Bazı Pazar günleri, Enişte beyle , motor iskelesine gider, oradan denize girerdik. Deniz tertemizdi. Yüzen balıkları, berrak suda, zevkle seyrederdim. O çok güzel yüzer ve kulaç atardı. Bense, doğru , dürüst yüzme bilmiyordum. Yüzerken, bana müstehzîyâne baktığını hissederdim. Açıkça alay edemiyordu, galiba, terbiyesi buna müsait değildi.
Yürüyüşü çok seviyordu. Bir nevi hobisi gibiydi. (Daha sonraki yıllarda da şahit olacağım gibi) Cumartesi eve geldikten ve biraz dinlendikten sonra,
--Şöyle bi Polonez köye kadar gidip geleyim, diyerek, kıyafetini değiştirir , ayağına lastik pabuçları geçirir , ablam da Onun için ( giysi ve çamaşırlarını havi ) bir çanta hazırlardı. Enişte bey de sessizce çıkıp giderdi. Orası, çok uzak olmasına rağmen, sorduğumuzda,
--Orman içlerinden kestirme yollar biliyorum, diye cevap verirdi. Genellikle Pazar günü, ikindiye doğru, eve dönerdi. Tuvalet arasında, banyosunu yaptıktan sonra, anlaşılan rahatlar, eline bir kitap alarak okumasına devam ederdi.
Akbaba’da, babasından miras kalmış , fındık bahçeleri vardı. Bir gün, “ birlikte gidelim “ diye teklifte bulundu. Her ne kadar, kestirmeden gittikse de yol oldukça uzundu. Belki, 10-15 km. vardı. Köy çocuğu olduğum halde, Ona ayak uydurmakta zorluk çekmiştim. Üstelik, dönüş yolunda, bir de koşu teklif etmez mi? Delikanlılığa yediremeyip kabul etmiştim. Mezarlıklara yakın, düz, toprak bir yoldu. 200 metre ilerde, bir hedef tespit ettik. Oraya kim önce varırsa, O kazanacaktı.
--Bir, iki, üç, sözüyle ileri atıldık. Bacakları uzun ve süratliydi. Kendimi, o kadar zorlamama rağmen, bir at başı kadar da olsa, benden öne geçmiş ve kazanmıştı.
Kitaplığında çok kitap vardı. Akşamları, daha çok, Osmanlı tarihi olmak üzere, devamlı, okurdu. Beni mahcup duruma düşürmek istediği zaman, tarihten sualler sorardı. Zaten, en çok konuştuğumuz, ortak konumuz tarihti. Tarihi sevmeme , çoğu konuları, tarihleriyle bilmeme rağmen, bazen hatırlayamadıklarım oluyordu. İşte o zaman, müstehzîyâne tavrını takındığını fark ederdim. (İlerde, bu kütüphaneden ben de istifade edecek bilhassa, eski Türkçüye merak sararak,, çat, pat öğrenecek ve Reşat Nuri’nin Akşam Güneşi adlı romanını okuyacaktım)
Evde bulunduğu süreler, çok az konuşurdu. Ailece görüştükleri, üç arkadaşı vardı. Mahallenin muhtarı, Spor kulübü başkanı ve bir avukat. Onlarla buluştuklarında, konuşacakları konular çok oluyordu. Demek ki, evde fazla konuşmamasının nedeni, “siz ne biliyorsunuz ki, sizinle ne konuşayım,” tavrıydı.
Ev ile ilgili konularda konuşan daha ziyade, ablamdı. Ama, ablam, bu konuma gelebilmek için, yıllarca sabır göstermiş, çile çekmişti. Kaynanası, en ufak bir şeye dahi, Onu karıştırmaz, her şeye kendisi karar verirdi. Sofrada bile, her şeyin iyisini ve çoğunu oğlunun yemesini ister, oğlu da ona uyardı. Kulakları ağır işitirdi. Buna rağmen, ablam ona yardım etmeyi sürdürürdü. Enişte bey, pek bi şeye karışmaz, her şeyde olduğu gibi, ilgisiz görünürdü. “Ne haliniz varsa görün” der gibiydi. .. Kaynanası rahmetli olduktan sonra , ablam, ancak, evinin kadını olabilmişti
Enişte bey, ancak, istendiği, hatırlatıldığı zaman, evin yiyecek masrafları için para bırakırdı. Cüzdanından para çıkarırken, arkasını döner, uygun gördüğü parayı kütüphanenin önüne bırakıverirdi. Ablam da onuruna yediremediği için ne bıraktığı paranın ne maaşının miktarını sorardı. Enişte bey, cimri miydi? Tutumlumuydu? Pek bilinmezdi. Ama, eşinin kıyafet ve ayakkabı alırken en iyisine karar vermesine pek de sesi çıkmazdı.
Gülcan’ı , herhalde çok severdi, Gülcan, uslu, tombul, kınalı saçlı, kimseyi üzmeyen bir çocuktu., Ama, Ona, ilgisini, sevgisini pek göstermezdi. Belki de ilk çocuğunu aldırtmak hususunda, eşine baskı yapmasının bir ezikliği vardı içinde. Neyse ki, ablam, Onun muhalefetine rağmen, çocuğunu doğurmakta kararlı davranmış ve fikrini değiştirmemişti.
Son zamanlarda, ablamın şişmanlığı, daha doğrusu, hamileliği açıkça belli olmaya başlamıştı. Bu konuda, ne ben , kendisine bir şey soruyordum, ne de kendisi bir açıklama yapıyordu. Yalnız bir gün Gülcan’a,
--Bir kardeşin olsun ister misin? Diye sormuş, küçük kız da” Hayır istemiyorum “ demişti.
Artık, okula dönme zamanı gelmişti. Bir aya yakındır buradaydım. Ev işlerine yardım, sokaktaki çeşmeden su taşıma, alış veriş, kışlık odunları, sobaya girecek şekilde kesme ve yerleştirme, yukarı ve aşağı bahçenin tanzimi derken, dışarıda, yevmiye ile çalışmaya pek fırsat bulamamıştım. Okul harçlığı İçin, İzmit’te kazandığım on beş lira ile Muhittinin verdiği yirmi lira vardı. Yasemin ablam, ayrılırken cebime biraz harçlık koydu ve
--Her ay, az da olsa, sana bir kaç kuruş göndereceğim,, dedi. O da kira gelirine güveniyordu. Rahmetli annesinden miras kalan bir dükkan, İzmit’te, kirada idi. Bana sarılıp, vedalaşırken,
--Unutma! Artık, benim himayemdesin, tatilde, yine buraya geleceksin, deyerek, benim moralimi ve güvenimi tazelemişti.
Tren, İzmit’in içinden geçerken, acı, acı düdük öttürdü. Geçmiş, kafamda, tekrar canlandı. Kendimi, hâlâ, suçlu hissediyordum. Belediye binası görünüyordu, ama, başımı çevirip, o tarafa bakamadım. Sanki, dayım, pencereden, işaret parmağını sallayarak,” Sana kucak açmakla hata etmişim. Sana güvenmekle, yanılmışım” diyecek. Daha neler, neler söyleyecekti. Bu gidişle, suçluluk duygusu, bende, uzun müddet devam edecekti
6. BAŞ MÜMESSİLLİK
Artık, üçüncü sınıftaydık. Baş mümessil, üçüncü sınıf talebeleri arasından seçiliyordu. Seçilecek kişi, Talebeler tarafından sayılan ve sevilen biri olmalıydı. Bu sene, Elmas seçilmişti. Doğaldır ki, davranışları ve atak tavırları, daha da keskinleşmişti. Ama, bu beylik uzun sürmedi. İki ayın sonunda, baş mümessillik, Ondan alınıp bana verilmişti. Bazı avantajlarına rağmen bu, oldukça ağır ve mesuliyet isteyen bir görevdi. Ben, disiplini seven bir insandım. Merasimlerde olsun, yemekhane, yatakhanede ve mütalaa sırasında olsun gürültü, patırtı ve uygunsuz davranışlara, sanki, bir askermişim gibi, pek müsaade etmezdim. Tabii, disipline uymayanları yola getirmekte, nadiren de olsa zorlandığım oluyordu. Bu konuda, idarenin, ne kadar acımasız olduğunu bildiğimden, mümkün olduğu kadar, hadiseleri, oraya aksettirmemeye çalışıyordum.
7. ÇAM FİDANLARI
Zaman ne kadar çabuk geçiyordu. Ocak, şubat derken mart ayına gelmiştik.
