Güneş Altında Buz Satmak
..Zaman ve hayat... Her ikisi birbirinin içine geçmiş, birbiriyle sarmaş dolaş olmuş kavramlarmış gibi görünse de bazen hayat zamanın bir parçası, bazen de zaman hayatın bir parçasıdır. Hayat, doğum ve ölüm arasına sıkışmış bir zaman dilimi değil midir?
.....Zaman da tıpkı hayat gibi dünyanın, daha doğrusu kâinatın yaratılışı ile var olmuş, kıyamete kadar devam edecek ve onunla yok olacak bir mefhum değil midir?
.....Zamanın da demek ki bir hayatı var. O da yok olmaya mahkûm. Fakat aynı zamanda hayat kadar değerli bir kavram zaman...
.....Hayatı yaşamak bir sanattır insanoğlu için... Zamanı en mükemmel şekilde kullanan insan, en iyi hayat sürmüş bir insan değil midir? Zira "zamana yemin olsun ki insan zarardadır" kavli Celili boşuna değildir. Şu malum misalde olduğu gibi insan, tıpkı güneş altında buz satan ve "sermayesi eriyen şu adama acıyın" diye feryat ederek elindeki buzları erimeden satma derdine düşen bir adam gibi zamana sıkışmış bir haldedir.
Zaman kavramı dünyanın kendi etrafında dönmesi ile oluşuyor. Bu dönme sayesinde gece ve gündüz yani günler meydana geliyor. Günler ayları, aylar mevsimleri, mevsimler yılları kovalarken bir gün kapınız çalınıyor ve ötelere çağrılıyorsunuz. O an gözünüzün önünden bir film şeridi gibi canlanıyor aylar, mevsimler, yıllar...
.....Dünyaya muhtaç olarak geliyoruz. Karnımızı doyurmak için birisinin ağzımıza yiyeceklerimizi vermesi, yürümek için elimizden tutması lazım. Tıpkı ihtiyarlayıp elden ayaktan düştüğümüzdeki gibi... Ama üzerimize titreyen, kol kanat geren, altımızı temizleyen, ağzımıza yiyeceğimizi veren anamız, babamız yanımızda olmuyor. Bize bu fedakârlıkları yaparken iğrenmeyen, üşenmeyen o insanlar yaşlanınca bizler aynı duyarlıkta onlara dün bize baktıkları gibi bakamıyoruz. Hem de yarın bizim de aynı duruma düşeceğimizi bile bile...
.....Zaman akıp gidiyor. Çocukluğumuzu gençliğimiz, gençliğimizi ihtiyarlığımız kovalıyor. Hayat, zaman denen bu mecradan bir yerlere akıp gidiyor.
.....Zamana durması için ya da geri dönmesi için hep yalvarıp dururuz, şiirler yazarız, şarkılar söyleriz. Ziyanda olduğumuzu aslında hep gayri ihtiyari hissederiz. Bazen:
....."Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler" deriz.
......Bazen "Durdurun dünyayı" diye feryat ederiz.
......Bazen bir mucize bekleriz şarkılarımızda "Bir mucize olsa, zaman dursa" diye.
......Aslında dünyaya gelişimiz buradan gideceğimizin de alameti... Yolcusu olduğumuz hayat denilen bu kısa zaman parçası içinde tıpkı zaman gibi fani olan bir mekânda birkaç günlük bir mola veriyoruz. Bu mola esnasında türlü imtihanlardan geçiyoruz ama çoğu zaman fark etmiyoruz. Ebedi yolculuğumuz için yol azığı, yol hazırlığı yapmamız gerekirken dünyanın aldatıcı zevk, sefa ve meşakkatleri bize asli vazifemizi unutturup oyun ve eğlenceye, dünya malı biriktirmeye sevk ediyor.
.....Oysa hayatımız her gün bir sonraki gün için hazırlıkla geçiyor. Toprağı işlerken ekmeye; sularken, biçmeye; biçerken harman etmeye hazırlık yapmıyor muyuz? Hatta kaldırdığımız bu ürünle maişetimize hazırlık yapmıyor muyuz?
.....Bu üç günlük dünya hayatında bu gündelik ihtiyaçlarımızı karşılamak için harıl harıl çalışırken, ebedi mekânımız olan ötelerin ötesine giderken hazırlık yapmamak bir çelişkidir.
.....İyilik ve güzelliklerden başka oraya götürebileceğimiz neyimiz var?
Bu dünyada kazandığımız mal, mülk, evlat, eş vs. hepsi burada kalıyor. Bir top kefenden başka ne götürebiliriz dünyalık olarak? Koskoca bir hiç...
Zaman üzerine birçok söz söylemişizdir: "zaman her şeyin ilacı", "zamanla unutulur, zaman siler" gibi. Oysa hiçbir şey silinmez, hafıza-i beşer nisyan ile malul olsa da, yaptığımız her hareketi unutmayan bir Yaratanımız vardır.
Ebedi yolculukta sadece yaptığımız iyilik ve kötülükler bizimle gelebiliyor. O çok sevdiğimiz, uğruna canımızı verebileceğimiz, kalpler kırdığımız, haksızlıklar, zulümler yaptığımız dünyalık sevdiklerimiz, tamah ettiklerimiz, "benim" dediklerimiz bu yolculukta bizimle olamıyorsa o zaman bunlar gerçekte nasıl bizim olabilir?
.....Bizim olanlar bizimle gelenlerse iyilik ve kötülüklerimizden, güzel amellerimizden başka bizim olan hiçbir şeyimiz yok demek ki...
Zamanın öleceği, yerin ve göğün korkudan birbiriyle sarmaş dolaş olacağı o günde kabrimizden fırlayıp "bize ne oldu? " diye etrafımıza şaşkın şaşkın bakacağımız, "dünyada bir gün ya da daha az kaldık" diyeceğimiz, zamanın ne kadar da izafi olduğunu anladığımız o günde yol arkadaşımız olacak bu iki haslet iyilik ve kötülüklerimiz. Bizi ya başı olan ama sonu olmayan vaat edilmiş bir mekâna ulaştıracak ya da ölümün bile olmadığı, ölümün bile öldüğü azabın içine yuvarlayacak.
.....Ahiretin tarlası olan bu dünyada ne ekersek onu biçeceğiz. Ama rüzgâr ekersen fırtına biçersin demiş atalarımız. Yaptığımız kötülükler, haksızlıklar hesap gününde karşımızda birer fırtına olarak belirecekse ve bu bize tebliğ edildiyse o zaman niçin hala daldığımız bu gafletten uyanmak istemiyoruz?
Yoksa öbür tarafta da mı torpil bulduk, adamlarımız mı var? Yoksa hesaba çekileceğimize inanmıyor muyuz?
.....Bu dünya hayatında sermayesi eriyen buz satıcısı gibi sermayemiz olan ömrümüz bitmekte, zamanımız azalmakta iken herhalde iyilik yapmada acele etmemiz gerekir. Kapımızın ne zaman çalınacağını bilemediğimiz gibi her an çalınabileceğini düşünerek zamanımızı "vakit nakittir" düsturu ile en iyi şekilde kullanmalıyız değil mi?
.....Gül dikelim bu dünyaya gülistanımız olsun ötelerde... Ne dersiniz?
Halit Yıldırım
(
Güneş Altında Buz Satmak başlıklı yazı
Halit YILDIRIM tarafından
30.07.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.