1.HOŞ BİR KARŞILAMA
Boğaz vapurunun Emin önünden kalktığını öğrenince, oraya kadar yürüyerek gittim. Bir talebe bileti, bir de simit alıp vapura girdim. Boğazın muhteşem güzelliğini, ilk seyahatimde beynime kazımıştım. Şimdi ise gözüm oralara bakıyor, fakat bir şey görmüyordu. Kafamda bin bir düşünce vardı.
Yokuşu tırmanırken, kendi, kendime konuşuyor, mücadele ediyordum. “ Acaba, beni nasıl karşılayacak,! surat mı asacak? Belki bir sürü de sual soracak! Acaba, gitsem mi? Yoksa, dönsem mi? Adımlarımda tereddüt vardı, zaman, zaman yavaşlıyordum. Sonunda, kararlılıkla—“Hadi oğlum, cesaretini topla! İyi karşılanmazsan, bir gece kalır, okula dönersin. Orası, hasret duyduğun aile ortamı değil, ama senin sığınabileceğin bir yuva.”
Eve yaklaşırken, başımı kaldırıp üst kata, pencerelere şöyle bi baktım, kimse görünmüyordu.
Bahçe kapısı açıktı, bahçeye çıkan merdivenleri adımlarken, yukarıdan, kahkaha sesleri duyuluyordu. Kapının madenî tokmağını bir kaç defa vurdum, bir müddet sonra, merdivenlerden inen cılız bir ayak sesi duyuldu. Bir kız çocuğu, kapıyı açtı. Bu tanımadığım, zayıf, çelimsiz bir çocuktu. O da beni tanımadığı için, yukarıya sesleniyordu.
--Anne! Bir ağabey geldi, seni istiyoo.. Sonra da Yasemin ablamın başı pencereden göründü. Benim olduğumu anlayınca
--AA.!. Yusuf gelmiş! Gel, gel, yukarı çık!. Yukarı çıktım. Merdiven başında beni bekliyordu. “ hoş geldin” dedi ve beni kucakladı , yanaklarımdan öptü Karşılayışı, çok candan ve samimi idi. “ Koca delikanlı olmuşsun “ diyerek, şaşkınlığını belli etmemeye çalışıyordu. “ Seni hangi rüzgar attı “ Bu soruya, Rüzgar değil, fırtına attı “ demek isterdim ama , deyememiştim. Ben görmeyeli, ceylan gibi, ince ve narin yapısı, biraz kalınlaşmaya başlamıştı. Galiba, şişmanlıyordu. Ama güzelliği, hâlâ, o şahane güzellikti.
--Hadi gir içeri, arkadaşlarla oturmuş, sohbet ediyorduk . Koca salona girdiğimizde, karşılıklı iki kanepede oturan üç kadın gördüm. Gözlerini dikmiş , merakla bana bakıyorlardı.
--Bu delikanlı, akrabam, daha doğrusu, babamın akrabası oluyor, adı da Yusuf, okuyor. Her birinden çıkan,
--Hoş geldin, sesleri duyuldu ama, gözleri, hâlâ üzerimde idi. Anlaşılan, daha fazla şeyler öğrenmek istiyorlardı. Artık, Onları kahkahaya boğan konu unutulmuş, konu ben olmuştum.
Kadınlardan biri sarışın, kırmızı ve geniş suratlı, ablamla aynı yaşlardaydı. Diğerleri, daha yaşlıydılar. Biri esmer, iri yapılı, gözlerinin altı morarmış, diğeri zayıf, ufak, tefek, buğday renkliydi. Konuşmalarından, birbirleri ile samimi oldukları anlaşılıyordu. Ben, kanepenin bir köşesine oturdum. Ya yokuş çıkmaktan, ya da sıkıldığımdan, yüzüme ve vücudum e ateş basmıştı.( Zaten, oldum olası, yabancı insanların içinde sıkılmışımdır.)
Ablam, Onların ne kadar meraklı olduklarını bildiğinden olmalı ki, daha fazla açıklama ihtiyacı duyarak,
--Yusuf, babamın, öz dayısının oğlu, Köyde üçe kadar okumuş, İzmit’e geldiği zaman , babam ,Ona sahip çıkarak, ilk okulu tamamlamasına yardımcı olmuş, şimdi ise, Bilecik’te parasız yatılı olarak okuyor.....
Ben söze karışmadan, anlatılanları dinlemekle yetiniyordum. Demek ki, ablam, benim durumumu takip ediyor, her şeyi biliyordu.
Bir müddet sonra, yine eski konularına dönmüşler, konuşurken, anlaşılan , zamanı unutmuşlardı.
