Türkiye’nin öcüleri var. Bunlara “dış güçler” ya da “dış mihraklar” deriz. Ne oldukları ve nerede oldukları zamandan zamana farklılıklar gösterse de toplum üzerinde yarattıkları etki ve doğurduğu sonuçlar hep benzer olmuştur. Emperyalizm, sosyalizm, İslamizm şeklinde görülen dış tehlikeler, içeride bir takım ideolojilerle sentezlenerek faşizm, kapitalizm, irtica gibi mücadele edilmesi gereken fikirler ve fiiller olarak tezahür eder. Dış güçlerin içerideki yansımaları iktidarda olan görüşe bağlı olarak değişir. Sağ görüş iktidardaysa tehlike komünizm, sol görüş iktidarda ise tehlike irticadır, şeriattır, faşizmdir. Hepsinin ortak düşmanı ise kapitalizm yansımalı emperyalizmdir, sanki, atasözüne dönüşmüş “parayı veren düdüğü çalar “ repliği batıdan gelmiş gibi.
Tekrarlar dururuz “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.” dünyanın geri kalanı dost hayatı yaşıyormuş gibi. Göktürklerden sonra Türk adını taşıyan ikinci devletten bu adı silmek istiyorlarmışçasına düşmanız herkese.
Dini ritüellerin günlük hayata yayılmaya başlaması sol görüş için tehlike çanlarının çalması demektir. Globalleşen dünyada ve dünyayla entegre olan ülkemizde ana ve tali inanç farklılıklarının oluşu tartışılmaz bir gerçektir. Ancak inançlara saygı sınavında kötü notlarımızın varlığı da kaçamayacağımız bir diğer realite. Sol ve etnik sağ görüş, dini ritüel ve sembollerin yaygınlaşması ve belirgin hale gelmesini, bu konuda çekişmelere sebep olabileceğinden risk olarak görür.
Batılılaşma ise sağ görüşün can düşmanı olagelmiştir. Etnik sağcılar kültürel, dini sağcılar ise İslami değerler açısından çekinceler taşıyarak, hep “bilim ve teknolojiye evet ama yaşam tarzına hayır” demişler, kültürün bilim ve teknolojiyle ilişkisini göz ardı etmişlerdir. Kültürün yaşama alışkanlıkları bütünü olduğunu, gelişmek için kültüründe en az gelişimi destekleyecek nispette değişmesi gerektiğini asla kabul etmeyip batının üreten aklı destekleyen yaşam tarzından uzak durup, ürettikleri ürünleri fahiş fiyatlara almaya devam etmişler ve edeceklerdir.
Gerçek düşman tam bu noktada ortaya çıkmaktadır: Aklın üretime dönüşmesini engelleyen her şey.
Uluslararası ilişkileri şekillendiren olgular; insanların algıladığı gibi tarihten gelen dostluklar, akrabalıklar, etnik yakınlık ve dindaşlık gibi duygusal kavramlar değil menfaatlerdir. Diğer saydığımız tüm değerler menfaati tesis etmek için kullanılan enstrümanlardır. Tabi bu müspet değerler ancak barışçıl politika üretenlerin enstrümanlarıdır. Bunların ötesinde, pazarlıklardan karlı çıkmak isteyen devletler, kendi ellerini güçlendirecek ve karşısındakini zayıflatacak bir takım oyunlara başvururlar. Ekonomik, stratejik, politik anlaşmalar ve alışveriş yapacak olan taraflar, ellerindeki milli güçlerinin tamamına entrika güçlerini de katarak masaya otururlar. Güçlü olanın zayıfın üstündeki etkisini herhalde tartışmaya gerek yoktur.
İnsanlık tarihi boyunca yaşanmış onca din, akraba ve para kökenli eziyet ile bu acılardan çıkarılan dersler ve edinilen meziyet, topyekün mutluluk sağlayacak bir insan ve adil bir yönetim ortaya çıkaramamıştır. Nispeten bu seviyeye yaklaşan toplumlar da diğer toplumların huzurunu ve kaynaklarını sömürerek bunu sürdürmeye çalışmaktadır.
Yeryüzü nimetlerinin, yakın çevremizdeki kesitine baktığımızda, ülkemizin,coğrafi konumu gibi bir köprü ya da iletken olduğumuzu görebiliriz: Aklın üretken olduğu batı ve toprak altının üretken olduğu ortadoğunun tam ortasında. Fikir hayatı olarak da kaderci arabesk yapı ile batı yaratıcılığı arasında bazen muallakta kalan bazen pingpong topu gibi gidip gelen bir toplum.
