Kaçmak ve özgürlüğün iç içe girdiği
yeşillenmiş baharlar anlatsam da sana şiirlerimde
ben hiç çıkmadım gölgemi büken şehirlerimden.
Alıp kendimi, hiç gitmedim, gidemedim ki
şiir şiir yazdığım o aydınlıkların peşinden…
Hangi filme girsem, ikinci yarıydı,
frigo, gazoz arası ki konu ya düğün, ya can çekişme.
Senaryo kendinden kaçışlara gelince
çok daha iyileri vardı elbet sana anlatabileceğim
ki çoğu tam da senin gönlünce…
Çocuk kaldım, büyümedim mevsimlerce
ama inanmadım da Hızır Oruçları susuzluğu sonrası
ebemin anlattığı ve yürekten inandığı bade sunulan düşlere.
Çaresiz sürgünlüğünde O’ndan önce yerine ben ölünce
can havliyle tutundum galiba biraz da, senin çok sevdiğin
acıyı inkâr eden bu çocuksu gülüşlerime.
Umursamaz görünüp yürüdüm gücümce
Önce mübaşir önü sahne merdivenlerinden
sonra aradığım kokuyu bulamadığım tenlerde ter içinden.
En çok da kendimden utandım vedalarımda
her limanda biraz daha eksilirken içimde.
Tutmadım çetelesini ne öfkenin ne sevmelerin.
Ödedim payıma düşeni muhataplarımın dilediğince
Ben derim toprağın adilliğine
sen say ki ölümün hakkaniyetine….
İnandım bir yerlerde, adını koyamadığım
adaletin, mutlaka mümkünlüğüne.
Karanlık odalarda söylenen sen'lere inanmadım.
Gelen gündü, sabah unuttururdu akşamki merhabaları.
Kim ki kayıp mevsimlerden saymadı benli çiçek zamanlarını
kendim taktım bileklerime, en yeşilinden hem de
umut halkalarını...
Yaşı ve kalıbı büyürken
iki yıldız bile olsak, farklılığını bilen
aynı göklerde esir iken böyle sen ve ben
ve üstelik sokaklar iki kişi için bunca darken
kuşku, kuruntu ya da tut ki gerçek hepsi
insan ömründe nedir ki bunların aslı…
Bahçem, bağım, sevgilim,
yollar sana çıksın istedim, ıslanmış bile olsam
çağ yağmurlarında sırılsıklam böyle…
Yakışmıyor olsam da, dalında eğretiliği diledim
çünkü ellerimde tuz vardı sana uzanırken benim.
Üstelik çöl sanıyordun sen kendini, dört yanın su iken
ki en büyük sahtekarlığıydı bu zamane söz cambazının
tuz olmazsa su yeşertmez demişliği sana
ve ne yazık ki bilmiyorsun bile hâlâ
bu savaşa asla girmemeliydim seninle