II
Dolmuş, çamurlu bir sokakta durdu. İki kardeş arabadan indiler. Çocuklar çamurlu sokakta yürümeye başladılar. Bu sokaktaki evler derme çatma binalardı. Dış boyaları dökülmüş, sıvaları görülüyordu. Bazı evlerin ise ne boyası ne de sıvası vardı. Bakımsızlık evlerden sokaklara taşmıştı. Yoksulluk ise evlerin etrafına çevrilmiş tahtaların düzensiz bir şekilde dizilişlerinden bile okunabiliyordu. Bazı tahtalar uzun, bazı tahtalar kısa, bazıları ince, bazıları da kalındı. Bu da parasızlığın getirdiği sağdan soldan bulma eski tahtaların zar zor bir araya getirilmesinden oluştuğunu gösteriyordu.
Burada oturan insanlar her şeye alıştıkları gibi sefaletin acımasızlığına da alışmışlardı. Yoksulluğu kaderleri olarak benimsemişlerdi. Aslında benimsettirilmişlerdi, dense daha doğru olurdu. Çünkü ne kadar çalışsalar da bir türlü bu acımasız yoksulluğun indirdiği darbenin altından kalkamıyorlardı. Enflasyon bir türlü göz açtırmıyordu. Doymak bilmez bir canavar gibi dar gelirlinin midesine ve gelirine ortak olmuştu. Onların kazandığını daha cebine indirmeden kendisi yutuyordu. Bazı din adamları ise yoksulluğun çekilmesi gereken kader olduğu telkininde bulunuyorlardı. Böylece Allah’ı da bu insanların sefaletinin bir gerekçesi olarak gösteriyorlardı. Bunun sonucunda ise bu yoksul insanlar sıkıntılarına din adına boyun eğdiriliyorlardı. Yani din ve Tanrı yoksulluğun çekilmesini gerekli kılacak motifleri oluşturan etkenler olarak sunuluyordu. Bu gibi unsurlar varoşlarda oturan insanları ya talih oyunlarına umutlarını bağlayarak umutsuzluk dünyasında bir ışık, bir yakamoz bulma sevdasına sevk ediyordu. Veya alkolün sihirli dünyasına girerek bu yoksulluğu bir nebze de olsa Hasan Sabahların oluşturduğu sahte cennetlerde unutmaya çalışıyorlardı.
İki kardeş bu insanların oturduğu çamurlu sokaklardan geçerek, kendi evlerine vardılar. Büyük çocuk tahta kapıyı itekleyerek açtı. Yağmurun gürültüsüne rağmen, kapının gıcırtısı duyuluyordu. Bu sırada yağmurun hırsı biraz dinmişti. Belki de çocukların bu kadar çok ıslanmasına dayanamamıştı da ağırlaşmak istemişti. Ancak çocuklardan büyük olanı içeriye girerken ta ciğerlerinden gelen bir sesle öksürmeye başladı. Çünkü yağmurun bütün acımasızlığı küçük bedeninin derilerinden geçerek iliklerine kadar işlemişti.
Çocuklar içeriye girdiklerinde, anneleri bir yanardağın patlamaya hazır homurtusunu andırı bir gürültüyle bağırdı;
- Nerde kaldınız, söyleyin bakalım? Niye bu saate kadar bizi beklettiniz? Hoş, sizi fazla merak ettiğimiz de söylenemez. Çünkü gidecek başka nereniz var? Söyleyin bakalım, şimdi babanıza ne diyeceksiniz? Bir de para getirmediyseniz asıl o zaman yandınız.
Annesinin bu hiddet dolu sözleri karşısında büyük çocuk titreyerek:
- Anne! Dedi. Bugün hiç kimse para vermedi. Öhö öhö … Yağmurda çok bekledik. Her tarafımız ıslandı. Öhö öhö öhöö… Sonra bir amca bize bu paltosuyla, şemsiyesini verdi. Biraz da para koydu cebimize. Bunun için geciktik.
Anne yüzündeki öfke motifine uygun bir ses tonuyla:
- Geçin bakalım içeriye de babanıza hesap verin. O sizin hakkınızdan nasıl geleceğini iyi bilir, dedi.
Anne babaları sanki çocuklarının düşmanıydı. Çocuklarının dünyasını karartmak için elbirliği etmiş caniler gibi ortaklaşa çalışıyorlardı. Bu insanlar sevgiyi kalp diyarlarından sürgün etmişlerdi. Onun yerine acımasızlığı, kalbin kralı ilan etmişlerdi. Bu insanlardan tabi ki sevgi beklentisi safiyane bir iyimserlik olacaktı.
Böyle ailelerin çocukları dalından düşen erken olgunlaşmış meyveler gibidir. Hayatın zorlukları onları zamanından önce çökertir. Bu dünyanın yaşanılacak bir yer olmadığı izlenimini uyandırır. Yaşama karşı umutsuz ve karamsar olurlar.
Çocuk sahibi olmak büyük bir sorumluluk ister. Bakabileceğimiz kadar değil, aydınlık yarınlar hazırlayacağımız, sevgi coğrafyamızda şefkat rüzgârları estirebileceğimiz, ilgimizden mahrum etmeyeceğimiz kadar çocuk sahibi olmaktır, asıl önemli olan.
İşte baba olmanın ayrıcalığını, masum yavrularına karşı gösterdiği sertlikte bulan zavallı adam, çizgili pijamasını giymiş, minderin üstünde oturuyordu. Odanın içinde bir kilim, bir de babanın oturduğu minder vardı. Çok kullanılmaktan boyaları dökülmüş bir soba da minderin yanında duruyordu. Odanın bir duvarında ise çerçevesi çürümeye yüz tutmuş bir manzara resmi buluyordu.
Baba bir nefes çektiği sigarasının dumanını, ağzından burnundan üfleyerek, içeriyi dumana boğdu. Çocukların içeriye girdiğini görünce o da karısından geri kalmayacak bir ses tonuyla bağırdı;
- Nerde kaldınız lan! Eğer para getirmediyseniz, size ne yapacağımı o zaman anlarsınız.
Büyük çocuk yine öksürüyordu. Baba ise onun öksürüklerine aldırış bile etmiyordu. Düşündüğü tek şey vardı: para. Çocuk öksürüklerin arasında babasına şöyle karşılık verdi;
- Baba, dedi. Öhö öhö öhö, bu bu akşam çok ıslandık. Yağmurun altında uzun zaman beklemek zorunda kaldık. Öhö öhöö iyi kalpli bir amca bize paltosunu verdi. Cebinden çıkardığı parayı da göstererek, işte bu parayı o amca verdi…
Adamın çok içmekten morarmış, karanlık gözlerinin içinde sinsi bir gülümseme okundu. Hırslı ve heyecanlı bir şekilde “ver bakalım” dedikten sonra, hışımla çocuğun elindeki parayı çekti. İbadet şevkiyle yüzüne gözüne sürmeye başladı. Sonra:
- Hadi bakalım bugün paranın hürmetine dayaktan kurtuldunuz. Ama aç kalmaktan kurtulamayacaksınız. Belki böylece akıllanırsınız. Hadi bakalım, şimdi doğruca yatağınıza gidin. Ha şu paltoyu da verin de arkadaşlara güzel bir hava atayım.
Çocuklar daha dışarının soğuğundan kurtulmamışken, anne ve babalarının estirdiği şiddet rüzgârlarıyla daha çok üşüdüler. Soğuk odaya girerek yataklarını serdiler. Birbirlerine sarıldılar. Böylece kardeşlik ateşiyle birbirini ısıtarak uyumaya çalıştılar.