Güzel ve dostlarla dolu bir bayram sezonu geçirmiştim. Herkes evine döndüğünde, hüznü kaldıysa da geride, kendimi yine de mutlu hissediyordum. Akşamüstü, ön bahçedeki hamağa uzandım. Elim de kocaman bir bardak buzlu çay, tadını çıkararak yudumluyor, bir yandan da önümde uzanan vadinin yeşilliğinde gözlerimi ve ruhumu dinlendiriyordum. Duyduğum tek ses, ağaçların yapraklarının ardına gizlenmiş ve daldan dala geçerek cıvıldaşan, kuşların sesiydi. Hafiften birde esinti katılınca, bu güzel ortama, keyfim yerine gelmişti. Sıcak havayla pek aram yoktu çünkü.
Hamağın sallaması için ayağımı sarkıtıp, yerden şöyle bir güç aldım ve yeniden arkama yaslanıp, rüzgâr yüzümü okşarken, ben doğanın güzelliğini seyre daldım. “Oh! Ya!.."Dedim, Yaşamak ne kadar güzel.”
Sen misin böyle söyleyen? Daha bu sözcükler ağzımdan dökülmüştü ki, kulaklarımı sağır edecek bir uğultudur kapladı her yanı. Yoksa gümbürtü mü desem buna, artık bilemiyorum! Ne olduğunu anlamak için, olduğum yerde doğrulunca, bir de ne göreyim? Karşı tepelerin üzerinden, sanki gökyüzüyle birleşmişçesine, koyu lacivert bir su, kabarmış, aşağı doğru geliyor. Hem de ne geliş. Her taraftan ve aynı anda. Gözlerim ve ağzım bir karış açık hipnoz olmuş gibi, öylece baka kaldım. Sanki bir tusunami oluyordu. İyi de, bu nasıl olabilirdi ki?
Deprem falan olmamıştı. Üstelik, deniz seviyesinden de nerdeyse, 600 – 700 metre yüksekte, şehirle dağın ortalarında bir yerdeydi bulunduğumuz yer. Ardından, daha erken olmasına rağmen, gökyüzü garip kızıl, sarı, mor ve yer yer siyahlara bürünüverdi. Gökyüzünün böyle bir renk aldığına şimdiye hiç şahit olmamıştım.
“
Aman Allah’ım… Yüce rabbim!...” diye korkuyla titredim.
“Dağın tepesinden güldür, güldür dökülmeye başlayan, bu su da nerden geliyordu, neyin nesiydi?”
Bir anda, yıllar önce ziyaret ettiğim Niyagara Şelalesi geldi gözlerimin önüne. Aynı, orada olduğu gibi yoğun bir su kütlesi, büyük bir hızla ve gürültüyle, önümde uzanan vadiye dolmaya başlamıştı. Hemen içeri girip üst kata çıktım.Oradan deniz, çok daha net görünüyordu çünkü. Oy!.. Baktım o cephede de durum aynı. Deniz de kabarmış, kalkmış geliyor? Bir anda ortalık karıştı ve her taraftan bağrışmalar ve çığlıklar yükselmeye başladı.
Son yıllarda, kıyamet konusunu işleyen birkaç film izlemiştim. Ama yemin ederim, şu anda gördüğüm manzara, hepsini bastırır durumdaydı,. “Biz görmeyiz diyordum, kim bilir ne zaman olur?” Ama yanılmıştım sanırım. Bu kıyamet günü olmalıydı! “Elle gelen düğün bayram“ deyip, eşim Julian’ın çalışma odasına koşturdum. Orada yoktu. Yatak odasına koşturdum, orada da yoktu. Çıldırmış gibiydim, tam bir üst kata çıkacaktım ki, bornoza sarılmış elinde bir baş havlusu, saçlarını kurulayarak banyodan çıktığını gördüm. Rahatının bozulmasından dolayı, yüzünde hoşnutsuz bir ifade,
-What is happening woman? What is that noise? diye bağırdı
. (Ne oluyor be kadın, … Ne bu gürültü? O korku ve sinirle ben de;
-Elinin körü oluyor, dedim ve gerisi onun dilinde sürdürdüm.
- Everything will be under water soon! – (Her şey birazdan sular altında kalacak!)
Halime, tavrıma şaşırmış, soran bakışlarla yüzüme bakarak;
- What have you done ? dedi – (Yine ne yaptın?)
-Hah! Oldu. Sen yine bana at suçu! Diye, şarladım hırsla.
Çünkü bu onun en iyi becerdiği işti. Bu cevap sinirimi iyice hoplatmaya yetmişti.
- Not me idiot You! God did it! Doomsday is here! We are all going to die! - ( Ben değil seni salak! Allah yaptı... Kıyamet günü geldi. Hepimiz öleceğiz… diye bağırdım)
O ise hala üste çıkmaya çalışıyordu.
- What the fuck woman? – ( Ne saçmalıyorsun be kadın?)
- Is that so? Look out and see then! – (Öyle mi? dedim, dışarı bak da gör o zaman.)
- Okay, finally out of your mind! – ( Tamam.. dedi, Nihayet aklını kaçırdın.)
Ben ne zaman bir şeylere kızıp, bağırmaya başlasam böyle derdi zaten. Gerçek olsun diye bekliyor zahir(!) Daha fazla laf yetiştirecek halim yoktu. Onu koridorda bırakıp, tekrar can havliyle, merdivenleri ikişer, üçer atlayarak, giriş katına indim.. Oradan da bahçeye. Ara sıra havuzda kullandığım, sünger makarna ve şişme yatak arka bahçede duruyordu. Kullanacağım zaman hazır olsun diye yatağı, söndürmüyordum hiç. İkisini de kaptığım gibi tekrar gerisin geriye, yukarı çıktım.
Baktım, Julian, çalışma odasının kapısı önünde, koca mavi gözleri yuvalarından fırlamış ve tıpkı benim az önceki hipnoza girmiş halim gibi ayakta dikilmiş duruyor. Anlaşılan dediğime itibar edip, pencereden bakmış. Kolundan tutup sarstıktan sonra, plastik makarnayı hemen, onun eline tutuşturdum ve koluna yapışıp, çekiştirerek, en üst kata çıkan merdivenlere yöneldim. Bir yandan da bağırmaya devam ediyordum.
- Let's go to the top floor!.. Come quick! - (Hadi en üst kata çıkalım, çabuk ol)
Koca deniz yatağı elimde, merdiveni sağa sola çarptırarak, zar zor ve patlatmadan kendimi terasa atmayı başarmıştım. Ardımdan elinde sünger makarna Julian da geldi. Sular, bizden daha çabuk yerleşmişti bahçeye.“Ah! Keşke tüm sevdiklerim yanımda olabilseydi” diye, çırpınıp duruyorum. O zaman bu kadar üzgün olmazdım. Birlikte gelmemiştik dünyaya ama bu kıyamet günüyse eğer, hep birlikte giderdik hiç olmazsa(!)
Bir aşağıdan kabaran suya, bir, elimde sıkıca tuttuğum şişme deniz yatağına, bir de Julian’ın eline tutuşturduğum, sünger makarnaya baktım. “Hay salak Billur seni… diye alay ettim kendimle. "Bunlar mı kurtaracak sizi be?" Sanki Nuh’un gemisi(!) Öylesine medet ummuş ve yapışmışım bir karış deniz yatağına. Sular nihayet, alt katı doldurup, üst kata doğru tırmanmaya başlamıştı bu arada.
"Daha ne bekliyorsun ki kızım? diye söylendim. Adım şu kuşuna çıkmıştı zaten. Öyle de böyle de öbür tarafa da gidecektim madem!.. “Bari son bir defa daha yüzeyim” diyerek, deniz yatağını elimden fırlatıp, çıktım terasın kenarına, gözlerimi kapattım ve balıklama daldım suya. Hoş bir serinlik kaplamıştı tüm bedenimi. Derinlere doğru inerken, sanki biri çağırıyor gibi gelmişti beni.
-Ay! Billur hanım, affedersiniz! diyordu. Hayret, sesi ne kadar da net duyuluyordu.
Orada olduğunuzu görmemiştim...
Gözlerimi açtım hemen. “Ne göreyim?“ Hamakta uyuya kalmışım meğer! Kıyametin falan koptuğu da yoktu. Yan komşu bahçe sulamasının otomatiğini açınca baştan aşağı bir güzel ıslatmıştı beni. “Şükür Allah’ım” deyip, derinden bir “Oh!” çektim.Elim göğsümün üzerinde "Allah'ım gerçeğini gösterme sakın" dedim. Rüyası bile dehşete düşürmeye yetmişti çünkü.
Şimdi bunu anneme anlatsam ve beni anlasa, “Senin k.çın, açıkta kalmış kızım” derdi kesin. Ee.. Doğruydu da...Açıkta kalmıştı da gerçektende. Rüzgâr, filenin altından üfürüp durmuştu uyuya kaldığım sürece. İçinde buzlu çay bulunan bardağı, hala sıkı sıkı tutuyordum elimde.Ama öyle yapışmışım ki çay sanki yeniden demlenmiş gibiydi içinide. Gerçeğin anlaşılmasıyla, yüzümde kocaman bir gülümseme, kalkıp indim hamaktan.
- Zararı yok. Komşum, dedim,
serinlemiş oldum sayende.
Üstümü değiştirmek için eve girdim. Baktım, julian’ı aynı rüyamda olduğu gibi, (yoksa kâbusumda mı desem) bornoza sarılmış banyodan çıkıyor. Tersine pek bir neşeliydi ve yüzü gülüyor.
-
Oh! I feel good! What a relived! Dedi, yani….
Oh! Kendimi iyi hissediyorum, rahatladım.
Gözü ıslak giysilerime takılmıştı, ama sormadı. Havuza böyle girmiş bile düşünüyor olabilirdi, deliyim ya ben!
"Who cares ? " dedim içimden... Yani.. Kime ne?
Ardından, bir elimin yumruğu kapalı, baş parmak havaya kaldırdım. Biraz da şımararak, yine onun dilinde cevapladım.
-
Same for me dear, same for me! Yani...
-
Aynen, ben de canım, aynen...
***