Okulun arazîsi oldukça genişti. Doğuya bakan tarafta, meyilli, geniş, boş bir arazi parçası mevcuttu. Buralara, bir kaç fidan dikilmiş, kimi tutmuş, çoğu kurumuştu. Kurumuşların yerine yenilerini dikmek, boş sahaları da çam fidanlarıyla doldurma fikrimi, hem baş mümessil sıfatı, hem de, köyde, zorunlu olarak katlettiğim ağaçların kefareti olur düşüncesiyle, tabiat hocamıza, öneri olarak sunmuştum. Bu önerim, önce hocamız, sonra da idare tarafından olumlu karşılanmıştı. Çok geçmeden, bu iş tahakkuk safhasına konuldu. Önce, mezkur arazide, fidan dikilecek yerlerin çukurları, bütün talebeler tarafından hazırlandı. Bu iş ders saatleri dışında, daha ziyade, yatılı öğrenciler tarafından gerçekleştirildi. Daha sonra, kamyonlar, kazmalar, kürekler, çuvallar derken, nihayet kumanyalar hazırlandı. Bir Pazar günü, biz, son sınıf talebeleri, bir kaç öğretmen dağlara doğru yola koyulduk. Şarkılar, türküler, taşlı topraklı , virajlı ve yokuşlu yollardan geçerek bir köye geldik. Burası, UZUN ÖMER İN doğduğu köydü. (Abbaslı). Hani, şu İstanbul, Eminönü’nün Nimet ablanın gişesinde M. P. Bileti satan, herkese şans dağıtırken, kendi şanssız olan, boyu iki küsur metre, ayakkabısının ölçüsü 56 no: olan Uzun Ömer in köyü.
Köylülerin, meraklı bakışları arasında, hocalardan biri, kamyondan inerek, Onlarla konuştu ve yanlarına, köylülerden bir rehber alarak yola devam ettik. Rehber önde, konvoy arkada, yüksek, ormanlık bir düzlüğe ulaştık. Etrafta, henüz erimemiş karlar vardı. Hemen kamyonlardan yere atlayarak, kazma kürek işe giriştik. Ancak, çam fidanlarını sökmek, köklerindeki toprakları muhafaza etmek, taşımak, dikileceği yeri hazırlamak maharet isteyen bir işti. Bu hususu, hocamız da biliyordu, köy çocuğu olarak ben de biliyordum. Her şeyden önce, fidanları söküp, çıkarmadan önce, mevcut yönünün işaretlenmesi gerekiyordu ki, dikerken farklı bir yönde olmasın. Çıkarılan fidanların topraklı kökleri bir çuval içinde taşınmalıydı. Bütün talebeler, bu yönde uyarılmış, ve iki saat içinde , istenilen miktarda, küçük çam fidanları hazırlanmıştı.
Artık, piknik yapma sırası gelmişti. Gruplar oluşturuldu, kumanyalar dağıtıldı, herkes, konuşa, şakalaşa, azıklar , büyük bir iştahla yenildi, üzerine, buz gibi kaynak suları içildi.
Sıra, oyunlara ve spor etkinliklerine gelmişti. Öğretmenler, önce, Saim ile Elmasın güreş tutmasını istediler, mırın, kırın edince de zorladılar. Elmas, atak tabiatı icabı, kendinden emin görünüyordu. Saim ise, Ondan daha iri yapılıydı, fakat, hareketleri, davranışları ağırdı. Zorlu bir mücadele başlamıştı. Saim, kolay, kolay yerinden sökülmüyordu. Öğretmen ve öğrencilerin teşvik ve bağırışları arasında, Elmas, bir putunu bulup, Saim’i yere devirmiş, sırtını da yere getirmişti. Güreşin galibi belli olmuştu, Elmas, zafer kazanmış kumandan edasıyla etrafına gururla bakıyordu. Bu defa hocalar,
--Sıra sende, Yusuf ! diye sesleniyorlardı. Arkadaşlar da “haydi, Yusuf ağabey, haydi “ diyerek alkış tutuyorlardı. Acaba., öğretmenlerin maksatları ne ola ki,.? Beni sona bırakmışlardı.
--Kim galip gelirse, okulun şampiyonu, O olacak , diyorlardı.
Elmasla, benim aramda, taa, ilk karşılaştığımızdan bu yana, gizli bir sürtüşme vardı. O, herkese, liderlik taslıyordu. ama, bana bunu kabul ettirememişti. Üstelik, bazı arkadaşları da himayeme almıştım, Onlara da diş geçiremiyordu. İkinci sınıftayken, Hüseyin, Saim ve benim, iyi ahlaklarımızdan dolayı, karma sınıfa seçilmemiz ve hele bu sene, Ondan alınıp, BAŞ mümessilliğin bana verilmesi de Onda büyük bir infial yaratmıştı. Bunu , her haliyle belli ediyordu. Anlaşılan, şimdi, kozların paylaşılması sırası gelmişti. Bu nedenle ve büyük bir hevesle, benimle güreşmeyi kabul etmişti. Benden bir -iki santim daha uzundu. Ancak, ben de bir hayli kilo almıştım. Kendimi, güçlü hissediyordum. Ayrıca, köydeyken, yaylada, epey güreş eksersizleri yapmıştım. Etem amca, bana, güreşin püf noktalarını, oğluyla, pratik yaptırmak suretiyle öğretmişti. Bunlara güvenerek ve biraz da mecburen, güreşi kabul etmiştim. Aksi takdirde, Baş mümessil olarak, hiç bir öğrenciye söz geçiremez olurdum. Bu arada, öğretmenler sabırsızlanıyorlardı. Nihayet, spor hocamız,
--Haydi! Gelin şöyle ortaya, ben, başla deyince, başlayacaksınız, talimatını verdi.
Her ikimiz de, bir kaç hamle ve güç denemesinde bulunmuş,, fakat, bir netice alamamıştık. O’da , ben de , bu işin zor olacağını anlamıştık. Bağırışlar, teşvikler hep benden yana idi ve moralimi yükseltiyordu. Bu moral destekle mi, yoksa Onun ikinci güreşi olmasından mı ? Her neyse, bir pundunu bulup, Onun paçasından yakaladım ve göğsümle de , tüm gücümle, yüklenerek Onu yere çaldım. Aniden, Onun sırtı yere, bana da alkış gelmişti.
Elmas, şaşırmış gibiydi. Biraz da mahcup olmuş ve kızarmıştı. Ama, bende, her hangi bir böbürlenme görmeyince, ve üstelik, elimi uzatarak,
--Sen, zaten yorulmuştun, deyince, rahatlamıştı. Bu hadiseden sonra, Elmasın, tavrı değişmiş ve dostluk gösterisi başlamıştı. Bu dostluğumuz, okul bitinceye kadar da sürmüştü.
Çam fidanlarını, neşe ve sevinç içinde nakletmiş, daha önceden hazırlandığından, yerlerine, ertesi günü, fazla yorulmadan dikmiştik. Her talebenin beş fidanı vardı, Haftada bir sulamak Onlara aitti. Bu bakım işlemi, biz okulu bitirinceye kadar sürmüştü. Okul tatil olunca da bu iş müstahdeme kalacaktı. (Acaba, fidanlardan kaç tanesi hayatını idame ettirebilmişti? Bunu, hep merak etmeme rağmen, sonraki yıllarda, bir defa Bilecik yolundan geçmek kısmet olmuş, fakat soğuk ve karlı bir geceye rastladığı için, hiç bir şey görememiştim.)
Artık, haziranın ilk haftasındaydık. Tabiat hocamız, Tarım İl Müdürlüğüne müracaat ederek, onlara bağlı bir fidanlığın ziyareti için müsaade almıştı. Ancak, hava anormal derecede soğuk ve üstelik kar yağıyordu. Böyle bir havada, böyle bir gezi olacak şey değildi, ama ne yazık ki önceden programlanmıştı. Bizi, genç bir ziraat teknisyeni karşıladı. Meyve ağaçlarını ve fidanlarını, tek, tek göstererek, bize tanıttı. Bunların içinde, çok aşina olduklarımız da vardı, ilk defa görüp tanıdıklarız da.
Bu ziyaretimizde, iki şey belleğimde yer etmişti. Bu iki şeyi, hayatım boyunca, zaman, zaman hatırlayacaktım. Birincisi; haziran ayına gelmemize rağmen, soğuk ve kara dönüştüren bir hava. İkincisi ise: Ziraat teknisyeninin söylediği, yakındığı husus:.
-Siz, siz olun, lise tahsiliyle yetinmeyin, Liseden sonra, ne yapıp edip, yüksek tahsilinizi tamamlayın. Ben, kendimi, misal olarak veriyorum. Yüksek tahsil yapmadığım için çok pişmanım. Bazılarından , bilir, bilmez emir alıyor, iyi netice vermeyeceğini bilmenize rağmen, onun emirlerini uygulamak mecburiyetinde kalıyorsunuz. Üstelik, bir de , horlanıyor, aşağılanıyorsunuz, demişti.
Mahut geziyi takip eden günlerde, epeyce arkadaşımız, hazırlıksız yakalandıkları için, hastalanıp, okula iki yüz metre uzaklıkta bulunan devlet hastanesine yatmışlardı. Bunların içinde,--çocukluk değil mi?,--Güzel hastabakıcıların sevdasıyla, yatan çılgınlar da vardı.