Batılı ve sömürgen devletlerin, edindiği refah seviyesini sürdürebileceği kaynak ve enerji ihtiyaçlarını barındıran Ortadoğu ile ilişkilerini, alıverişlerde avantaj yaratacak dengesizliğe getirme çabası, bu coğrafyadaki kavgalara ilişkin bütün soruların cevabıdır.
Sömürgen
batının iki şeye ihtiyacı var; akıl ve
teknolojisiyle yapacağı üretim için gerekli hammadde ve enerjinin temini ile
ürettiklerini satabileceği üretemeyen bir pazar.
Her iki ihtiyacı da en ekonomik şekilde karşılayacak ve bunu uzun vadeye yayacak çözümler bulmak arayışı sömürgen batıyı, enerji ve kaynak coğrafyalarının üzerinde birtakım oyunlar oynamaya yönlendirmiştir. Bu oyunda kullanılacak enstrümanlar, insanlıkla birlikte taşınagelen etnik milliyetçilik ve dinin yanında, insanın gelişimiyle birlikte türettiği değerler; demokrasi, insan hakları ve özgürlük gibi kavramlar olacaktır.
Türkiye’m, yeryüzündeki konumu ile haklı olarak hep övünmüştür. Gerçekten, yukarıdan bakan bir “objektif”in görüntülerine baktığımızda; eski dünya olarak da tanımlanan üç kıtanın ortasında bir köprü ve buluşma noktası olarak görünmektedir.
Bu görünen fiziki haritanın üzerine; inanç haritasını, yer altı zenginlikleri haritasını, teknolojik gelişmişlik ve sanayileşme haritasını, insan hakları gelişmişlik haritasını, bireysel özgürlükler haritasını, milli gelirin fertlere dağılım dengesi haritasını, eğitim düzeyi ve okullaşma oranı haritasını, dünya zenginliklerinden istifade etme oranı haritasını, göç haritasını, vs, vs, koyduğunuzda da, ülkemin bir transformatör olduğu görüyorum. Zenginliği fakirliğe fakirliği zenginliğe dönüştüren bir transformatör.
Hammadde ve enerjiye, yani malvarlığına sahip Ortadoğu, bu zenginliklerini batıya satarken fakirleşiyor. Hiçbir şeyi, iş gücü bile olmayan batı, Afrika ve Ortadoğu’dan hammadde, enerji ve işgücünü alıyor ama fakirleşmiyor. Aldığı girdileri, tek sermayesi akılla birleştirip, ellerindekini refaha dönüştürmesini beceremeyenlere satarak zenginleşiyor. Özet: Coğrafyasında her şeyi (akıl hariç) barındıran halklar fakir, her türlü girdiyi dışarıdan alan batı zengin.
Ülkem bu resmin neresinde? Tam ortasında... Maddi ve manevi zenginlik ve yoksunluğun tam ortasında. İyi bir komisyoncu olsa, aya ilk giden olabilirdi belki. Her türlü yolu bünyesinde barındıran ülkemin aklı, Deli Dumrul’unki kadar bile olsaydı, bu muhteşem köprüden toplayacağı komisyonla, refah düzeyi tavanda olurdu.
Türkiye, coğrafyalara has zenginliklerin akışına köprü görevi yaparken, medeniyetler ve kültürler arasında da separatör görevini yürütmektedir. Pek çoğu bu pozisyonu buluşturucu, birleştirici olarak tanımlasa da, bana göre, ortada duran şey iki yanındakini ayırır.
Türkiye, maddi zenginliklerin, batı lehine akışına köprü olurken, doğu kültürünün batıya geçişini bloke ediyor. Batı, mallarını doğuya satarken mallarla birlikte kültürün de geçişine müsaade ediyor. Akıllının aklına uygun politikalarla vaziyeti idare ediyor.
Batı aklı, alışveriş yapacağı ülkelerin zayıflamasını ister ki, alışveriş karlı olabilsin. Ülkemle ilgili politikalarında da aynı prensipte oldukları şüphesizdir. Zenginliklere dair anlatılanlar şehir efsanesi değilse onlardan sebeplenmek, yalansa bile Deli Dumrul olamayalım ve iyi bir pazar olalım diye, diğer tüm ülkeler gibi bizim de zayıf kalmamızı isterler.
Haritaya baktığımızda, gelişmişliğin, üretime yönetilmiş akıl olduğunu fark ettik. Öyleyse, zayıf kalması istenen ülkelerdeki, insanların aklıyla oynamanın ve üretimden başka bir şeylere kanalize etmenin getirisini görememek mümkün değil. Bunun başarılı olması da yine ve ancak akılcı çalışmalarla olur. Nüfusun dokusunu, hassasiyetlerini ve hasletleri çok iyi tahlil etmelidir. İstatistiki, sosyolojik, kültürel, arkeolojik ve antropolojik çalışmalar toplumsal birikim ve yönelimleri tespit için uygun alanlardır. Zira bunlar tırıvırı konular olduğu için yetişmiş bilim adamımız pek azdır ve ecnebilere ihtiyaç vardır. Nitekim öyle olmuş ikinci dünya savaşı öncesinde başlayan çalışmalarla memleketin etnik ve inanç haritası çıkarılmıştır. Hatta bu grupların birbirleriyle ve devlet otoritesiyle olan fiili ve fikri ilişkileri de ortaya konmuştur.
Çıkan sonuç, üzücü düzeyde ilkel benlik barındırıyor. Ziya GÖKALP’in, ancak bir zooloji terimi olabilir dediği ırkçılığı, kendine yakıştıranların sayısı ürkütücü düzeylerde. Milliyetin sosyolojik bir kavram olduğu ve eğitimle geliştirildiğini anlatmak ise deveye hendek atlatmaktan güç.
İnanç konusunda da durum benzer. İlk emre karşı son derece itaatsiz olan bu kitle, bu özelliğiyle, sorgulamayı, şirkle bir tutacak kadar durağan bir itaate teslim olurken, beyin jimnastiğine son derece keskin ve karşı konulamaz bir fren yaptırmaktadır. Kitleyi birleştirebilecek tasvir ve semboller haram olduğundan, peygamberin ölümünden itibaren ayrışmaya başlayan inanç da birleşmesi durumunda kuvvet olabilecek nüfusu ayrıştırmak için kullanılagelmiş bir enstrüman olarak, yeni durumlarda rol almak üzere hazır beklemektedir.
İkinci DÜNYA Savaşına fiilen katılmasak da, ekonomik ve politik çöküntüsünden kaçınmak mümkün olmadı. Bunun yanında, Rusya korkusunun, çiçeği burnunda cumhuriyete rejim ihraç edebilecek olan komünist Rusya korkusunun ve buna karşı, batı destek ve batıyı destek politikalarının yeşermesine zemin hazırladı. İkiye bölünen dünyanın yine bölüm çizgisinde kalan Türkiye, devleştirilen öcü komünizme karşı, topun ağzında bir ülke olarak batıyı hep arkasında hissetmek istedi. Ve batı hep arkamızda oldu, en çok puanı onlar aldı…
Cumhuriyetin kuruluşu aşamasından itibaren, din kurallarına dayalı bir toplumsal yaşam isteyenler, bu arzularını çeşitli şekillerde göstermişler ve cumhuriyetçiler için yeni bir öcü oluşturmuşlardır. Bu öcü de, çevremizde neler olursa olsun, içeride mutlaka mücadele edilmesi gereken bir öcüydü. Çünkü akla tazyik olan batı felsefesini bloke etmeye çalışan bir akımdı.
İşte bu fikri manyetizmayı sömürgen batı çok sevdi.
Bin yıldır din etkin bir kültürden gelen bu toplumu, batı, yeni simasıyla Avrupa’nın bir parçası olmaya aday olarak, elinin ucundan tuttu. Ancak bu destek, asla, arap kültüründen sıyrılıp çıkacak güçte değildi. Türkiye, sergilediği bu manzara ile arafta kalmış gibiydi. Ne hayranı olduğu batının akıl ve teknolojisine ulaşabildi, ne din zeminli hayat felsefesinden sıyrılabildi, ne de tamamen din etkin bir hayata geçebildi.
Seçimlerden ve seçilenlerden korkan bir demokrasi anlayışı,
Demokrasiden korkan bir seçim sistemi,
İnanç özgürlüğünden korkan bir laiklik anlayışı,
İnanç özgürlüğü olan laiklikten korkan bir inanç,
Hak vermekten korkan bir insan hakları anlayışı,
Hukuku yok sayan bir hak anlayışı.
Cumhuriyetçilerin, gericileştirdiği muhafazakar görüş ve muhafazakarların gavurlaştırdığı cumhuriyetçi görüş, törpüleyici söylemleriyle birbirlerini hep keskinleştirdiler ve sivrilttiler kime batacağını düşünemeden.
Nihayet, toplum; ona bugünkü değerlerini
sağlayan iki Mustafa’yı aynı anda sevemeyen, birini tercih etmek zorunda
hisseden, gönül ve akıl kıtlığına sevk
edildi. Ne Muhammed Mustafa’nın
müjdelediği ilk emre itaat, ne de Mustafa Kemal’in açtığı akıl yolunu takip
edemeyen; dolayısıyla hem ilmi hem aklı ithal eden bir toplum oldu.