Bir ağan yıldız gibi gözlerinize, gönüllerinize düştüm.
Dilek tutun.
Gökten üç elma düştü diye başlamıyor bu yazı.
Karanlığı bir makas gibi yırtan bir yıldız gibi aktım serin gönüllerinize. Bir çeşme suyu gibi… Bir yağmur damlası gibi… Ve bu maya tuttu, filizlendi bugün.
Bizim oralarda her yıldız düştüğünde birinin cenazesine işaret olarak adlandırılır. Sizin dilekleriniz var oysa her yıldız kaydığında. Dileklerinizin gerçekleşmesi için bizim oralardan cenazelerin mi çıkması lazım? Asla…
Yıldızlar kaymaya devam ediyor
Salalar okunmaya…
Ve birileri gitmeye devam ediyor.
Hep gidenler var yüreğimizde, memleketimizde, ocağımızda…
Ve hep kalanlar.
Gidenler bizimdir kalan sağlar ise meçhulün!
Ve ben gitmiştim çınar kökü ile bağlı bulunduğum ilçeden.
Bizim illerden ayrılmıştım.
Ayrı konulmuştum.
Dalımı kırmışlardı.
Yapraklarımı dökmüşlerdi.
Çiçeklerimi kurutmuşlardı.
Meyvelerimi taşa tutmuşlardı.
Boz bulanık akıyordum kendi yatağımda. Asi ve hırçın… Set tutmaz. Yıkıp geçen bir sel gibiydim.
Şimdi ise durgunum ve yorgunum.
Bu yazı bir teşekkür yazısıdır.
Kıymeti kalemimizden döküldüğü kadarıyladır. Kalbimizden mürekkep ile yazılmıştır. Satırların arasındaki sıcaklık ve ilgi içimizin birer aksidir.
Bir mart günüydü kapınıza geldiğimde.
2010'un 3 Mart'ı.
Depremli bir marttı; yüreklerde, beyinlerde her gün depremler oluyordu oysa. Bir aşkın artçılarıydı yüreğimde inleyen.
Karakoçan’dan Elazığ’a bir dönem her gün gidip geldim bu keşmakeşte.
Geldim gittim.
Gittim geldim.
Gözlerine basarak birilerinin, yüreklerini ezerek, dik durarak, alnı ak olarak, yüreği pak olarak.
Kolay olmasa gerek. Git ve gel; 200 kilometre…
Oysa mesafeler insanlar arasına konmuştu. Kalpler arasına konmuştu. Köprüler kurulacağına duvarlar örülüyordu ruhlar arasında.
Kapısını açtınız yüreğinizin.
Yüreğimi yüreğinize kattınız.
Teşekkürler.
Yuvasını gaip eyleyen bir kuş gibi gelip ocağınıza düştüğümde yaralı ve bir o kadar da kırılgan olan ruhumu okşayıp iyileştirdiğiniz için.
Sert rüzgârların okşadığı ve yerinden dahi oynatamadığı ruhumu meltemlerinizle yumuşatıp sakinleştirdiğiniz için.
İç yaralarımın herbirinin üzerine hal ve hareketlerinizle sevgi saygı merheminden sürdüğünüz ve yaralarımı iyileştirdiğiniz için.
Bir günaydının açamayacağı kapı olmadığını, bir nasılsınız demenin bile iletişimin olmazsa olmazı olduğunu ve en önemlisi içten bir gülümsemenin onlarca derdi başımızdan bertaraf ettiğini bana gösterdiğiniz için.
Teşekkürler.
Kanatları atılan söz taşlarından yaralanmış olan ve özgürce uçarken kendini aşma semalarında bunu aşılarken yavru kuşlara, yüreği sapanlı olanların kem göz ve sözleriyle şişlenmiş bir kalp olarak aranıza düştüğümde acayip acayip bakmadığınız için.
Kalp kapısının içeriden kilidinin olmadığını öğrettiniz ve onu açmanın sizin elinizde olduğunu gösterdiğiniz için. Bunu bugün bana bir kez daha gösterdiğiniz için.
Notun asla ve asla hiçbir ehemmiyetinin olmadığını aksine sizin nottan daha önemli olduğunuzu hep beraber öğrendiğimiz için.
Memleketin “orası burası” farkının olmadığını yüreğinizi götürdüğünüz her yerin, sizin memleketiniz olduğunu kavrattığınız için.
Dilin, dinin, rengin ve fikrin hiçbir insani yaratılıştan daha fazla ehemmiyet taşımadığını bilakis önemsiz olduğunu gösterdiğiniz için.
Teşekkürler.
Samimiyetin kuru bir not kalabalığı için olmadığını, içtenliğin kalpten taşıp her birimizi sarmaladığını ispat ettiğiniz için.
Kıymet bilirliğin en üst noktasında durduğunuz ve bunu kalbi olarak büyük bir zevk ve şevk ile ortaya koyduğunuz için.
Teşekkürler.
Öğrencim olduğunuz için.
Öğretmeniniz olduğum için.
Vefa’nın klasik tabirle İstanbul’da bir semt adı olmadığını hissettirdiğiniz için.
Bugün iletişimdeyim işte bahtiyarım dostlarım.
Yarın kim bilir hangi ildeyim?