--Neredeyse vapur gelecek, biz artık kalkalım, sözleriyle, misafirler ayağa kalktılar ve salonun kapısına doğru yürümeye başladılar. Ablam, merdiven başında, Onları uğurlarken, hepsine, isimleriyle hitap ediyordu. Ben de bu sayede, üçünün de ismini öğrenmiş oluyordum. Sonra, salonun penceresine gelerek, Onlara el salladı. Onlar da bekler gibi, dönüp, dönüp pencereye bakıyorlardı. İkisinin evi, zaten sokağın karşı tarafındaydı. Kendine akran olanı ise, yukarı doğru yürüyüp gitmişti.
Misafirleri uğurladıktan sonra, ablam, misafirlerin oturduğu yerleri düzeltmeye koyuldu. Bir taraftan da,
--Halise, kızım! Yusuf ağabeyine bir bardak çayla, kurabiyelerden getir, diye sesleniyordu.
-Bu da kimin nesi? Daha önce görmemiştim, soruma karşılık,
-Bu çocuğu, evlatlık olarak aldık. Aynı zamanda, Gülcan’a arkadaş olur diye düşündük.
Ne zaman soru yağmuruna tutulacağım diye merak ediyordum, bunu geciktirmek için,
-Abla, bu kadınlar, kim,? Diye sordum
-Onlar, çok sevdiğim, komşularımız. Gelin geldiğimden bu yana , beni hiç yalnız bırakmadılar. Sık, sık böyle toplanır muhabbet ederiz, Onlar , bana böyle yakınlık göstermeselerdi, kendimi çok yalnız hissederdim. burada zaten yapılacak fazla bir şey de yok ki!.
Lezzetli kurabiyeleri yiyip, çayı yudumlarken, soru yağmuru da yağmaya başlamıştı.
--Şimdi, anlat bakalım, geliş sebebini? Eğer dediğin gibi, gezmeye gelseydin, babam, seninle, bi şeyler gönderirdi. Yoksa Ondan habersiz mi geldin? Artık kaçış yolu yoktu Nasıl olsa, gerçeği öğrenecekti. Durumu, anlatmak mecburiyetinde kalmıştım.
--Erkan ile kavga ettik. Bahçede, birbirimize girdik. Galiba, attığım yumrukla, burnu kanıyordu. Ben de evden kaçtım.
--Hay ALLAH, neden yaptın böyle bi şey? Onun ne kadar, huysuz ve hırçın olduğunu biliyorsun. Sen bari uymasaydın Ona!
--Kavga ettikten sonra pişman oldum ama.!
--Neyse, olmuş bi kere. Enişten gelince, Onunla konuşurum, belki İzmit’e gider, aranızı bulmaya çalışırım.
--Hayır, abla! Geri dönmek istemiyorum. Artık eskisi gibi olmaz, Dayıma, Yengeme ne yüzle bakarım?.
-Ama, babam çok üzülür, sana güveniyor, hatta, seninle gurur duyuyordu. “Altı çocuğumdan hiç biri, o veya bu sebeple, okuyamadı, ama, Yusuf okuyacak” diyordu.
--Onu üzdüğümü, hatta, nankörlük ettiğimi biliyorum . Bu sebeple çok, çok üzülüyorum. Ama ne dönebilirim, ne de yüzlerine bakabilirim.
Bu arada, kapı çalınmış, Halise, açmak için koşmuştu....Tahta merdivenlerin, ağırlık altında, gıcır, gıcır ses çıkardığı duyuluyordu. Bir müddet sonra, salona uzun boylu, yakışıklı, bir erkek girdi. Beni görünce, merak etmiş gibi, bir ablama, bir de benim yüzüme baktı. Ablam,
--Hoş geldin Aydın bey, bu delikanlı, daha önceleri, sana sözünü ettiğim, babamın akrabası, Yusuf¸. Bizi ziyarete gelmiş, dedi.
--Yaa!.. öylemi , hoş geldin, delikanlı., diyerek bana doğru bir adım attı. Ben zaten ayaktaydım, Ona doğru hamle yapıp elini öpmek istedim, öptürmedi, elimi sıkmakla iktifa etti. Benim elim, sinirden, stresten ne kadar soğuksa, Onun ki de o kadar sıcaktı. Bir elinde gazete(AKŞAM) vardı. Onu bırakmadan, tuvalete doğru yürüdü. Anlaşılan, okuması bitmemişti.
İlk görebildiğim kadarıyla, kibar bir hali vardı. Kırk- kırk beş yaşlarındaydı. Yüzünün rengi, biraz mat ve şekli uzuncaydı. Saçları kırlaşmış, alnı oldukça açılmıştı.
Akşam yemeğine oturduğumuzda, bana sorduğu bir kaç soru hariç, fazla konuşmamıştı. Daha ziyade, ablam konuşuyor, günlük işlerden, ziyarete gelen misafirlerden bahsediyordu.
-Aydın bey, bu gün, öğle yemeğinde neler pişirmişler, şirkette neler yediniz? Sorusuna karşılık, sanki, hatırlamakta güçlük çekiyormuşçasına, yediği yemekleri, ağır, ağır saydı. Kelimeler, ağzından, dirhemle çıkıyordu.( Bu soru ve cevap, badema, her akşam devam edecekti.)
--Yemek çeşidi bulmakta güçlük çekiyorum, ne pişirmeli bilmem ki? Yusuf , senin istediğin bi şey var mı ? Gülcan, sen ne istiyorsun, kızım?.... Yemekteki konuşmalar, bu mealde devam edip gidiyordu, ve aşağı, yukarı akşam yemeklerinde yalnızca, bu çeşit konuşmalara şahit olacaktım.
Yemekten sonra, enişte bey, Gülcan ile ilgilenip, biraz sevip okşadıktan sonra, kitaplıktan bir kitap alarak okumaya başlamıştı. Benim için, çocukların yattığı bahçe tarafına bakan odada bir yer yatağı hazırlanmıştı . Halise’nin gözleri, daha sofradayken kapanmaya başlamıştı. Gülcan’ın gözleri ise fal taşı gibiydi, yatağa gitmek istemiyordu. Bulaşıklar yıkanmış, işler bittikten sonra, yatma zamanı gelmişti ki, biz yatmaya giderken, Enişte Bey, hâlâ , oturduğu kanepede, okumaya devam ediyordu.
Ev konak gibiydi. Belki, gibisi fazlaydı. Oturulan katta dört büyük oda, bir de boydan, boya uzanan, büyük bir salon vardı. Odalardan birini yemek odası olarak kullanıyorlardı. Buraya, bir bölme ilavesiyle, uydurma mutfak yapılmıştı. Eski konaklara mahsus büyük mutfak, aşağı katta, kiracılara bırakılmıştı. Aşağı kata inen, çift taraflı ahşap merdiveni, renkli camekânlı, büyük kapılar ayırıyordu. Yaşanan kata, bahçe tarafından, ayrı bir ahşap merdivenle çıkılıyordu. Üç odanın Yani Deniz tarafına bakan yatak, çeşme üstündeki misafir ve bahçe tarafındaki yemek odasının ve sofanın çift kanatlı büyük kapılarıyla tuvalet koridorunun kapısı, salona açılıyordu. Bahçe üzerindeki odanın kapısı ise, merdiven başındaki sofaya açılıyordu. Kapılar ve döşeme tahtaları, (muhtemelen çerçeveler) ıhlamur ağacından yapılmıştı. Devamlı fırçalanarak temizlendiği için tahtaların renkleri kehribar sarısı gibi, tertemizdi. Salona, bir kaç, renkli, desenli büyük kilim serilmişti.
Evde akar su yoktu. Su, sokakta bulunan çeşmeden, kovalarla taşınır, büyük, toprak küplere, büyük kaplara biriktirilirdi. Kullanma kapları ise, hep muslukluydu. Küplerin ve diğer kapların üzerleri, tertemiz beyaz bezlerle örtülüydü. Ayrıca üzerlerine de tahta kapaklar konulmuştu.
İlk sabah, erken uyanıp, salona girmiştim ki, ablamın, benden önce kalktığını gördüm.
--Madem erkencisin, çabuk, tuvalet işini hallet.! Geç kalıpta, orayı eniştene kaptırırsan, bir saat beklersin, ..dedi.
Gerçekten, söylediği doğruydu. Enişte Bey, mahut yerde, bir saate yakın kalıyor , kahvaltıyı, bir bardak sütle geçiştiriyor ve hızlı adımlarla, iskelenin yolunu tutuyordu. Sabahlarını, bu minval üzere ayarladığı anlaşılıyordu.
Biz kahvaltı ederken kapı çalındı. Uflaya, puflaya, yaşlı bir kadın çıkageldi. Burnunun kenarında, iri bir beni vardı. Sabah, sabah, bu da kim diye düşünürken, ablam açıklama yaptı.
--Kayın validemin yadigarı, Kaynanam, buraya gelin gelirken, Onu da yanında getirmiş, ölünceye kadar da hizmet etmişti. Şimdi yaşlandı, bazen bizde kalıyor, bazen de oğluna, torununa gidiyor, Eski günlerin ve kaynanamın hatırına buraya istediği zaman gelip istediği kadar kalıyor.
Kahvaltıdan sonra, ablam, bir ara,
--Gece, enişten ile konuştum, İzmit’e gitmeme gerek kalmadı. Burada kalman için anlaştık. Bidayette, biraz, muhalefet etti, ama, neticede, Onu ikna ettim. Zaten, babam, “Bana bi şey olursa, Yusuf’a sahip çık, O , benim eserim olacak” demişti. Her ne olursa olsun, Onun yine aynı düşüncede olduğuna eminim. Bunu, eniştene de söyledim, O da kabul etti...., dedi.
Bu habere çok sevinmiştim. Yine tutunacak bir dalım olmuştu. Teşekkür etmek istedim, fakat O, buna fırsat vermeden,
-Haydi bakalım iş başına! Yapacak çok işimiz var, ev temizlenecek, su taşınacak, yukarı bahçeden, biraz da çalı, çırpı toplayıver, çamaşır yıkarken, kazanın altını tutuşturmak için lazım oluyor, dedi.
Temizlik ve çamaşır için yardımcı kadın gelmekle beraber, kendisi de kadınla birlikte çalışmaya alışmıştı. Bazen de bu gün olduğu gibi, bu gibi işlere, kendisi soyunuyordu. Ben de elimden geldiği kadar Ona yardım edecektim. Yediğim ekmeğin karşılığını, az da olsa vermeliydim.
Temizlik, Onun en büyük tutkusuydu. Önce misafir odasından başlanacak, koltuklar, sandalyelerin tozu alınıp temizlendikten sonra dışarı salona taşınacaktı. Maksat, oda süpürülürken, üzerlerine toz konmasın dı. Sarı süpürge, aslında, temizlikten ziyade, tozları ayağa kaldıran bir aletti. Süpürge işi bittikten sonra, sabunlu (Arap sabunu ) su ile silme işlemi başlardı. Pencerelerin bazı çerçeveleri seyyardı. Onlar çıkarılır, sabunlu su ile fırçalanır, sonra camlar silinirdi. Silme işi merdivenlerde son bulurdu. Giriş kapısının dış tarafı da, muhakkak, su ve süpürge ile yıkanıp temizlenirdi. Dışarısı temiz olursa, evin içi de temiz olur düşüncesindeydi. Tabii, kilim ve halıları, bahçede, bir ipe asmak ve sopa ile döverek temizlemek ve tozlarından arındırmak da unutulmayacaktı. Bilhassa böyle günlerde su taşımak, temizliğe su yetiştirmek oldukça zordu. Bütün bu işlerin yapılması, kolay değildi. Ev koca bir berhaneydi, iş neredeyse, akşama kadar sürüyordu. En sonunda da, taşıma, ve ısıtma su ile , tuvalet aralarında, banyo yapmaya sıra geliyordu.
Aslında, yemek pişirmek de, bulaşık yıkamak da bir işkenceydi. O kadar geniş mekâna mukabil, yemek odasından bir bölme ayrılarak, uydurma bir mutfak yapılmıştı. O daracık yerde, maltızda yemek pişirmek ve bulaşık yıkamak bir işkenceydi. Arada bir yardım etmek maksadıyla, bulaşıkları ben yıkardım ve ne kadar sıkıntı çekildiğini bilenlerdendim....Büyük konaklara mahsus, geniş bir mutfak alt katta var olmasına, vardı da, kiracılar kullanmaktaydı.
Enişte Bey, eve bir ekmek bile getirmezdi. Vaktiyle öyle alıştırılmıştı. Bu alışkanlığını değiştirmemiş ve değiştirmeye de hiç niyeti yoktu. Bu sebepledir ki, evin alış veriş işleri de ablama aitti.
Ablam, komşu kadınlarla, bostanlardan sebze, kasaptan et almak maksadıyla, taa.. Akbabaya giderdi. Orada, her şey çok daha ucuzdu. Bostan sahipleri, “ bostana girin, istediğiniz gibi toplayın “derlerdi. Salatalığın körpesi, patlıcanın en siyahı, domatesin olgunu ve kırmızısı, fasulyenin ayşesi tercih edilirdi. Et de okka ile satılır, istenilen yerden kesilip verilirdi. Öğle sıralarında, Karakulak suyu başma gidilir, orada piknik yapılır, akşama doğru da sırtlarında , ellerinde yük, güle oynaya, eve dönülürdü. Bu, Onlar için hem gezi, hem de ticaret oluyordu . Bazen, ben de bu gezi ve ticarete katılırdım. Bütün bunlara rağmen, yine de pazara gitme ihtiyacı doğduğunda, evden oldukça uzak , kasabanın yokuşlu bir sokağında kurulan pazara gidip alışveriş yapma görevi bana aitti. Bir piliç, 25 kuruştu.