“Tarih milletlerin hafızasıdır” der düşünürün biri. Elhak güzel bir söz. Bizler de “Hafıza beşer nisyan(unutma) ile malüldür.” sözüne inat 18 Mart 1915’ten bugüne tam 96 yıl üzerinden geçmiş olan Çanakkale Zaferini kutlamakta ve şehitlerimizi anmaktayız.
96 yıl değil 96 bin yıl geçse de tarihe mal olan kahramanlar ve onların destansı hikâyeleri sonsuza değin milletin hafızasında var olacak ve sağlam bir damar ile yeni nesillere rabıta olacaktır.
“Ey gaziler, yol göründü yine garip serime.” diyen Türk askeri cepheden cepheye koşmuş ömrünü savaş meydanlarında tüketmiştir. “Ölürsem şehit, kalırsam gazi” idealinin yiğit serdengeçtileri, “Allah için, devle-i ebed müddet için, din için, vatan için, namus için, milli varlığı sonsuza değin yaşatmak için” dünyanın dört bir köşesinde ölümü bir şerbet gibi içmişler ve bize bu vatanı ve yâd edilecek aziz hatıralarını miras bırakmışlardır.
Bu hatıralardan dikkatimi celbeden ve heyecanımı harekete geçiren iki tanesini anlatmak istiyorum. Tabi ki kelimeler kifayet noktasında bil hakkın denk gelirse. Çanakkale Savaşı’nda Kınalı Ali ve Şehitlik Öyküsü…
Üsteğmen Faruk cepheye yeni gelen askerleri denetlerken bir yandan da onlarla sohbet ediyor “Nerelisin?” ya da “Kaç kardeşsiniz?” gibi sorular soruyordu. Gözleri bir ara saçının ortası sararmış bir delikanlıya takıldı. Delikanlıyı yanına çağırdı ve merakla sordu: “Adın ne senin evladım?”dedi. Delikanlı hazır ol durumuna geçti ve komutanın sorusunu hemen yanıtladı. “Ali, komutanım!”dedi. Sonra da komutanın: “Nerelisin?”sorusunu da aynı çeviklikle yanıtladı: “Tokatlıyım komutanım. Tokat’ın Zile kazasından.”Üsteğmen Faruk şimdi de kafasını kurcalayan sorusunu sordu: “Peki evladım, bu kafanın hali ne böyle? Saçlarının ortası neden böyle kırmızı boyalı?”Ali duraksamadan cevap verdi: “Cepheye gitmek için evden ayrılmadan önce anam saçıma kına yaktı komutanım. Neden yaktığını da bilmiyorum.” dedi. Üsteğmen fazla üstelemedi. “Peki, gidebilirsin Kınalı Ali.”dedi. Onun o gün ağzından çıkan “KINALI ALİ” adı Ali’nin o günden sonraki adı oldu. Cephede tüm arkadaşlarının ağzında onun adı artık KINALI ALİ idi. Arkadaşları sadece Kınalı Ali demekle kalmıyor saçındaki kınaya takılıyorlar onun kınalı saçını zaman zaman yoğunluğunu artırdıkları şakalarının konusu da yapıyorlardı.
Kınalı Ali arkadaşlarına karşı sevecen tutumu ve cephedeki cesur atılımlarıyla kısa sürede tüm arkadaşlarının sevgisini kazanmıştı. Birgün memleketine mektup göndermek isteyince arkadaşlarından yardım istedi. “Anama, babama burada iyi olduğumu ve ellerinden öpmek istediğimi bildirmek istiyorum ama okumam yazmam yok. Mektup yazamıyorum. Bana biriniz yardımcı olabilir mi?”dedi. Arkadaşları atıldı hep birden: “Sen söyle, biz yazalım mektubunu.” diye. Böylece Kınalı Ali söylüyor, bir arkadaşı yazıyor, öteki arkadaşı ise mektubu yazanın doğru yazıp yazmadığını denetliyordu. “Sevgili anacığın, babacığım” diye başlıyordu mektup ve “hasretle ellerinizden öperim, iyiyim beni sakın merak etmeyin” diye devam ediyor; kız kardeşini, kendisinden bir küçük erkek kardeşinin sağlığını ve hatırını soruyor; köydeki herkesin gözünde tüttüğünü ve kimsenin kendisini merak etmemesini söyledikten sonra: “Biz burada var oldukça bilesiniz ki düşman bir adım bile ilerleyemeyecektir.” cümlesiyle bitiriyordu. Kınalı Ali tam zarfı kapatırken birden durdu ve “İki üç satır daha ekleteceğim.” diyerek şunları ilave etti: “Anacığım, beni buraya gönderirken kafama kına yaktın ama burada komutanım da dâhil arkadaşlarım benimle hep dalga geçtiler. Cepheye gitme sırası yakında inşallah kardeşim Ahmet’e de gelecek. Onu gönderirken sakın kına yakma saçına. Burada onunla dalga geçmesinler. Bir kez daha ellerinden öperim sevgili anacığım.”
Gelibolu’da savaş giderek şiddetleniyordu. İngilizler tüm güçleriyle yüklenmeye başladı. Askerlerimiz önce teker teker, sonraları beşer beşer, onar onar şehit oluyorlardı. Sayı azalıyordu. Gelibolu düşmek üzere idi. Kınalı Ali’nin komutanı çaresizdi ve hırsından yerinde duramıyordu. Kendi bölüğü acemiydi. Yeni gelmişti çoğu. Genç askerlerini bile bile ölüme göndermemek için Allah’a dua ediyordu.Komutanlarının bu düşünceli ve sıkıntılı halini gören ve cephenin düşmek de olduğun bilen Kınalı Ali ve arkadaşları komutanlarına gittiler ve kendilerini cepheye göndermesini istediler.Erlerinin yalvarırcasına tekrarları karşısında komutanları daha fazla direnemedi ve ölüme gönderdiğini bile bile onların bu isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Kınalı Ali ve arkadaşları sevinç çığlıklarıyla, cepheye hayır bile bile ölüme gittiler. O gün Kınalı Ali’nin bölüğünden tek kişi dönmedi geriye. Hepsi şehit oldu.
Bu olaydan kısa bir süre sonra Kınalı Ali’ye anne ve babasından mektup geldi. Onun yerine komutanı aldı mektubu ve buruk bir ifadeyle okumaya başladı.(Mektubun aslı Çanakkale Müzesi’nde sergilenmektedir.) Kınalı Ali’nin mektubuna ilkin babası yanıt veriyordu. “Oğlum Ali, nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim, selam ederim.” dedikten sonra şöyle devam ediyordu mektup: “Öküzü sattık, paranın yarısını sana gönderiyoruz, yarısını da yakında cepheye gidecek olan küçük kardeşine veriyoruz. Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum. Zaten artık zahireye de fazla ihtiyacımız kalmadı. Yorulmuyorum da. Siz sakın bizi merak etmeyin, düşünmeyin.” Babası mektupta köydeki herkesten, akrabasından haber verdikten sonra: “Şimdi sana ananın da diyeceği var.”diyerek sözü ona bırakıyordu. Bu bölüm Kınalı Ali’nin anasının ağzından yazılmıştır: “Oğlum Ali’m, yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler. Kardeşime de yakma demişsin. Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle seninle dalga geçmesinler. Bizde üç şeye kına yakılır:
1-Gelinlik Kıza; gidip kocasına çocuklarına kurban olsun diye…
2-Kurbanlık Koça; Allah’a kurban olsun diye…
3-Askere Giden Yiğitlere; vatana kurban olsun diye…
Gözlerinden öper, selam ederim. Allah’a emanet olun.”Ali’nin komutanı mektubu okurken ve çevresindeki herkes onu dinlerken hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Bilmediğimiz, merak edip de bir kere bile araştırmadığımız ne kahramanlıklar var tarihimizde. Nasıl sahip çıkmışlar memleketlerine, nasıl bir iman gücü varmış sinelerinde? İkisi de İstanbullu olan; aynı mahallede büyüyüp, aynı mektebi bitiren, zamanlarının büyük bir bölümün beraber geçiren Kazım ve Ali İhsan’ın öyküsü bir başka şekilde yüreğimize dokunur, bizi ağlatır. Seferberlikte gönüllü olarak yazıldıkları askerlik şubesi onları yedek subay olarak talimlerini yapmak üzere Selimiye Kışlası’na gönderdi. Birkaç ay sonra 20.Alay 4.Tb. 12.Bl’e atandılar. Savaşın çok kızıştığı günlerin birinde Ali İhsan, arkadaşı Kazım’ın kanlar içinde yere yuvarlandığını gördü. Sanki kendisi vurulmuştu. Acı çekiyordu. Düşmanın makinelisi vızır vızır işlediği için siperden bir saniye bile başını çıkarması mümkün değildi. Buna rağmen komutanı Recep’in yanına gitti ve: “Ben bir koşu arkadaşımı alıp gelebilir miyim komutanım?”dedi. Komutan: “Oğlum arkadaşın delik deşik olmuştur, ölmüştür. Gitsen de fark etmez, kendini tehlikeye atma.” dedi. Ali İhsan yalvardı komutanına. Emredin de gideyim diye. Komutan izni verir sonunda. Ali İhsan, Kazım’a doğru koştu. Onu sırtına aldı ve sipere döndü. Komutan Kazım’ı muayene etti. Kazım yaşamıyordu. “Oğlum, ‘ben sana gitme, kendini tehlikeye atma’ demedim mi? Kazım çoktan ruhunu teslim etmiş, bak.” dedi. Ali İhsan Her şeye değdi komutanım. Gittiğimde sağdı ve bana şunları söyledi Kazım’ım. “Geleceğini biliyordum Ali İhsan. Geleceğini biliyordum. Seni bekliyordum Ali İhsan.” Hıçkıra hıçkıra tekrarladı Ali İhsan. Hem de kaç kere.
Ah Ali İhsanlar, Kazımlar, Kınalı Aliler, Mehmetler, Ahmetler. Sağ kolunu kaybedip, olsun sol kolum var diyen, gözlerini yitirip, olsun gözlerim göreceğini gördü diyen bir neslin çocukları: Uyan ve kendine gel.