Köyümüzde adetti, topluca köyden gidenleri uğurlamak ve köye gelenleri karşılamak.
Bu karşılama ve uğurlama işi , daha ziyade biz çocuklara aitti. Aşağı harmanlar, hem uğurlama hem de karşılama için en uygun yerdi. Burası köyün biraz dışında, köye gelen yolu
Yaşlılar bu işi pınar önünde, köy o
dası ve camiinin bulunduğu yerde yaparlardı. Köyden ayrılanlar da , köye gelenler de bu mahalde veda eder veya hoş geldin selamlaşması ve sohbeti yaparlardı. Böyle olaylar daha ziyade , Nisan -Mayıs aylarında, gruplar İstanbul’a giderken ve Eylül sonu -Ekim başlarında , köye dönerken yaşanırdı.
Anlatıldığına göre :Bu gidişler ve dönüşler asırlardır devam edip giderdi.
Köyün genç ve orta yaştaki erkekleri her ilkbaharda İstanbul’a gider, orada mahalle ve sokaklarda, sırtlarında küfe enginaaar! , baklaaa !, fasülyeee !, domatees ! diye bağırarak sebze, hatta meyve satar ;biriktirdikleri paralarla, köye dönerlerdi.
Köyde ise yaz boyunca , tarla ve bağlarda hatta dağlarda kadınlar, genç kızlar, çocuklar ve orta yaşın üzerindeki erkekler çalışırdı. Para kazanmak için şehre gitmeyi alışkanlık haline getirmemiş,geçimini köydeki malvarlığı ile sağlayan kimseler de köyde kalıp çalışmayı tercih ederlerdi.
Asıl sıkıntıyı , yazın kızgın sıcağında , tarlada ekin toplayan, kışın yakmak için dağlardan odun devşirip sırtlarında taşıyan kadın ve kızlar çekerlerdi.
Bir merkebe, bir katıra sahip olmak çoğu köylünün gerçekleşmeyen rüyasıydı. Kiminin bir veya birkaç ineği, bir ,iki dönüm tarlası vardı. Bunlar bile diğerlerine nazaran şanslıydı. Kimininse kafasını sokacak bir damdan başka hiç bir şeyi yoktu. Bu durumda olan ailelerin kadın ve çocukları, daha iyi durumda olanlara iş görmek suretiyle, kışlık erzaklarını toplamaya çalışırlardı. Emeklerinin karşılığı paradan ziyade, un, tarhana ,bulgur, pekmez gibi yiyecekler olurdu .
Bu durumda olan ailelerin erkekleri ise İstanbul’a giderler, birkaç gayme kazanarak, , birkaç metre basma, birkaç metre amerikan bezi vb. hediye ile dönerlerdi . Bu Tipler bütün kış kazandıklarını yerler, genellikle de kahvede( köy odasında ) oyun oynarken borçlanırlardı. Zamanı gelince , borç ödemek üzere yine yola düzülürlerdi. Bu kısır döngü , böyle devam eder giderdi.
Her köyde olduğu gibi , burada da birkaç AĞA vardı. Bunlar iki elin parmakları kadar azdı. Birkaçının tarla ve bağları, sığırları ancak geçimini sağlayacak kadardı. Birkaçı da davar (keçi- koyun) sahibiydi. Sürüde , koyundan ziyade keçi çoğunluktaydı. Ankara keçisi beslenirdi. O yıllar , tiftik iyi para getiriyordu. Bu yüzden sürü sahiplerin durumları oldukça iyi idi
Yıllar yılı köyden gidip de dönmeyenler de vardı. Bunların çoğu ancak bayram ve düğünlerde köye gelirlerdi. Bilhassa bayramlarda köye gelmek, ölmüşlerini ziyaret etmek Onlar için bir görevdi.
Köye hiç gelmeyenler de vardı ki, Onları ancak ismen, konuşulanlardan tanıyordum
Bu gelmeyenlerin arasında Muhittin ağabeyim en yakınımdı. Onun hakkında EBEM(anneannem) , İkiz eniştem ve Şükriye ablam bazı şeyler anlatırlardı.
Babam öldükten, annem de başkasıyla evlendikten sonra, terk-i diyar etmiş, bir daha da dönmemişti. Gelen habere göre , bu defa O’ da dönenler arasındaydı.
Güzel, güneşli bir Eylül günüydü .Cemaat ikindi namazından çıkmıştı.
--Geliyorlar......geliyorlar diye bir ses duyuldu. Ben de avazım çıktığı kadar,
Niyazi!!!..İbrahim!!..Osman!!..diye ünledim.
Diğerleriyle birlikte, 15-20 çocuk, aşağı harmanlarda toplandık; hem konuşuyor, hem de gözlerimiz uzak yolda bekliyorduk . Gelenlerin içinde yakını olsun , olmasın , köyün bütün çocukları buradaydı .Yolun 1,5-
Beklememiz uzun sürmedi¸. Kafile, yokuşu çıkar çıkmaz görünüverdi . Birkaçı eşek sırtında , diğerleri yaya idiler. Bu gelişler ve gidişler , genellikle Pazartesi günlerine rastlatılırdı. Çünkü o gün Güdül’ün pazarı oluyordu. Alışverişe giden merkep sahiplerinin merkebinden , ufak , tefek yükler için istifade edilmesi söz konusu olurdu.
Kafile yaklaştıkça bende heyecan ve merak artmaya başlamıştı. Acaba , hakikaten, ağabeyim ve ikiz eniştem gelenlerin içinde miydi? Hepimizden büyük olan Ulvi ,bana dönerek:
-Yusuf bak! Ağabeyin Muhittin de var içlerinde, dedi.
-Hangisi?
-Bak ! kafasında fötr şapkası olan, işte O !
Onu ilk defa görüyordum. Sanki bana , diğerlerinden iri ve heybetliymiş gibi gelmişti. Yanında da iki tekerlekli bir şeyi yürütüyordu. Koşarak yanına ulaştım.
-Hoş geldin AGA , dedim (belki bu ilk ve son hitap şeklim olacaktı; badema hep Muhittin diye hitap edecektim)
-Sen YUSUF sun! dedi . Yanındaki şeyi yere bıraktı; sonra, kucaklaştık. Artık diğerlerini görecek halim yoktu.
-Bu nedir ? diye sorduğumda,
-Buna bisiklet diyorlar ; üzerine binersen seni taşıyor. Ama böyle dik yokuşlarda Ben onu taşıyorum, dedi. Nitekim düzlüğe çıkınca üzerine binerek bana gösteri yaptı.
Eve kadar yan yana yürüdük .Bisikletin selesinde heybe gibi bir şey de gözüme ilişmişti.