- Kadın garson çalıştıran birahane taşlanmış,
- Reklamlarda kadın bedeninin kullanılması hoş değilmiş,
- Basın organlarında mayolu bikinili kadın görüntüleri sunulması ve modellik kadın cinselliğinden rant elde etmekmiş,
- Kadın örtünmeliymiş. Şu kadar örtünmeliymiş, bu kadar örtünmeliymiş,
- Çeşitli iş kollarında istihdam edilen kadın sayısı şu kadarmış,
- Bir kadın darp edilmiş,
- Kocası tarafından bıçaklanan kadın, hayatını kaybetmiş,
(Hayatını birleştirdiği ve “hayatım” diye seslendiği insansı hayatını almış.)
- Amcasının oğlu tarafından tecavüz edilen genç kızı ağabeyi öldürmüş,
- Kadın – erkek eşitliği sıralamasında dünya ülkeleri arasında 126’ncıyız.
Kadının zayıf ve acınılası bir varlık olduğu düşüncesi, büyüyüp hayırlı bir kısmetle baş göz edilinceye kadar feci halde gözetilmesi ve gözetim altında tutulması gerektiği, bu durumun aileye ayrıca bir yük getirdiği zannı, daha hamileliğin ilk aylarında cinsiyetin öğrenilmesiyle bir burukluk olarak anne ve babanın yüreğine düşer. Şimdilerde burukluk olan duygu cinsiyetin doğumda öğrenildiği zamanlarda travma olarak yaşanırdı. İlahi erk insanoğluna akıl bahşederek icatlar yapmasını sağladı da şimdi, cinsiyeti önceden öğrenip doğuma kadar duygusal manevralarla kendini alıştırıyor ebeveyn.
Kız çocuk henüz duyuları gelişmemiş, oksijenle tanışmamışken ve hiçbir şeyin farkında değilken ilk ayrımcılığa kendine hayat verenler tarafından maruz kalır.
Henüz sosyal değişimi algılayamamış ve bu konuda 126’ncı olan ebeveyn, modernleşmiş gibi görünen topluma karşı aynı maskeyi takarak “sağlıklı olsun da ister kız olsun ister erkek” sloganıyla cevap verir. Yalan söylemeye alışıktır. Bu cümlede genellikle “ zaten erkek olmadı başımıza dert aldık, bari sağlıklı olsun da ilave problem çıkmasın” düşüncesi saklıdır.
İnsanın ve insanlığın, hatta yeryüzündeki tüm canlıların ancak iki cins sayesinde varolabileceğini, bunun tabiatta ilahi bir kural olduğunu özümseyememiş olarak bilirler. Ancak hücrelerine işlemiş “ güçlüye yaranma ve yamanma arzusu” erkek çocuk sahibi olma isteğini hep öne çıkarır.
Bebeğin cinsiyetini öğrenen aile doğum için hazırlık yapmaya başlar. Kendisi için nelerin hazırlandığını bilmeyen bebecik renklerle sembolize edilmiş bir cinsiyet ayrımcılığına maruz kalarak dünyaya gözlerini açar. Kız ya da oğlandır. O artık bir insan ya da yarı insandır. Mavidir ya da pembedir. Üzerinde neler yazılacağı defalarca tartışılmış, pek çok değişiklikler yapılmış, ama rengi üzerinde hiç fikir yürütülmeyecek kadar katılaşmış cinsiyet ayrımının sembolü pembe kimlik kartını, yeniden ruh olup aynılaşıncaya kadar yanında taşıyacaktır.
Anne kendi beynine işlenmiş olan “birileri tarafından beğenilme mecburiyeti” duygusuyla; şirinleşsin, sevilsin ki ortada kalmasın diyerek hep süsler kız çocuğunu allı pullu.
Ayaklanıp hayata tutunma, bir şeyler yapma çabasına girdiği zaman da ayrımcılık devam eder. “ Elinin hamuruyla erkek işine karışma” diyerek olası becerisi elinden alınır ve karşı cinse bırakılır. Düpedüz yetenek hırsızlığı ve kayırmacılıktır aslında yapılan. Büyüdüğünde sosyal hayatta karşılaşacağı eksikliklere bir tuğla daha itinayla yerleştirilmiştir.
Aile alışılagelmiş davranışları yeni nesile aktararak, cinsiyetin sosyal yaşamdaki –ilkel- yerini korumasına ( erkekler bilerek, kadınlar alet olarak )destek verir.
Oyun ve okul çağlarında kızlar hep erkeklerden uzak tutulmaya çalışılır. Erkeklerin yaramazlıkları hoş görülür, kızlara yakışmaz. Kızla erkek arasında bir mücadele varsa kıza verilen ders “ sen ona uyma” olur. Mücadele azmi de çalınır benliğinden. Böylece teslimiyetçi bir ruh aşılanır kızcağıza.
Okuması nadiren istenir. Genellikle şans verilir. Erkeğin okuması için her şeyi seferber eden aile, kız kafasını kitaptan kaldırdığı anda, kötü yola düşmesin diye hemen evlendirme cihetine gidilir. Bu endişe ve yönelim aslında ailenin kendisine hakaretidir. O vakte kadar çocuğuna insani ve ahlaki değerleri tam verememiş olmalılar ki serpildiğinde kötü şeyler yapacağından endişe ederler.
Evde erkek kardeş varsa görev paylaşımında adaletsizliğe alıştırılır ve sindirilir. Erkek sofra toplamaz, yemek yapmaz, odasını toplamaz, temizlik yapmaz, … ev işlerinin hepsi kıza yüklenir. Adaletin minaresi çalınmış kılıfı da hazırlanmıştır.” Yarın kocaya vardığında yapacağı işleri şimdiden öğrenmelidir.” Şartlanma da tamam… Görev konusunda kıza karşı son derce cömert olan aile söz konusu özgürlük olunca birden pintileşiverir. Kız-erkek ve görev-özgürlük denklemi tepetaklak olmuştur. Ayrımcılık şiddetlenerek ciddileşmektedir. Oğlan olabildiğince hazırcı ve özgür olurken, kız hep göz önünde olmalı, hatta geliştiğini belli etmeyecek şekilde çevreden saklanmalı, zaruretten dışarı çıktığında örtünmeli, başını bağlamalı, en kısa sürede de başı bağlanmalıdır. Ayrımcılık toplumu bir balta gibi ikiye bölmüştür.
Kadınını ve kızını toplumdan izole etme, edemediği durumlarda onların yaratılış formunu değiştirecek şekilde giydirme (gizleme) düşüncesi ve eylemi erkek orijinlidir. Bu da başkasının olana kötü gözle bakmama erdemine ulaşamamış beyinlerin ürünüdür. Bir nevi kendini ele vermedir.
Hayatın her noktasında, özgürlük, eşitlik ve hak arayan insanın, yakın çevresinde, aile içinde ve hatta kendi içinde aksi davranışlar sergilemesi ihtiyaçlar hiyerarşisinde henüz birinci basamakta olduğunu gösterirken, günümüz dünyasının beğenmediğimiz ülkeleri arasında 126’ncı oluşumuzun da önemli bir etkenidir.
Kendisinin hakim olduğu ailesinde eşitliği ve adaleti sağlamayan –erkek- insanın, toplumda ve iş hayatında eşitlik ve hak araması beyhudedir.
Kadın, kadının karnından itibaren ayrımcılığa maruz kalır. Doğumundan itibaren sosyal ve inançsal baskılarla yetenekleri, mücadele azmi ve özgürlüğü elinden alınır, statülerine engel olunur. Sonunda sadece bedeniyle baş başa kalır.
- Kimi kadın bu bedeni bir kocaya vakfeder ve geçimini buradan sağlar,
- Kimisi de görsel ya da fiilen paraya dönüştürür.
Bütün –Janus- erkekler birinci tip kadına sahip olmak isterler. Ve yine bütün –Janus- erkekler ikinci tip kadına para kazandırırlar.