15.   MEKTEPLİ
 Sonbahar  ve  kış  ,  kendimi ,  Ayşe  halamlarda  yaşıyor  buldum.  Onlara  nasıl  gittiğimi,  hatta  okula  nasıl  başladığımı  hatırlayamıyordum.  Halamın  anlattığına  göre:  Okulun  inşaatı,  köylünün  de yardımıyla,  tamamlanmıştı.  Osman  Çavuşun  Oğlu  Hüseyin,  askerliğini  yaparken,  eğitmen  kursu  görmüş,  köye  eğitmen  olarak  atanmıştı.  Köyün  ileri  gelenleri  toplanıp,  köydeki  büyük,  küçük  bütün  çocukların  okula  gönderilmesine  karar  vermişlerdi.  Ve  şöyle  devam  etti  sözlerine.
-  Yaşın  küçük  olmana  rağmen,  senin  de  okula  başlaman  gerekiyordu,Ama  defter,  kalem,  kitap  nasıl  temin  edilecekti,  yeme  içme  meselesi  de  vardı.  Bölük  dedenle  oturup  konuştuk  ve  seni  evlatlık  alalım  dedik,  ama  anan  razı  olmadı.;  bari  okutalım  dedik,  o  zaman  peki  dedi.  Böylece  Seni  bize  getirdik,  buna  eben  de  çok  sevindi. 
      Gerçekten ,  okula  başladığım  günleri  hatırlayamıyordum .   (Bu   duygularımı  sonraki  yıllarda  şu  dizelerle  dile  getirecektim: 
 (  Okullu  olmuşum,  ilk  senesi  hatırımda  yok;
   Tek  bir  sınıf,  tek  bir  eğitmen  talebesi  çok ;
   Talebeler  büyük,  küçük  her  yaştan;
   Memleket  yeni  çıkmış,  belli  ki  savaştan.  )
                16.BİR  AŞK  ÖYKKÜSÜ
 Ayşe  halamların  maddî  durumları  oldukça  iyi  idi.  Hem  tarla  ve  bağları,  hem  de  inek  ve  eşekleri  vardı.  Üstelik  Bölük  Dede   harpte  yaralandığı  için,  gazilik  maaşı  gibi,  tütün  parası  adı   altında  bir  miktar  para  alıyordu.  Eh  köy  yerinde  fazla  para  harcanmadığı  için  bu  da  Onun  için  bir  ayrıcalıktı.  Harpte  bir  şarapnel  parçası,  diz  kapağına  isabet  etmişti.  Halen   bacağını  kıvıramaz,  yürürken  dümdüz  ileriye  doğru  atabiliyordu.  Daha  önce  dokuz  tane  çocukları  olmuş  fakat  hiç  biri  yaşamamıştı.  Evde  daha  ziyade,  halamın  sözü  geçerdi.
 Ben  hem  okula  gidiyor,  hem  de  ineklere  ve  eşeğe yem,  su  veriyor,  tımar  ediyor,  bazen de  kırlarda  otlatıyordum.   Galiba  okulun  ilk  senesi  böyle  geçmişti.
Artık  ikinci  sınıfa  gidiyordum.  Biraz  daha  büyümüştüm  ve  okuma  yazmayı  da  sökmüştüm.  Bir  gün ,  ders  kitabından  bir şeyler  okuyordum  ki  Halam  bana  dönerek;
 _  Ah!  Ah!  Keşke   baban  olsaydı  da  böyle  okuduğunu  görebilseydi,  kim  bilir  ne  kadar  sevinirdi “  dedi.    Ben  okumayı  bırakarak;
 _  Hala!  Ekiz  eniştem  babamı  anlattı  ama  nasıl  öldü,  neden  öldü  soruma , tam  olarak  cevap  vermemişti.  Bir  de  sen  anlatsana  ne  olur “  dedim.
 - gel  şöyle  yanıma  otur,  ama  kısaca   anlatacağım.  Dinle;
 Biz  dört  kardeştik. Üç  kız  bir  de  baban,  en  büyüğümüz  babandı. Babam  yaşlanınca  köylü  babanı  imam  seçti.  Dört  çocuğu  ile  Akçakesedeki  imamlığını  bırakarak,   köye  gelip  yerleşti.  Köyde  dul  erkeğin  yaşantısı  zordu;  hele  dört  çocuklu  olunca, O’ da  Satı  ile  evlendi.  Bir  oğlu  daha  oldu.  Daha  sonra  Satı’yı  boşayıp  ,  annenle  evlendi.  Ondan  da  bir  oğlu   olmuştu.   Daha  sen  doğmamıştın. İlk  karısından,  ilk  üç  çocuğunu  ,  öyle  veya  böyle  evlendirdikten  sonra ,  geriye  Yusuf  ağabeyin  kalmıştı.
 Yusuf  ağabeyin  çok  efendi,  çok  ağırbaşlı,  çok  yakışıklı,  etkileyici  bir  delikanlı  idi. Hele  elâ  gözleri  çok  güzeldi.  Hep  yere  bakardı;  sanki ,  insanlara  bakarken,  utanır  gibi,  yüzü  kızarırdı. Ayrıca  el  becerisi  olan  bir  çocuktu;  silaha  ,  tabancaya  çok  düşkündü.  Nereden  bolduysa ,  demir  ve  çelik  parçalarından,  eğe yardımıyla  güzel  bir  tabanca  yapmıştı ve  bunu  gururla   gösteriyor,   belinde  taşıyordu.
 Köyün  bütün  kızları  Ona  aşıktı.  O  ise  Hamide’ye,  Emine  halanın  kızına   aşıktı.  Allah  için  Hamide  de  köyün  en  güzel  kızıydı.  O  da  ağabeyini  seviyordu.  Çok  talibi  olmuş,  kimseye  vermemişlerdi.  Baban  da  ağabeyinin  ısrarına  dayanamayıp,  kız kardeşinden  ve  eniştesinden    Hamide’yi  Yusuf’a  istemiş  fakat  ret  cevabı  almıştı.
 Ağabeyinin  de  galiba  bir  derdi  vardı.  Onu  doktora  göstermişler,  doktor  evlenmemesi  gerektiğini  söylemişti.
Yusuf,  Hamide  için  mecnûn  gibi  olmuştu.  Evlendirmezlerse,  intihar  edeceğinden  bahsediyordu.  Babanın  aklına,  İstanbul’daki  kardeşi  Fatma’nın  oğlu   Hakkı  gelmişti.  Baban  birkaç  defa  İstanbul’a  Onları  ziyarete  gitmiş,  yeğenini  çok  sevmişti.  Yeğeni  de   dayısını  çok  sevmişti.  Hakkı  orada  okumuş,  iyi  bir  yerde  iş  ve mevki    sahibi  olmuştu.  Baban  ,  Hamide  için  Onu  aracı  koymak  istiyordu.  Neticede  Hakkı  efendi  buraya  gelip,  teyzesini  ve  eniştesini  bu  evliliğe  razı  etmişti. Baban  hemen  düğünlerini  yaptı.  Ne  yazık  ki  gerdeğe  girdiklerinden  bir  hafta - on  gün  sonra  Yusuf  ağabeyin  hastalandı ,  aşka,  sevgiye  doyamadan,  hayatının  baharında  ölüverdi. Hamide  deliye  döndü,  karalar  bağladı.  Hakkı  efendi  kötü  haberi  duyunca “ ben  sebep  oldum “ diyerek  çok  üzülmüş ; derdini  unutturmak  biraz  teselli  buldurmak  için   Hamide’yi  yanına  aldırtmıştı.  Hamide  5-6  ay  sonra  köye  dönünce,  istemediği  halde,  Somurtuk  Şakirle  evlendirmişlerdi. (  Hamide  Halam,-Emine  halamın  kızı  olduğu  için  hala  derdim.-  yaşamı  boyunca Yusuf’unu  ,  ilk  aşkını  utamayacak;  Beni  ne  zaman  görse,  “Yusuf’uma  çok  benziyorsun “ diye,  gözleri  yaşla  dolarak  bana  hayran,  meftun   öyle   bakacaktı.)
 --İşte  bu  hadiseden  sonra,  baban  üzüntüden  hastalandı;( bu  arada  senin  Arif  dayına  izafeten  verilen  adını  değiştirerek,  ağabeyinin  hatırası  için  Onun  adını  vermişlerdi.)  çok  yaşamadı;  sizi  çocuk  yaşta  yetim  bırakarak,  bu  yalancı  dünyadan  göçüp  gitti.  ALLAH  rahmet  etsin,  mekânını  cennet   eylesin ..
                  17   İLK   ŞAMAR
 Bu  acıklı  öykünün  anlatılması  bittikten  sonra,  Halam da , ben  de  bir  an  sessizliğe  büründük. Muhtemelen  Halam  geçmiş  günleri  yaşatıyordu  zihninde.  Birkaç  dakika  sonra  bana  dönerek
      --Sen  okuduğun  gibi  yazmasını  da  biliyor  musun?  diye  sordu. 
      “Evet”  cevabını  alınca;
         -Bir  mektup  yazdıracağım,  ama  kimseye  söylemeyeceksin. Yazdırdığım  kağıdı  katlayıp,  köy  odasının  bir  köşesine  kimseye  göstermeden  bırakıvereceksin,  söz  mü,  dedi.  Bende
       -Söz  Hala, dedim.  Defterden,  çizgili ,  boş  bir  kağıt  çıkardım,  O  söyledi,  ben  de  yazdım.  Yazılanın  mahiyetini  pek  de   anlamış  değildim.  Mektubu(nameyi)  katlayarak,  Halamın  tembihlediği  şekilde  köy  odasına  bırakıvermiştim.
 Mektubun  kokusu  iki  gün  sonra  meydana  çıkmıştı. Yusuf  ağa  (üvey  babam)   beni  çağırtmıştı;  köy  odasına  gittiğimde,  bir  sürü  insan,  merak  ve  endişe  ile  bana  bakıyorlardı.  Yazdığım  kağıt  amcamın  elindeydi.
   -  *Bunu  sen  mi  yazdın  ,  diye  sordu.
      -Hayır  ben  yazmadım ,  deyince ,  soruyu  tekrarladı  ;  aynı  cevabı  alınca,  Tokatı  suratımda  şimşek  gibi  patladı.  Bu  hayatta  yediğim  ilk  tokat  oluyordu.
 Kendisi  iriyarı  ve  heybetliydi;  elleri  de  çok  büyüktü.  Ne  ağladım  ne  de  sızladım;  kendimi  suçlu  hissediyordum.  Süratle  odadan  çıkarak,  kırlara ,  yalnızlığa  koştum. Kuytu  bir  yere  gelip  oturdum;  artık  göz  yaşlarımı  bırakabilirdim.  Gururumun  kırıldığını  hissettim.  Orada  ne  kadar  kaldım?  Hava  kararırken,  süklüm,  püklüm  Halamlara  geri  dönüyordum  ki, biraz  da  Halama kırgındım.  Daha  eve  girerken  annem  kolumdan  tuttuğu  gibi  Beni  çekerek  kendi  evine  götürüyordu.  Halam  da  arkasından bağırıyordu:
 -Oğlan  işe  yarar  hale  geldi  ya!  Nadire’yi  kullandığınız  gibi,  Onu  da  köle  olarak  kullanın  bakalım!.
 Hadise  bütün  köyde  duyulmuştu. Zaten  40  hanelik  köydü.  Çoğu,  mektuptan  ziyade  benim  için  üzülmüştü.  Anlatıldığına  göre;  Köy  odasında  bulunan  name,  okutulmuş,  ama  yazının  kime  ait  olduğu  anlaşılamamıştı.  Yusuf  ağanın  aklına  eğitmen  Hüseyin  gelmişti. Nameyi  Ona  göstermişler;  O  da   benim  yazımı  tanımıştı. Artık  nameyi  kimin,  ne  maksatla  yazdırdığını  tahmin  ediyorlardı.  Ama  bir  de  benden  öğrenmek  istemişlerdi.  Ben   inkâr  edince  meşhur  tokat  gelmişti.  Beni  geç  vakte  kadar  etrafta  göremeyince ,  Yusuf  ağa  dahil,  herkes  endişe  etmişti.  Yusuf  ağa  eve  gitmiş  ve  anneme,
         -Bu  böyle  olmayacak;  Yusuf’u  eve  alalım ,  diyerek  kabul  ve  rızasını  göstermişti.  Belki  de  biraz  vicdanı  titremişti.
                 18   MUHTARLIK  SAVAŞI—ABACILAR
 Aslında  name  kötü  bir  niyet  taşımıyordu.  Köylü,  muhtarlık  yüzünden,  ikiye,  üçe  ayrılmıştı.  Yakında  yine  muhtarlık  seçimi  vardı. Muhtarlık  senelerdir,  Abacı  sülalesinin  inhisarındaydı.  Muhtarlığı  kardeşlerden  biri  bırakıyor,  öbürü  alıyordu.  Abacı  Mehmed’in, -  üç  evliliğinden doğan   çocuklar,  diğer  köylüler  söz  konusu  olunca ,  birbirlerine  çok   tutkundular .Abacı  Mehmet  ilk  evliliğini  Ebemle  yapmış,  iki  çocuktan   sonra   ebemi  boşamıştı. İkinci   evliliğini   Sorgundan   yapmış,  bir   oğlu   olmuş,     Üçüncü  evliliğini   ise,   Güdüllü    ebe   ile    yapmıştı,   ondan   da   üç   oğlu   bir   kızı   olmuştu. .
 Oğullarının  en  büyüğü  Mustafa (  Çavuştu) . Akılı,  politik  bir  insandı.  Sanki  bir  hatip  gibi  konuşurdu.  Her  hadisede  ,  arabulucu,  ve  bitaraf  gibi  davranırdı.  İnsanları  ikna  kabili  oldukça  fazla  idi.  Eski  Türkçe  okuması  ve  yazması  vardı.  Bu  durum,  Onu  kardeşlerinden  üstün  kılıyordu.  Zaten  baba  bir  anne  ayrı   olmasına  rağmen,   Ona fazla değer  verirler,  çekinirlerdi.  Köyde  Onunla  ilgili  meşhur   bir  de  öykü  vardı
 1912-1913  Balkan  harbine  katılmış, ricat   edip   kaçan  birlikler  arasında   kendisi  de   bulunmuştu.  Askerin  çoğu  kaçak  olarak  yurda  dağılmıştı.   Asker  Mustafa  da  bütün  zorluklara  rağmen  köyün  dağlarına  kadar  ulaşmıştı.  Kaçak  olduğu  için  bir  türlü  köye  inemiyordu.  Kendisiyle  beraber ,   köyden  birkaç  arkadaşı  daha  vardı.    Böyle  kaçaklardan  yabancı  bir  gurup  ,  köyü  basmış,  köyün  bütün  erkeklerini  toplayarak  camiye  kapatmışlardı.  İstedikleri,  köylünün  ne  kadar  altın  ve  parası  varsa  getirip  kendilerine  teslim  etmeleriydi.  Her  ne  kadar “ paramız  yok “  dedilerse  de  dinlememişlerdi ,  Köylüyü,  camiyle  beraber  yakmakla  tehdit  ediyorlardı.   Hasanın  aklına  bir  fikir  gelmişti.  Tutarsa  kurtulacaklardı.  Minareye  çıkıp  ,  sesinin  bütün  gücüyle  ezan  okumaya  başlamıştı. 
 Keşanuz  köyü,  2-2,5  km.  uzaklıktaydı  ve  bizim  köye  nazaran  oldukça  çukurda  kalıyordu , fakat,   köyün  hemen   kenarından   akan çaydan  sonra  arazi  yükseliyor,  tam  bizim  köyün  seviyesine  kadar  mağaralar  diziliyordu.   Arazinin  yapısı  dolayısıyla,  bizim  köyden  yüksek  sesle  bağırınca  ,  mağaralar  aksi  seda  yapmak  suretiyle  Keşanuz’dan    duyuluyordu.  İşte  Onlar  da  ezan  sesini  duymuşlar,  fakat,  vakit,  ezan  okunmasını  gerektiren  bir  zaman  olmadığından  bidayette  bir  anlam  verememişlerdi.  Ezanın  defalarca  tekrarlandığını  duyduklarında,  kötü  bir şeyler  olduğuna      hükmederek,  bir  grup  köylü  silahlanarak   bizim  köye  doğru  harekete  geçmişlerdi.  Köye  yaklaşırken,  kaçaklarla  aralarında  müsademe  başlamış,  neticede  kaçaklar  bizim  köyün  bağlarına  doğru  kaçmışlar,  Komşu  köylüler   bizimkileri  camiden  kurtarmışlardı.  İş  bununla  da  bitmemişti.  Köyün  bağlarında,  bizim  kaçaklar  tarafından  sarılınca  ,  bir  silahlı  çatışma  da  orada  yaşanmıştı.  Mustafa  hem  soğuk  kanlı,  hem  de çok  iyi  silah  kullanıyordu;  hatta  birisini  de   yaralamıştı.  Orada  tutunamayacaklarını  anlayan  yabancı  kaçaklar,  çareyi  kaçmakta  bulmuşlardı.   Amma  ve lâkin ,  bir  rivayete  göre:  Kaçaklardan  biri,  sonra  gelir  alırım  düşüncesiyle  toprağa ,  bir  torba  altın  gömmüş,  bunu  da  Halil  görmüştü.  Bilahare, bizim köyün   kaçak  takımı,  istiklal  savaşına  katılmış,  Yunanlının  anasını  ağlatmışlardı  Başarılarından  dolayı,  Mustafa,  çavuş,  Halil  de  onbaşı  olmuştu.   Halil  onbaşı  şimdi  köyün  en  zenginlerinden  biriydi.  Bu  zenginliğini ,  köyün  bağlarında,  çeteler  tarafından  gömülen  altınları  çıkarıp,  saklamak  suretiyle  elde  ettiği  rivayet  edilmekteydi.
 Abacı  Mehmet’in  ikinci  oğlu  İsmail  ağa  idi.  Harpte  çenesinden  yaralanmış,  kurşun  bir  taraftan  girip,  öbür  taraftan  çıkmıştı.  Halen  iki  çenesi  birbirine  kitli  gibiydi  .  Yeme  içme  ve  konuşmada  güçlük  çekerdi.  Ailesine  ve  etrafına,  otoritesini  kabul  ettirme  biçiminde  davranır,  yüzü  pek  gülmezdi. Dört  oğlu  bir  kızı  vardı.  O  da,  devletten,  bir  miktar  tütün  parası  alıyordu .Tarla,  bağ,  bahçe, ve  davar  sürüsü  sahibiydi.  Okuması,  yazması  olmadığı  halde,  halen  köy  muhtarı  O  idi.
 Abacı  Mehmet’in  üçüncü  oğlu  Yusuf  Ağa  idi .(Üvey  babam). Yusuf  Ağa  iri  vücutlu,  uzun  boylu,  sarışın,  yakışıklı  bir  insandı.  Sahaveti  çok  severdi.  Övüldükçe,  koltukları  kabarır,  isteneni  yapardı.  İşte  o  sene  muhtar  adayı  oydu .  Ama  köylülerin  içinde,  muhtarlığı,  bu  sülalenin  elinden  almak  isteyenler  vardı.  Köy  ikiye  ayrılmıştı.  Abacıları  tutanlar  ve  tutmayanlar.  Dedikodu  almış  yürümüştü,  köylü  neredeyse  birbirine  girecekti. (Sanki,ellili  yıllarda  meydana  gelecek,  CHP ve  DP  arasındaki  husumetin  ilk  belirtileri  yaşanıyordu  köyde.)  İşte  ,  halam  bu  durumu  sezdiği  için,  namesiyle,  köylüye  itidal  tavsiye  ediyordu. “ Birbirinizi  kırmayın,  birbirinizi  yemeyin,  aynı  köyde  yaşıyorsunuz,  yine  yüz,  yüze  geleceksiniz,  bayramlarda,  bayramlaşacaksınız,  aynı  meydan  sofrasında  yemek  yiyeceksiniz”  diyordu.  Böyle  diyordu,  demesine  de   yıldırım  benim  başımda  patlamıştı ( Bu  sebeple  Halamla  bir  yıl  dargın  kalacaktım.)
 Neticede  bir  değişiklik  olmamış,  Abacılar,  diğerlerine  karşı,  kendi  aralarında  birlikte  hareket  ettikleri  için,  seçim  sonunda 
 diğer  aday,  İmam  sülalesi  kaybetmiş, Yusuf  Ağa  muhtarlığı  kazanmıştı.
 Yusuf  Ağa,   anneme  ,  babasından  kalan,  değerli  tarlaları  sattırmış,  eski  evinin  bitişiğine  yeni,  kiremit  çatılı,  renkli  camlı  bir  ev  yaptırmıştı.  Dağda  300  civarında  keçi  sürüsü  vardı.  Bir  yandan  tiftik  ticareti  yapıyor,  bir  taraftan  da  at  ticareti,  yani  at   cambazlığı  yapıyordu.  Her   boyadan,  boyayan  bir  karaktere  sahipti.  Köye  gelen  her  devlet  memuru,  Yusuf  Ağanın  misafiriydi.  Hatta  köyden  gelip ,  geçen  komşu  köylerin  hatırlı  kişileri  de  Onun  konuğu  olurdu. Annem  çok  güzel  yemek  yapardı. Dolayısıyla  Yusuf  Ağanın  yüzü  ağarırdı. Bilhassa  ilk  bahar  ve  üzüm  mevsimi konuklar  çoğalırdı.  Özel  olarak  kuzu  kızarttırıp  ikram  ettiği  durumlar  da   olurdu.  Hele  bir  de ,  bahçeden  koparılmış  taze  soğan,  marul,  köpüklü  ayran,  kavun,  karpuz  ve  üzüm  gibi  şeyler  varsa,  yemeklerin  yanında!  Şehirden  gelenlerin  keyfine  diyecek  yoktu.  Bunların  arasında,  İlk  Öğretim  müfettişi,  Ahmet  Muhtar  bey  babacan  bir  insandı.  Yemeklerin  yanında  muhakkak,  bahçeden  koparılmış,  taze  soğan  isterdi.  Dolayısıyla,    Ona,  kendi  aramızda,  “Soğancı”  lakabını  uygun  bulmuştuk.
 Ben  bu  arada,  bahçeden  soğan ,  marul  koparmak;  bağdan  üzüm  toplayıp  getirmek  gibi  işlerde  koşuşturup  dururdum.  Dolayısıyla  müfettiş  bey  beni  iyi  tanıyordu.  Okulu  her  ziyaretinde  sınıfa  girdiğinde ,  beni  yerimden  kaldırır,  yanına  çağırarak:
 -Bakın  çocuklar,  şehir  yerinde  çiftler  böyle  dans  eder ,  diyerek,  sınıfta  benimle  dans  gösterisi  ve  öğretisi  yapardı.  Türkiye  haritasını  hep  yanında  taşır, Türkiye’deki  şehir  ve  nehirler  hakkında  bilgi  verirdi .Özellikle  güzel  yazı  yazmasını ,  düzgün  okumasını  öğretmeye  çalışırdı.  Benim  için:
      - Bu  çocuk  küçük  ama  hepsinden  ileri  seviyede, derdi  .
 Bir  gelişinde,  sıraya  yanıma  oturdu;  çantasından  zarf  ve    kağıt  ,  cebinden  de  bir  kalem  çıkarıp,  bana  uzatarak;
    -Sana  bir  mektup  yazdıracağım, Karaca ören’deki  eğitmene  götüreceksin,  dedi.  Hemen  Halamın  yazdırdığı  mektup  aklıma  geldi,  biraz  tereddüt  eder  gibi  oldum; O   başka  türlü  anladı,
    - Korkma  yazabilirsin, yazın  oldukça  güzel,  dedi.  Mektup  numunesine  uygun  bir  şekilde  tarif  ederek,  O  söyledi,  Ben  de  yazdım.  Altına  kendi  imzasını  attı,  zarfın  üzerini  yazdırdı.
    -Hadi,  şimdi  bir  postacı  imişsin  gibi  yerine  ulaştır !dedi.
 Komşu  köye ,Yusuf  Ağa  ile,  bir  kaç  defa  gitmiştim.  Bizim  köye  pek  uzak  değildi,  yaya  olarak  yarım  saat  çekerdi.  Köylülere  okulun  yerini  sorarak  buldum;  zarfı  eğitmene  teslim  ettim.  Eğitmen, zarfı  önümde  açarak  okudu
 -Bu  mektubu  sen  yazmışsın, öyle  mi?  dedi
      --Evet  öğretmenim ,  deyince;
-Yazın  güzel  ve  okunaklı,  aferin  sana.  Bu  iltifat  beni  bayağı  sevindirmişti.  Vazifesini  başarıyla  tamamlamış  büyük  bir  insan  edasıyla,  türkü  çığırarak,  köyün  yolunu  tutmuştum
( Zorlu Dönemeçler-1-b1-15-18 başlıklı yazı coni tarafından 19.01.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu