Bazen başımız öyle ağır gelir ki bize, taşıyamayacakmışız gibi hissederiz omuzlarımızın üzerinde onu.  Korkular ümitlerle, sevinçler endişelerle savaş halindedir o zaman. Kim kınayabilir ki yastıklara ağır gelen bir başı? Peki ya, en çok kim yardımcı olabilir bu başın sahibine kendisinden başka?
 
Sükûta ermek isteyen her insanı, denize dökülmeye çalışan nehirlere benzetirim ben. Bir nehir eğer kurumazsa, hatta aslında kurusa bile, denize dökülmek çabası ve aşkıyla yaşar. Taştan taşa kendisini vurması, aşılması güç engelleri aşması, kıvrılarak, diyar diyar dolaşması hep bundandır. Gözlerimiz, mecrasında akan bir nehir seyrettiğini zanneder onun karşısında, kulaklarımız ise suyun sesini, tabiatın tatlı bir bestesi gibi dinler. Oysa nehir hal diliyle ağlamaktadır, sular ise gurbette kalmak kâbusuyla “Ah!” çekmektedir. İşte bir türlü sükûta eremeyen insanlar da böyledir. Görünürde herkese benzerler, hakikatte anlaşılması güç bir derde müptela olmuşlardır.
 
Nedir bir derde müptela olmak? Şikâyetçi olmak mıdır bu dertten? Elbette ki değil. Aksine onsuz yaşayamamaktır. Başkalarıyla paylaşamayacak kadar kıymetli bir hazine saymaktır onu. “Sermayem derdimdir, servetim ahım” diyen, dermanın zehriyle helak olmaktan korkan bir gelenekle yoğrulduğumuza göre bu fikri anlamakta ve yorumlamakta güçlük çekmeyiz.
 
Nice insanlar tanıdım başı dara hiç düşmemiş, ya da öyleymiş gibi görünen. Bu tip insanlar için halkımız “tuzu kuru” deyimini kullanır. Acaba tuzları hiç mi ıslanmaz böylelerinin, yoksa kimseye belli etmeden kuruturlar mı tuzlarını tenhada? Bilinmez. Fakat görülen bir şey var ki bu insanlar pek bir başı dik dolaşırlar. Her konuyla ilgili ahkâm keserler. Çevrelerindekilere akıl verirler. Tanesi olmayan başak gibi salınırlar rüzgârda. Bir çalım, bir eda ki sormayın gitsin. Onlardan nefret etmem. Kınamak da gelmez içimden onları. Fakat olumsuz bir havaları vardır, teneffüs etmeye tahammül edemediğim. Bu yüzden pek yanlarında durmam bu türden insanların. Uzaktan seyretmeyi tercih ederim onların esen her yelde gururla salınmalarını.
 
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Huzur” romanında bir kahramanını şöyle konuşturmuştu: “Bizim ailede her bebek başı eğik doğar” Derin düşüncelere dalmak, tarifsiz keder sahibi birisi olmak kalıtsal bir özellik olabilir mi gerçekten? Gözlerimizin rengini, çehremizin şeklini, boyumuzu posumuzu, hatta birçok hastalığımızı atalarımızdan alabildiğimize göre “derde müptela olmak” özelliğimizi de onlardan alıyor olabiliriz.
 
Dertlerimizin daha çok tecrübelerimizle alakalı olduklarına inanıyorum. Yani bazı dertlerin bizleri olgunlaştırdığı düşüncesindeyim. Üstelik bence derde düşenin halinden ancak derde düşenler anlayabilir. Çok sevdiğim bir öykü var. Bu öyküde Anadolu zekâsının önemli bir dehası olan Nasreddin Hoca, eşekten düşüyor. Olayı gören bir komşusu Hoca’yı teskin için “Vah hocam vah!” diyor. “Ben senin durumunu çok iyi anladım. Canın çok yandı senin.” Nasreddin Hoca soruyor: “Sen hiç eşekten düştün mü?” Hayır,  cevabını alınca: “Geç efendim geç”  diyor. “Sen nereden bileceksin benim halimi, hiç eşekten düşmemişsin ki.”
 
Bu dünya bir pencere her gelen baktı geçti” sözüne hak verenlerdenim ben de. Bizler dünya penceresinden bakarız başka insanlara. Türlü halleriyle seyrederiz onları. Bazen rengârenk bir panayır manzarası görürüz. Faniliğinden emin olduğumuz hevesler tutup kolumuzdan bizi de çekip içine alır. Bir de bakarız ki anlamsız bir selin akışına kapılmış gidiyoruz. İşte dertlerimizin kerameti burada ortaya çıkar. Bizim kendimize gelmemizi sağlar dertlerimiz çoğu kez. Bazen başımızı kalın bir duvara çarpmamız gerekir aklımızın başımızdan çıkıp gitmemesi için tuhaf diyarlara.
 
Çevremize dikkat ettiğimizde ehl-i dert bir insanla, ehl-i keyf bir insan hemen ayırt edilir birbirinden. Biri olgundur, sakindir, mütevazıdır; öteki çiğdir, her an saldırmaya hazırdır, burnu yükseklerdedir. Sözün kısası dert sacında yanmak gibisi yok eğitilmek için. Fazlalıklarımızı atmak, gereksiz birçok hissi uzaklaştırmak demektir dert zırhına bürünmek. Semanın ufukla buluştuğu noktaya bambaşka bir gözle bakarız eğer atalarımızdan bize miras kalan kadim bir keder gönlümüze postunu sererse. Öyle hassaslaşır ki kulaklarımız o zaman, güneşin batarken çıkardığı sesi bile duyabiliriz.
 
Dertlerimiz bizim şahsiyetimiz, parmak izimiz gibidir. Hiç kimsenin derdi bir diğerininkine tam olarak benzemez. Bir yönüyle mutlaka farklılık gösterir. Bununla birlikte bizler de sahibi olduğumuz, hatta bazen müptelası olduğumuz derdimizle ayrılırız başkalarından. Edindiğimiz dertlere bakılarak sınıflandırılmamız burçlarımıza göre sınıflandırılmamızdan daha mantıklı olsa gerek. Çünkü alamadığı eşya için dertlenen insanla, kötülüğün dünyada görünürde de olsa iyilik karşısında galip gelmesine kederlenen insan aynı kefede tartılmasa gerek. Burçları aynı olsa bile. Bir kişiyi daha doğru analiz edebilmek için kafasını ve gönlünü meşgul eden derde bakmak en iyi yöntemlerden biridir çoğu kez. Her dert mübarek değildir. Birçoğu bencil yanımızın kalplerimize fısıldadığı birer vesveseden ibarettir. Bazı dertlerin bizi daha fazla insan kılması gibi bazıları da değersizleştirebilir, kirletebilir ruhumuzu. Öyleyse her derdi gönlümüze misafir etmek, her endişeye “Merhaba” demek olmaz.            Bazı dertlerin aşinası olurken bazı dertlerin yabancısı olmalıyız bu dünyada.
 
İnsanları severim. İyi insanları daha çok severim. Kötü kalpli insanlarla mümkün olduğu kadar az alış verişim olsun isterim. Çünkü onların sağı solu belli olmaz. Dalgın olduğum bir anda tökezleyip düşmeme, canımın yanmasına sebep olurlar. Ellerini, dillerini ve kalplerini sadece kötülüğe programlamıştır onlar. Hem onların yanı başlarında durup hem de onlardan şikâyet etmektense fazla yaklaşmam onlara. Bana göre derdin en büyüğü de bu tip insanlardan çeşitli nedenlerle uzaklaşamamaktır. Mahzun bir hal alır gönlüm böyle insanların yanında. Gözlerim sık sık dalar. İçimdeki tutsak kuş uçup gitmek ister onların bulunduğu diyardan çok uzak yerlere.
 
Bana ne canım başkalarının bana söylediği kötü sözlerden. Ben onların söylediklerinden değil, kendi söylediklerimden sorumluyum. Neden beni fazlasıyla üzsün bana kötü davrananlar? Ben onların davranışlarından değil, kendi davranışlarımdan sorumluyum” diyebilsek keşke. Oysa hayatımızın çok büyük bir bölümü birilerinin bize söyledikleri kötü sözleri, bize yaptıkları kötülükleri başka birilerine anlatmakla geçiyor.  Şikâyet etmekle bir yerlere varılamayacağını bile bile iğnesiz arı gibi vızıldar dururuz.  Bu ruh hali önemli bir derttir. Hem de insana bal gibi, şerbet gibi tatlı gelen bir derttir. Çünkü maddede değilse de manada zenginleştirir bizi. Bu türden insanlar sayesinde tayyimekan, tayyizaman eyleyebiliriz. Bedenimiz onların bulundukları mekânda ve zamandayken üstelik.
 
Orhan Veli kendisini tarifsiz kederlere iten derdini anlatırken şu mısraları kullanmış: “Ekmek parası desem değil/Gönül yarası desem değil/Bir dert ki dayanılır şey değil” Kimselere açıklayamadı Türk edebiyatının garip şairi derdini. Belki de anlattı da biz anlayamadık onu. Genç yaşta bırakıp giderken faniler fanisi dünyayı, derdini de götürdü mü acaba yanında? Bazı edebiyat araştırmacıları, Orhan Veli’nin derdini tahmin etmeye çalıştılar. Bu tahminler sonsuzluk âlemine -eskilerin deyişiyle âlem-i bekaya- göç eden şairi rahatsız ediyor mu bilmem. Fakat beni rahatsız ediyor. Tam olarak bilgi sahibi olmadan bu derdi tahmin etmeye çalışmak bana haksız bir davranışmış gibi geliyor. Keşke açıklasaydı, ya da anlayabilseydik derdinin ne olduğunu.
 
Karnı aç bir adam açlığıyla dertlenir. Sevdiğine dokunamayan birisi bu mahrumiyetten şikâyetçidir. Geçim derdi,  memleket meseleleri, dünyanın kötü gidişatı, tutulan futbol takımının birbirini takip eden yenilgileri, küresel ısınma, trafik problemi derken ne çok derdi var hakikaten yirmi birinci yüzyıl insanının. Derin düşüncelere dalanların, başkalarının dertleriyle hemhal olanların durumu daha da içler acısı. Kan ve gözyaşıyla yıkanmış insanlık tarihi, birçok buhranın beşiği olan günümüz dünyası, karanlık ve meçhul tehlikeler vadeden gelecek, her halde aklı eren herkesi rahatsız eden özellikler taşıyor. Fakat bizler bütün bu olumsuzluklara rağmen ümitvâr olmaya mecburuz. Varlık işte böyle tatlı bela bir derttir ki bizler onun müptelasıyız.

 

 

( Bir Derde Müptela Olmak başlıklı yazı HaticeEğilmez tarafından 10.05.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu