diyerek bağırıyordu. O an, dünya ters dönüp başıma yıkıldı. Hayatım karardı. Yanımda Necati’de vardı. O, kızımı kucakladı ve hastaneye götürdü. Ben hala, oğlum ile karımın başındaydım. Hüseyin’imin ayağından ayakkabıları çıkmış, biri bir tarafa; diğeri başka bir tarafa saçılmıştı. Kemerinde hala, o lanet bıçak takılı duruyordu. Cansız, öylece yatıyorlardı. O sıra da, kendimden geçmişim ve bayılmışım. Gözümü, iki gün sonra hastane odasında açtım. Baş ucumda Necati duruyordu, ve ağlıyordu. Bir sigara istedim ve ailemi sordum. Karım ve oğlum ölmüşler, ikisi de hastanenin morgunda yatıyormuş. Kızımın da; dizine ve omuruna birer kurşun denk gelmiş. Sakat kalacakmış ve O’da benim yattığım hastanenin başka bir odasında yatıyormuş. Necati bunları anlatırken ağlıyor; ben ise, kahroluyordum.
O an, kolumda takılı olan iğneyi koparıp, fırladım yerimden. Eve giderek, babamdan kalma silahı belime takıp, onları aramaya başladım. Kendimi kaybetmiştim. Adeta, cinnet geçiriyordum. Bir yandan, köşe bucak onları arıyor; bir yandan da, -kanınızı almadan sizi gömmeyeceğim, diye bağırıyordum. Çocuğun babasının bir kahvehanesi vardı, oraya gittim önce. Çocuklar olaydan sonra kaçmışlar. Poliste, jandarmada onları arıyormuş. Babası, çocuğun yerini bilmediğini söyleyince inanmadım ve silahımı ateşledim. Oradan çıkıp, sora sora çocuğun arkadaşların evlerini buluyor ve tek tek evleri basıyordum. En sonunda, girdiğim bir evde iki arkadaşı ile birlikte buldum onları. Ve, silahımı üzerlerine doğrultup; mermiler bitene kadar tetiği çektim. O sırada, polis eve girdi ve beni tutukladı.
Vurulan çocuklardan ikisi ölmüş, biri yaralanmış. Bir de, kahvede babası yaralanmış. İki kişiyi öldürmek, iki kişiyi de yaralamaktan; tam yirmi dört yıl ceza aldım. Avukatımı, Necati tutmuştu. Aileme yapılan olaydan dolayı, ağır tahrik altında olduğumu söyledi ve ceza on sekiz yıla indi. Mahkemem olmadan önce, polis nezaretinde karımla, oğlumun cenazelerini kaldırdık. Kızım sakat kalmıştı ve yattığı yerden kalkamıyordu. O’nu, Necati’ye emanet ettim ve on yedi yıl altı ay hapishane hapishane gezdim. Gittiğim bütün hapishanelerde, yaptığım olaydan dolayı, üzerime bir kabadayı damgası yapıştırılıyor, çok farklı ve saygın bir muamele görüyordum. Fakat; kararan hayatım ve kaybettiğim ailem aklıma geldikçe, yaptığım davranıştan pişmanlık duyuyor; -keşkeler le ömrümü geçiriyordum. En güzel yaşında ve hayatının baharında, fidan gibi oğlumu mezara koymuştum. Biricik ve çok sevdiğim eşimi kaybetmiştim. Allah razı olsun, sakat kalan kızıma Necati sahip çıkmıştı. Tam yedi sene kendi evlerinde baktılar O’na. Yedi yıl sonra vefat etti. O’nun cenazesini bile göremedim. Üzerime yapıştırılan kabadayılık damgasına lanet ettim. Bir zamanlar, birine bir yumruk atıp yere düşürmeyi marifet sanıyordum. Ağızda cigara, elde tespih sallamayı, insanların korkuyla birlikte gösterdiği saygıyı, saygınlık sanıyordum. Ve, sırf bu yaşam tarzımdan dolayı; oğlum da bana özenmişti ve bu benim hoşuma gidiyordu. Oysa, sırf bu kabadayılık yüzünden ailemi kaybettim. Keşke bu tarz yaşamasaydım ve evladımı da kendime benzetmeseydim.
Asıl kabadayılık; efendilikten geçiyordu. İçeride çok insanlar tanıdım. Kimi, gerçekten kader kurbanıydı. Kimileri ise, en adi suçlardan geliyor; çıkınca da, sanki marifetmiş gibi hapisten çıkmışlığı farklı bir biçimde kullanıyor; elaleme racon kesiyor, haraç topluyordu. Ben ise; gördüğüm muameleyi art niyetli olarak kullanmadım. İnsanlara hep, bir anlık gaflete düşmenin nelere mal olduğunu anlatmaya çalıştım. Yumruklaşmanın yerine, konuşarak sorunları çözmenin gerektiğini anlattım. Belde silah veya bıçak taşımaktansa; dilde güzel sözler taşımanın daha güzel olduğunu söyledim. İçeri gireli on yedi yıl altı ay olmuştu ve bir aftan yararlanıp, cezamın bitmesine altı ay kala çıktım. Çıkıp da buraya döndüğümde, hala gözümün önüne eski günler geliyordu ve bir türlü kendimi affedemiyordum. Bütün aksiliğim ve asabiliğim bundandı. Tekrar işe koyuldum ve sırf Hüseyin’imi hatırlatır diyerek, on bir sene boyunca hiç çırak almadım yanıma. Sonra bir gün, Necati ile birlikte sen çıkıp geldin. Yaşın, Hüseyin’imin öldüğü yaş; adın da Hüseyin’imin adıydı. Seni almak istemedim yanıma. Ama, hem Necati’nin hatırı; hem, ben öldükten sonra bu dükkanın yıkılıp gitmesini istemediğim; hem de, senin kimsesizliğin ve hayatın içinde savrulan bir yaprak gibi oluşun; başına her türlü olayın gelebileceğini düşündüğüm için yanıma aldım. Sonrasını zaten biliyorsun..”
O dağ gibi adam; yıkılmıştı gözümün önünde. Ağlaya ağlaya anlattığı hikayesi, O’nu tanıdığımdan beri anlattığı hikayelerin, en acıklısıydı ve en çok ders aldığım hikayesiydi. Sonuçta, kendi hikayesiydi. Ve, hayatımda ilk defa; kendi derdim ve sıkıntılarımın dışında ağladığım, ilk kişiydi. “Çok üzüldüm Usta” dedim. Başka da, bir şey söyleyemedim.
“Bak evlat. Benim zamanım, artık iyice azaldı, yetmiş yaşına geldim. Hayatta, hiç kimsem kalmadı diyordum; sen çıkageldin. Amacım, sana sadece işi öğretmek değil; hayatı da öğretmekti. Ve, galiba başardım. Benden duyduğun her söz, kulağında çınlama olarak kalsın. İnsanları, daima sev. Elinden geldiğince yardım et. Kavgadan uzak dur. Asla, eline bıçak; beline silah alma. Bir zaman sonra askere gideceksin. İşte bak, askerlik dönüşü işin hazır, dükkanında. Bu günden itibaren, bu dükkan artık senin. Ben, artık çalışamıyorum zaten. Evime çekilip, son günlerimi rahat içinde yaşamayı istiyorum. Şimdi gözüm arkada kalmayacak. Dükkandaki, bu sabır ocağı sönmeyecek; çekiç sesi dinmeyecek. Benden sana kalan mirasın değerini bil evlat. Ben sana, beni bırakıyorum. Benden aldığın her şeyi, hayatına uygula. Alevler içindeki Hz. İbrahim’e, gagasıyla su taşıyan Hüthüt Kuşu gibi; sende, insanlara yardım ve iyilik taşı. Bir de vasiyetim var sana! Öldüğümde beni, ailemin yanında hazırladığım o boş mezara göm.”
Sonra, oturduğu tabureden yavaş yavaş kalkıp; ceketini omzuna attı ve “Hadi Hüseyin Usta, sana hayırlı işler. Allah, bol ve helal kazanç versin” deyip, ağır adımlarla çıkıp gitti. Oturduğum yerde donup kalmıştım. Ağlıyordum ve ağladığımın farkında bile değildim. İlk geldiğim gün, korkumdan kaçıp gitmek istediğim bu dükkanı, bana bırakmıştı Demirci Yusuf. Bir süre sonra çıkıp, Necati Amca’nın yanına gittim. Olup biteni, başından sonuna kadar anlattım. “Evet evlat” dedi. “Nihayet, Deli Yusuf hayatla barıştı. Seni, kendi oğlu yerine koydu. Hadi hayırlı uğurlu olsun. Çektiğin cefaların sonuna geldin evladım. Artık, Rabbim’in izniyle; sefa zamanındasın. Kıymetini iyi bil.”
O günden sonra, işin başına geçtim. Bana bırakılan dükkanı, asla bir eşya veya mekan olarak değerlendirmedim. Bana bırakılmış, çok kıymetli bir emanet olarak gördüm her zaman. Bir süre sonra askerliğim geldi. Giderken, Usta’mın elini öpmeye ve helalliğini almaya gittim. Artık iyice yaşlanmıştı. O’nu asla yalnız bırakmadım. Devamlı yanına gidiyor, ihtiyaçlarını karşılıyor; muhabbet ediyordum. Her gidişimde, verecek bir nasihati mutlaka vardı. Elini öpüp helalliğini aldım. Bana, iki tane zarf uzattı. Birinde; demirci dükkanını ve evini, bana sattığına dair noter kağıtları vardı. Diğerini ise, kendisi öldükten sonra açmam için söz verdirerek, iki zarfı da bana verdi.
Necati Amca ve Zehra Teyze ile de vedalaşıp, zarfları da onlara bırakarak askere gittim. Ben askerdeyken, Usta’m vefat etti. Bu haberi aldığımda, sanki bir yanım yıkılıp gitmişti. Yıllarca kimsesiz kalmıştım. Ama, bu defa ki kimsesizlik daha başkaydı. O’nu tanımasaydım, şimdi nerede ve ne durumda olurdum? Deli Yusuf, benim için yaşayan bir efsaneydi. O’ndan öğrendiklerimle ve bana bıraktığı emanetle baş başaydım artık. Tezkereme iki ay kala da, Necati Amca’yı kaybettik. Dönüşümde, bir tek Zehra Teyze’m kalmıştı. O’nunla, ana-oğul gibi olmuştuk. O’da iyice yaşlanmıştı ve artık gözleri pek iyi göremiyordu. Bir gün, askere giderken bıraktığım zarfları sordum. Rahmetli Necati Amca’nın sakladığını söyledi ve “Ben arar bulurum oğlum” dedi. Ertesi gün iş çıkışında pazara uğrayıp alış-veriş yaptım. Eve geldim ve Zehra Teyze zarfları uzattı. Usta’mın; ölümünden sonra açmamı istediği zarfı, merakla açtım. “Oğlum Hüseyin” diyerek başlamıştı satırlarına.
“Cezamın bitmesine bir buçuk yılım kalmıştı. Buca Cezaevinde yatarken, cinayetten mahkum bir genç gelmişti. O sıralarda cezaevlerinde, koğuş ağalığı vardı. Bizim koğuşun ağası, gençten yatak parası istedi. Gencin de parası yoktu ve ağa ile adamları üstüne gittiler. Araya ben girdim ve genci ellerinden alıp, o günden sonra himayeme aldım. Genç, iki yıllık evliydi ve namus cinayetinden dolayı içeri girmişti. Dışarıda, karısı ile üç aylık bir kızı kalmıştı, başka da kimsesi yoktu. Onlara bakan yok derdi ile genç kendi kendini yiyordu. Bir başlarına ne yaparlar; ne yerler, ne içerler. Sahipsiz kadını rahatsız eden çok olur. Nasıl baş ederler diyerek her gün ağlıyordu. Ondan adresini öğrendim ve Necati’ye mektup yazarak, gencin ailesine maddi destekte bulunmasını rica ettim. Sağ olsun Necati, benim dışarıdaki elim kolumdu. Belirli aralıklarla onlara uğrayıp, erzak ve para götürüyor; bir sıkıntılarının olup olmadığını soruyordu. Beş ay kadar sonra, genç kansere yakalandı ve vefat etti. Ben dışarı çıkana kadar, devamlı olarak Necati Amcan yardımlarına devam etti. Dışarı çıktıktan sonra da, bu işi bir vazife bilerek; bu güne kadar sürdürdüm. Aşağıda adresleri yazıyor oğlum. Benim sana vasiyetim, onlara sahip çık. Ömrün ve gücün yettiğince, onları kimseye muhtaç bırakma. Zira, Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: “-Dul ve yetimlerin ihtiyacını karşılamaya koşanlar; gündüzleri oruçla, geceleri ibadetle geçirenler gibidir!” Sana bunu vasiyet ediyorum oğlum. Bu vasiyetimi yerine getir.”
Mektubun sonunda bir isim ve bir adres yazıyordu. Hemen çıkıp, yazan adrese gittim. Kapıyı bir genç kız açtı. Kimin evi olduğunu sordum. “Sen Hüseyin misin?” diye sordu. Çok şaşırmıştım. Ardından, kapıya kızın annesi geldi. “Anneciğim, benim adım Hüseyin. Rahmetli Demirci Yusuf Usta’nın, hem çırağı, hem oğluyum. Bana bir mektup bırakmıştı ve mektupta sizin isminiz ve adresiniz yazıyordu. Ben, sizin için geldim ve her zaman geleceğim. Usta’mın vasiyeti var ve bundan böyle ihtiyaçlarınızı ben karşılayacağım” dedim. “Oğlum” dedi. “Rahmetli ölmeden önce gelip, bir gün senin geleceğini söylemişti. Senden haberimiz var. Ve, senin geldiğinde açılmasını istediği bir mektup da bize bırakmıştı. Buyur içeri” dedi ve hep birlikte içeri geçtik. Usta’mın bıraktığı mektubun üzerinde, benim ismim yazıyordu. Mektubu açtım ve sesli olarak okudum.
“ Hatice Hanım, gelen benim oğlumdur. Bu güne kadar, elimden geldiğince sizlerin yanında olmaya ve sizi kimseye muhtaç etmemeye çalıştım. Bundan sonra, aynı görevi oğlum Hüseyin sürdürecek. O’nu ben yetiştirdim. Kişiliğine ve karakterine, ben kefilim. Kızın Elif’te, benim gözümün önünde büyüdü sayılır. Sende münasip görürsen; kızınla, Hüseyin’i evlendir. Bu benim, sizlere son vasiyetimdir.”
Bunun üzerine, Elif ile evlendik ve hep birlikte, Usta’mdan kalan evde oturmaya başladık. Bir süre sonra, Zehra Teyze’yi de kaybettik. Onların da kimseleri olmadığı için, evlerini bana bırakmışlardı.
Şimdi, Demirci Yusuf Usta’dan kalan dükkanda; Demirci Yusuf’un hikayeleri ile, çayları oğlum Yusuf’a demletiyorum.
Ve; ne silaha, ne de bıçağa el sürdürmüyorum…
ZEKİ YÜCEEL / DUYDUĞUM SESSİZLİK MART 2007
(
Demirci Yusuf başlıklı yazı
zeki-yuceel tarafından
16.05.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.