...



Uzun bir araba yolculuğunun ardından nihayet Ankara sınırları içerisine girmişlerdi. Engin’in gençlik yıllarının bir kısmını bu şehirde geçirmiş olması, işleri biraz olsun kolaylaştırmıştı. Engin, Ayşegül ve kızları Yağmur’u Diyarbakır’da bırakmış ve önden gelip oturacakları evi ve aradıkları nezih semti bulmuştu. 

Batıkent Engin’in söylediği gibi sakin, şehrin karmaşasından uzak ve saygın insanların yaşadığı bir semtti. Kendi içinde parçalara bölünmüş, dublex evlerden ve çok katlı binaların olduğu sitelerden oluşan bir yerdi Batıkent. Sokakların genişliği, park alanları, çarşıları ve yeşil suretiyle hayranlık uyandıran bu kenti daha şimdiden sevmişti Ayşegül.

Astsubaydı Engin. Onbeş yıla yakındır bu mesleğe hizmet etmişti. Doğu görevlerini Diyarbakır’da tamamlamış ve yeni bir şehrin iç yüzüyle karşılaşmanın verdiği heyecanla, yol boyu hayallere dalıp, Ankara’nın telaşlı ve yorgun kalabalığının arasından geçerek nakliye kamyonundan önce oturacakları evin kapısının önüne gelmişlerdi.

Ayşegül eşyalar kamyondan indirilirken adamlara sürekli direktifler veriyordu; ’İçinde kırılacaklar var, dikkat edin! Aman sakın çizilmesin!’ O sırada yoldan geçen bir kadın gülümseyerek ’Kolay gelsin’ demişti Ayşegül’e. Ayşegül alışkın olmadığı bir yanından yakalanmışçasına şaşkın; ’Teşekkürler’ diye cevap vermişti...

Aradan geçen üç haftanın ardından kızları Yağmur’u sıkı bir araştırmadan sonra, o çevrenin en seçkin okuluna kaydettirmişlerdi. Engin kısa bir süre sonra işe başlamış, Ayşegül ise titizlikle evleri ve kızları Yağmur’la ilgilenmeye adamıştı kendisini. Her şey yavaş yavaş düzene girmeye başlamıştı. 

Ertesi hafta okullar açıldı. Ayşegül heyecan içindeki kızını okula götürdü. Akşama doğru çıkış saatinde Ayşegül, okulun bahçesinde Yağmur’u almak için bekliyordu. Az sonra yanına bir kadın yaklaştı. Ayşegül önemsemedi önce. Kendine has, duruşundaki o kibirli ve alaycı tavrı her zamanki gibi yerli yerindeydi. Aslında kötü niyetli bir kadın değildi Ayşegül, fakat tanımadıklarına karşı kalkan gibi beliren koruyucu özgüveni her ihtimale karşı iş başındaydı yine. Kadın; ’Merhaba’ dedi. Ayşegül oralı olmadı ilk önce, sonra etraflarında başka kimsenin olmadığını mecburen fark edince, utanma belası isteksiz bir ’merhaba’ döküldü dudaklarının arasından. Kadın kelamına karşılık bulmanın sevinciyle konuşmaya devam etti;

- Sanırım Ankara’nın yabancısısınız. Ama güzeldir şehrimiz, seveceğinize eminim..
- Evet yeni taşındık. Siz o günkü bayansınız. Eşyalarımızı indirirken ’kolay gelsin’ diyen. İyi ama nerden anladınız yabancısı olduğumu?
- Plakanızı değiştirmemiştiniz...
- Ah evet, haklısınız..
- Kaçıncı sınıfta kızınız? O gün görmüştüm de..
- Bu yıl dörte başladı. Siz kimi bekliyorsunuz?
- Ben de kızımı bekliyorum. O da bu yıl dörde geçti. Üç tane evladım var. Bu en küçüğü. Malum zaman kötü, insanın içine sinmiyor yalnız bırakmak. Hem de kız çocuğu olunca... İşten koştur koştur çıkıp okula geldim. Neyse ki yetişmişim, henüz zil çalmadan..
- Çalışıyor musunuz? Ne güzel.. Ne iş yapıyorsunuz?
- Evet çalışıyorum. Sabah yedi, akşam beş. Bir benzinlikte pompacıyım..
- Nasıl yani? Siz şimdi kadın başınızla erkeklerin yaptığı bir işte mi çalışıyorsunuz?
- Evet. İlk duyan herkes şaşırıyor ama inanın erkeklerden bile daha iyi olduğumu iddia edebilirim. Ayrıca işimi çok seviyorum.
- Eşiniz çalışmıyor mu? Hem madem siz çalışıyorsunuz, neden o gelmiyor kızınızı almaya?
- Eşimi dört yıl önce kaybettik. Takdir-i ilahi..
- Ah özür dilerim. Başınız sağ olsun..

...

Ayşegül eve geldiğine hala o tuhaf ve gözleri hüzünlü bakan kadını düşünüyordu. Henüz adını dahi bilmediği bu gösterişsiz ve bakımsız kadının neler yaşamış olabileceğini hayal ediyor, kendisini onun yerine koyup empati yapmaya çalışıyordu. Akşam Engin’e de bahsetti o kadından. Nasıl oluyordu da bir kadın onca erkeğin içinde, hiçbir kadının yapmaya cesaret edemeyeceği bir işte çalışıyordu.

Ertesi gün ve ondan sonraki günlerde de sık sık karşılaşmaya başladılar. Ayak üstü bir kaç söz ediyor ve ayrılıyorlardı. Aslında birbirinden bir hayli farklı olan bu kadınların, görünürde ortak sayılabilinecek tek noktaları çocukların aynı okulda okuyor oluşuydu. Ayşegül, bakımlı, düzgün fizikli, kültürlü ve zevkli bir kadındı. İsmini günler sonra öğrendiği Zeynep ise, alımsız, belli ki kültürsüz ve hatta erkek görünüşlü sayılacak kadar da kaba mizaçlı bir kadındı.

Günler haftaları kovalıyordu ve Ayşegül farkında olmasa da bu kadını sevmeye ve benimsemeye başlıyordu. Konuştukları onca havadan sudan sohbetin arasında, bazen Zeynep öyle laflar ediyordu ki, Ayşegül içten içe hayran oluyordu ruhunu bu kadar temiz ve aklını da bir o kadar zarif kullanmayı bilen bu kadına. Bir yandan da kızlarının aynı sınıfta olması ve onların da birbirlerine olan yadsınamaz düşkünlüğü, arkadaşlıklarını makul kılıyordu.

Birgün okul çıkışı kızların birbirinden ayrılmak istememesi üzerine Zeynep, Ayşegül ve kızını evlerine davet etti. ’Karşılıklı birer kahve içeriz fena mı olur?’ diye ekledi. Ayşegül Yağmur’un ısrarları üzerine ’Peki’ dedi.. 

Evleri gayet mütavazı bir evdi. Tıpkı Zeynep’in alçakgönüllü hali gibiydi evi de. Uzun koridordaki duvarlarda asılı yağlı boyalar dikkatini çekti Ayşegül’ün. Hepsi de birbirinden güzel ve hayran olunacak kadar profesyonelce çalışılmıştı. Salona doğru ilerlerken tabloları sordu Ayşegül. ’Benim çalışmalarım’ dedi Zeynep. Ayşegül şaşkınlıktan küçük dilini yutabilirdi. Elleri tıpkı bir erkek eli gibi hoyrat ve kapkara olan bu kadının elinden mi çıkmıştı bu zarif resimler... İnanamıyordu.

Zeynep onları salona buyur etti ve kahveleri yapmak için mutfağa geçti. Salona girer girmez Ayşegül yeni bir şok daha yaşadı. Salonda iki kanepe, bir masa ve devasa büyüklükteki bir kütüphaneden başka tek bir eşya yoktu. Böyle bir kadının evinde bunca kitabın ne işi var diye merak etti. Herhalde çocuklarınındır diye düşündü. Dayanamayıp kalktı ve kitapları incelemeye başladı. Kitap okumak en sevdiği tutkusuydu. Her gece yatmadan evvel alışkanlık haline getirdiği kitap okuma seanslarını heyecanla beklerdi. Bazen sadece kitabın sayfalarını çevirir, dakikalarca kitabın o ağaç kokusunu içine çeker ve kendisini mutlu hissederdi. 

Tek tek kitapları gözden geçirdi. Ama bunlar çocuklar için epey ağır kitaplardı. Öylesine çok kitap vardı ki, şiir kitapları, denemeler, romanlar... Yalnız üçüncü kattaki kitapların arasında, hemen göze çarpan bir şey vardı. Mavi ciltli aynı kitaptan tam altı tane vardı. Kitaplardan birini merakla eline aldı. Bu en sevdiği yazarın, en sevdiği romanıydı. Hatta ömründe hiç yapmadığı bir şeyi yaparak ikinci defa okumuştu o kitabı. Şaşkınlıkla bir anlam vermeye uğraşırken o sırada elinde kahveleriyle Zeynep içeri girdi. Ayşegül merakını gidermek için hemen sordu;

- Zeynep’ciğim kitaplarının hepsi de şahane. Yalnız anlayamadığım bir şey var. Bu elimdeki kitap, benim hayatımda okuduğum en güzel ve en sevdiğim romandır. Neden aynı kitaptan tam altı tane aldın? Sen de mi çok beğendin?

Zeynep tebessüm ederek cevap verdi...

- Yayın evim dostlarıma ve yakınlarıma hediye etmem için bir kaç koli hediye etmişti bana. Kala kala altı tane kalmış demek.. Ayşegül’cüğüm, o kitabın yazarı benim.. 


...



fulya/ekim2011


( İki Kadın başlıklı yazı Fulya Codal tarafından 31.10.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu