HURŞİT DEDE
 
Pencerelerimizden güneş yavaş yavaş kaybolurken,yerini İstanbul’un ve “Kız Kulesi”nin renkli ışıklarına bırakmıştı. Yıllar oturduğumuz Üsküdar İmrahor’daki iki katlı ahşap evimizin en güzel tarafı, bu manzarasıydı. Küçük bahçemizde ki incir ağacımız küçüklüğümüzden beri hepimize oyuncak olmuştu,
 
Bütün gün iner çıkardık ve mevsiminde de çok güzel incirler verirdi.
Annem her ne kadar ’’Aman çocuklar düşersiniz… İncir ağacından düşmek de iyi değildir’’ dese de, ağabeylerim de, ben de vazgeçmezdik bundan. Çünkü  bizim tek eğlencemizdi.
 
Bahçenin en kuytu köşesinde eskiden kalma bir mezar taşı vardı. Oraya hiç gitmezdik. Annem devamlı bakımını yapar, dua eder, bize de, orda HURŞİT DEDE yatıyor, sizde dua edin derdi.
 
Ben yedi yaşımdan itibaren bu nasihate uymuş, her gün Hurşit Dede ye dua etmiştim. Artık 12 yaşındaydım. Osman abim 15,  Ali abim ise 18 yaşındaydı.  Annem sırayı bozmamış üç yıl aralarla iki erkek, bir kız sahibi olmuştu. Kendini bildi bileli, hayatını bize adamış, babamın maaşıyla bugünlere kadar idare etmişti.
 
Babam, tapu dairesinde çalışan mütevazı bir memurdu. Sessiz bir adamdı. Eve geldiği gittiği hissedilmezdi bile…
 
Üsküdar Nene Hatun ilköğretim okulu 6.sınıfa başlamıştım. Osman abim Üsküdar lisesine gidiyordu ve  Ali abim de liseyi bitirip, üniversite sınavlarına hazırlanmaktaydı. Babam, “Hayata alışsın” diye, Ali abime, tanıdığı bir nalbur dükkanında iş bulmuştu. 
 
Sabahları denk gelmese de, akşamları tüm aile mutlaka sofrada buluşu ve annemin hazırladığı, sade ama Lezzetli yemekleri iştahla yer, gün içinde ki olaylar hakkında sohbet ederdik. Yemek sonrası annem
 
’’Güler kızım çayı demle bakalım’’diye bu görevi bana devrederdi. Çay demlenirken, bulaşıklarlar için anneme yardım etmeyi de ihmal etmezdim.
 
Çay saatimiz çok keyifli geçerdi. Gerçi bu keyif, Ali abim, arkadaşları ile kahveye gidince ve Osman abim de dersleri için odasına kapanınca babam, annem bir de ben ile sınırlı kalırdı genelde. Ben o güzel İstanbul’un gece manzarasına karşı, onlarla çayımı içer, sonra derslerime bakardım.
 
Evde ki antika ayaklı saat 12’yi vurduğunda, saat 11 de eve dönen Ali abim dahil, herkes yatmaya giderdi. Senelerdir bu prensip hiç değişmemişti. Eskiden 9’da yatarken, şimdi 12’de yatmak bana kendimi büyümüş hissettiriyordu.
 
Antika saatle beraber evimizde birçok tarihi eser mevcuttu. Fransız bir konsol, işlemeli yemek takımı, Osmanlı fincanları, bir berjer takım ve daha buna benzer birçok ıvır zıvır vardı. Babam;
 
’’Tek sermayemiz bunlar. İyi koruyun çocuklar, ilerde çok işinize yarayabilir’’ der ve  hepsini gözü gibi muhafaza ederdi.
 
Oysa bu antikalar içinde, geçim sıkıntımız had safhadaydı. İki bayram üst üste aynı elbiseyi giyer, senede bir çift ayakkabıyı bile zor alırdık. Okul masrafları babamın belini yeterince büküyordu. Bu yüzden, Ali abimin getirdiği az bir haftalık bile aranır olmuştu.
 
Ama yinede  mutlu bir aileydik biz. Küçük ayrıntılar ile  mutlu olur, doğum günlerimizde, annemin yaptığı kek bile bize çok büyük bir olay gibi gelirdi.
 
Zaman zaman Hurşit Dede’nin başında dua ederek, Allahtan dileklerde bulunurdum. O anlar, sanki Hurşit Dede, bana cevap verir ’’Ümidini yitirme kızım ‘’derdi. Çok huzurlu olur, eve mutluluk içinde  dönerdim. 
 
O yaz, Osman abim ve ben sınıflarımızı geçmiştik. Ali abim ise, sınavlarda Hukuk Fakültesini kazanmıştı. Evde bir bayram havası esmişti adeta.
 
Nadiren aldığımız etleri, bahçede mangalda pişirmiş meyva suları ile  kutlarken, Hürşit Dede’yi de ihmal etmemiştik. Yeşil renkli ve sarıklı mezar taşını bir güzel temizleyip  iyice sulayarak, başında dualar etmiştik. 
 
Yazın özel bir şey yapma imkanımız olmadığı için genelde Osman Abim ile aşağı Salacak plajına iner, denize girenleri seyrederdik. Bazen de keten helva alıp bölüşürdük. Bu küçük olaylar bize hep mutluluk verirdi.
 
Bazı yaz akşamları, yanımızdaki Vakıf arsasında yakar top oynar, ancak terden su içinde kalınca eve öyle girerdik. Annemin söylentileri arasında  yıkanır, üstümüzü değiştirir, yemek hazırlığına başlardık. Tüm maddi sıkıntılarımıza rağmen hep gülerdik ve işlerimiz hep rast giderdi, bunları hep Hurşit Dede ye bağlardık.
 
Kış geldiğinde, babam muhtardan aldığı bir belgeyle kömürü belediyeden bedelsiz alıyordu ve bu kömür bize bir kış yetiyordu.   Soba yakarken kullandığımız odunu ise, babam kendisi alıyordu.  Kışın banyo sıkıntımız olsa da odunlu termosifonu, bir kere yakınca,  hepimiz sıraya girip, güle oynasa yıkanıyorduk.  
 
Annemiz, babamız bize kimselere özenmemeyi, şükretmeyi bilmeyi  küçük yaşlardan beri öğrettikleri için her durumdan bir mutluluk payı çıkartmayı biliyor ve sahip olduklarımıza daima şükrediyorduk. Babam Sizin en büyük hazineniz sağlığınız ve tahsiliniz’’derdi hep.
 
Nihayet kış iyice kendini göstermiş ve kar yağışları başlamıştı. Her yer bembeyaz olduğunda, bahçede kartopu oynamak çok zevkli oluyordu. Ama ellerimiz, ayaklarımız üşüdüğü için bu işi genelde kısa tutuyorduk ve Hurşit Dede’nin karlarını temizledikten sonra hemen İçeri kaçıyorduk.
 
İşte böyle günlerden birinin gecesiydi. Geç vakit aşağıdan gelen gürültülerle hepimiz yataklarımızdan fırlamıştık. Annemle ben korkudan tir tir titrerken, sesler biraz hafifleyince, babam ve Ali abim önde, hep beraber usulca aşağı indik.
 
Gördüğümüz manzara oldukça şaşırtıcıydı. Yerde boylu boyunca uzanmış bir adam duruyordu ve yanında ki çuvala bizim evimizden topladığını anladığımız antikaların bir kısmı, etrafa saçılmıştı. Gördüğümüz manzara ile, onun hırsız olduğunu hemen anlamıştık.
 
Ancak adam bizim geldiğimizi fark etmemiş ve öylece hareketsiz yatıyordu. Babam, Osman’ı hemen karakola koşturdu. Biraz sonra da gelen polisler, adamın halini görünce,
 
’’Siz mi dövdünüz bunu?’’ diye sorunca, Babam şaşkınlıkla;
 
 ’’Hayır efendim, ne münasebet” dedi. Biz aşağıya indiğimizde adam bu haldeydi zaten.’
 
 ’’Merdivenlerden düşmüş olamaz,” dedi polis. “ Çünkü yattığı
Yer merdivenlerden uzakta’’
 
Adamı karga tulumba arabaya atıp hastaneye götürürlerken, babamı tanıyan karakol polisi,  sabahleyin karakola gelmesini söyleyerek, zabıt tutup gitti.
 
O gece bir daha gözümüze uyku girmedi ve yatmadık. Sabah babam önce işe, sonra da izin alarak karakola gittiğinde, komiser, karakol raporunu  ona okumuş ve aynen şöyle yazıyormuş.
 
‘’Kolu, elmacık kemiği, çenesi ve dişler kırık vaziyette hastaneye kaldırılan, sabıkalı hırsız Avni Dağlı’nın verdiği ifadeye göre, gece 04.00 sularında hırsızlık amacıyla girdiği, … Nolu evden çaldığı antikalarla, tam kapıdan çıkarken, iriyarı, uzun boylu, sakallı bir adam tarafından ölesiye dövüldüğünü ve adamın  kendisine, (Benim adım HURŞİT, sakın unutma bunu)dediğini beyanla etmiştir.’’
 
Bunun üzerine sonra komiser babama sormuş. 
 
 ’’Peki kim bu Hurşit. Siz de bu isimde biri var mı?’’ 
 
Babam hayretler içinde kalmış o an. Ev halkını isimleri  tek tek verdikten sonra,
 
Bizim bildiğimiz tek Hurşit var, o da bahçemizde bulunan Hurşit Dede diye bildiğimiz bir yatır” diye cevaplamış. 
 
Bunu duyan komiser, ne desin bilememiş. Fakat ertesi gün karakoldan ve belediyeden memurlar gelip,  kanuna aykırı olduğunu söyleyerek bahçedeki Hurşit Dede’nin mezar taşını,  söyleyerek söküp götürdüler.
 
Ailece, o haftayı çok gergin geçirdik. Olanlar hepimizin sinirlerini bozmuştu. Sonunda babam, Hurşit Dede’nin mezarını açıp, kemiklerini de aile mezarlığımıza defnederek başucuna bir taş dikmemizin uygun olacağını söyleyince, hafta sonu ailece mezarın başına toplandık. 
 
Annemle ben dua ederken, babam, Ali abim, usulca  mezarı kazdılar. İçinden topladıkları kemikleri bir torbaya yerleştirmiş ve kazılan çukuru tam kapatıyorlardı ki, abim heyecan içinde,   
 
“Hey!.. Durun “ dedi, “ Galiba burada ser bir şey var.”
 
Yavaşça eşeleyince de ne görelim? Yatık vaziyette kocaman bir küp değil mi bu? Hemen çekip dışarı çıkarttılar. Babam, hepimizin şaşkın bakışları arasında “Bismillah” deyip yere çöktü ve küpün ağzını az bir uğraşla açtı ve hepimizin gözleri fal taşı gibi açıldı. Gördüklerimize ze inanamıyorduk adeta. Çünkü küpün içi, ağzına kadar Osmanlı altınıyla doluydu.
 
ŞİMDİ…..Küpten, devletin verdiği payımıza düşen miktar sayesinde, eski ahşap evimizin yenileyerek yaptırdığımız güzel köşkümüzde oturuyoruz. Babam ayrıca, yandaki Vakıf arsasına   bir de ’’HURŞİT DEDE İLKÖĞRETİM OKULU’’ yaptırdı.
 
Bütün bunların en önemlisi de, artık Karacaahmet mezarlığında, devamlı ziyaret giderek, minnettarlığımızı yinelediğimiz, ailemizin kurtarıcısı saydığımız mermer taşlardan yapılı bir  “HURŞİT DEDE” mezarımız var.

                                                               * * *

( Hurşit Dede başlıklı yazı KRISTAL tarafından 4.10.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu