10...  18 LT.LİK  GAZ  TENEKELERİ

 

                                              Okullar  kapanmış,  lise  birinci  sınıfını  geçmiştim.  Ne  yazık  ki,  orta  okuldaki  başarımı,  burada  gösterememiştim.  Notlarımın  çoğunluğu,  orta  dereceden   ibaretti.  Kilolarımı  da  kaybetmiştim.  Bana ,  bir  haller  olmuştu.  Eğer,  orta  okuldan ,  bilgi  bakımından  güçlü  gelmemiş  olsaydım,  belki  de,  bazı  derslerden,  eylüle  ikmale,  kalabilirdim.  Beni  bu  hallere  koyan  sevda  mıydı?  Yoksa,  kara  sevda  mıydı?

Eve  gittiğim  zaman,  ablam,  düşünceli  olduğumu,  hemen,  fark  etmişti.  Onun  gözünden  de,  hiç  bir  şey  kaçmıyordu.  Yaşantımın  hemen,  her  safhasını  biliyordu.  Ayçe  ile  olan  ilgimi  de,  bir  ara,  bunun,  kesintiye  uğradığını  da.  Beni  üzgün  ve  düşünceli  görünce,

--Yine  ne  oldu  ki,  böyle  durgun  görünüyorsun.?

--Bir  işe  girmek ,  okul  harçlığı  için,  biraz  para  kazanmak  istiyorum,  diyerek  sorgusunu  başka  yöne  çekmek  istemiştim.  Ümmühan  konusunda,  fazla  konuşmak  istemiyordum,

--Eniştene  bi  söyleyelim,  sana    bulacak  belki  bir  tanıdığı  vardır.

Gerçekten,  tatilin  ilk  haftası  geçmeden  bana,    bulunduğu  müjdesi  verilmişti.  Deniz  kenarında,  bir  motor  iskelesi  vardı.  Mavnalarla  gelen  gazyağı,  sahildeki  depoya  taşınıyor,  orada  depolanıyordu.  Gazyağı,  hem  aydınlatmada,  hem  de  mutfakta  kullanılan  ve  zor  bulunduğu  için  kıymetli  olan  bir  yakıttı.  Çalıştığım  yer,  ana  depo  durumundaydı.  Hem  mavnalarla  gelen  gaz  tenekeleri,  buraya  taşınıyor,   depolanıyor,   hem  de  buradan,  satış  yapıldığından,   kamyonlara  ve  mavnalara  yükleme  işleri    eksik  olmuyordu.  Gaz  tenekeleri  18 litrelikti.  Tenekenin  üstünde,   ancak  üç   parmak   girecek  büyüklükte,  kalın  telden ,  tenekeyi  taşıma  maksadıyla  yapılmış  bir  kulp  vardı.  Yani,  18  litrelik  tenekeyi,  iki veya  üç  parmakla  kaldırıp,  200-300  m.  Mesafeye  taşımak  gerekiyordu.    Zaman,  zaman  dinlenme  payı  da  olsa,  sabahtan,  akşama  kadar  teneke  taşımak,  yorgunluk  bir  yana,  parmaklar  için,  büyük,  çok  büyük  bir  eziyet  ve  işkenceydi.  Tenekeyi  taşırken,  her  ne  kadar,  sağ  elden  sol  ele ,  sol  elden   sağ  ele  geçirmek  suretiyle  parmakları  dinlendirmek  mümkünse  de,  genel  olarak,  yük  ve  baskıdan,  parmakların  kan  devranı  azalıyor  dolayısıyla  morarıyor  ve  bazen  de   mahut  tel  tarafından  kesilerek  kanıyordu.   Böyle  kanamaya,  biraz  da  benim  elimin  durumu  sebep  oluyordu.  Avuçlarımın  derileri  bu  mevsimde,  hâlâ  soyulmaya   dolayısıyla  incelmeye  devam  ediyordu.   Üstelik,  bu  eziyete,  temmuzun  sıcağı,  gazyağı  kokusunu  teneffüs  etmek  mecburiyeti  ve  pisliği  ilave  edilirse,  bu  işin  ne  kadar  zor  olduğu  anlaşılırdı.

        Uzaktan  bakanlar  için,  bu  işin  zorluğunu  anlamak  mümkün  değildi. Onlar  için  neticede ,  taşınan  bir  gaz  tenekesi  idi.  İşte  o  kadar!  Bu  işin  zorluk  ve  pisliğinden,  benden  başka  şikayetçi  olanlar  da  vardı. Çalışırken,  giysilerim  de  leke  ve  pislik  içinde  kalıyordu.  Üstelik,  gazyağı  kokusu  da  cabasıydı. .Onları  temizletmek   veya  yıkatmak  da  ablama  kalıyordu.  Halbuki,  bir  tulum  giyme  imkanı  olsaydı,  ne  kadar  iyi  olurdu.  İşe  başlarken  onu  giymek,  işten  sonra  çıkarmak  Ama  böyle  alışkanlıklar  henüz insanlarda  yer  etmemişti.

Bütün  bu  zorluklara,  parmaklarımın  patlamasına,  kanamasına,  sızım,  sızım  sızlamasına  rağmen,  çalışmaya  tatil  süresince  devam  ettim.   Çünkü,  bu   kanamaların  geçici  olduğunu  düşünüyordum.  Asıl  kanama,  asıl  yara  ise  kalbimdeydi.  Ümmühan’ın    ciğerleri,  benim  ise,  kalbim  hastaydı.  Acaba,  Onunki,  iyileşir  miydi?  Benimki  için  ise,  hiç  ümit  yoktu.  Ümit  etmek  için  bir  sebepte  yoktu.  Önümde  o  kadar  belirsizlikler  vardı  ki!  Okulu  bitirmem  için,  daha  iki  sene  gerekiyordu.  Bitirsem,  ne  olacaktı.  Gerçi,  lise  mezunu  olmak,  1940    yıllarda,  oldukça  avantajlıydı.,  ama    bulunacak  mıydı?  Çünkü,  üniversiteye  gitmeyi,  hayal  bile  edemiyordum.  Ne  ile,  hangi  imkânla,  okumaya  devam  edebilirdim.  Liseden  sonra,    bulabilsem  bile,  ancak,  kendi  karnımı  doyurabilirdim.  Gerçekte,  benim  istediğim  bu  değildi  ki!  Gönlüm,  kendime  bile  itiraf  edemediğim  şeyler  istiyordu.  Bu  arzu  ve  istekler  ise  hayaldi,  gerçekleşemeyecek  bir  hayal!

Bütün  bunlara  rağmen, aklım  ve  mantığım,  her  şeyi  unutup,,  okul  devresini  kazasız  bitirmemi  emrediyordu.  Yangına  körükle  değil,  onu  soğutacak,  söndürecek  bir  yol  bulmalıydım.  Bu  da  derslere,  kendimi  vermekle,  dört  elle  sarılmakla  mümkündü.  İşte,  lise  ikinci  sınıfa  bu   düşünce  ve   kararla  başlamıştım.

 

               11. . İKİ  SEVDA-  BİR  GÖNÜLDE

 

Hafta  sonları  yine,  ablamlar’a  gitmeye  devam  ediyordum.  Bazen,  Enişte  Beyle   aynı  vapurda   karşılaşıyorduk.  O,  her  zaman,  üst  güvertede,  açık  yerde  oturuyordu.  Elinde,  akşam  gazetesi,  açık  ve  rüzgarlı  olan  güvertede,  yol boyunca,  gazete  okumaya  devam  ediyordu.  Gelip,  yanına  oturduğum  zamanlar,

--Ooo.!!  .Sende  mi  buradasın?  Ne  var,  ne  yok,  diye  bir  kaç  kelime  konuşur,  sonra  gazetesine  gömülürdü. Gide,  gele,  göre,  göre  bıkmış  olmalıydı  ki,  etrafına  pek  bakmazdı.  Halbuki,  boğaz  manzarası,  kadın  ve  kızlar  dahil,  zevk  alınacak   o  kadar  güzellikler  vardı  ki!  Acaba,  vapurla,  her  gün,  gidip,  gelsem,  ben  de mi  öyle  ilgisiz  olurdum ki?

Üsküdar’dan  bindiğim  vapur,  genellikle  Çengel  Köye  uğrar,,  kıyıya  çok  yakın,  Kuleli,  Askerî  Lisesinin  çok  yakınından  geçerdi.    Bazen,  üniformalı  talebeleri,  kıyıda   veya  bahçede  dolaşırken  görür,  gıpta  ile  bakardım.  Askerî   orta  okula    girememem,  hala,  yüreğimde  bir  ukde  olarak  kalmıştı.  Kan  kardeşimin  kabul  edilmesine,  her  ne  kadar  sevinmişsem  de  beni,   okula  kabul  etmemelerini   haksızlık  olarak  görüyordum.

Hafta  sonları,  her  eve  gelişimde,  Ayça’yı,  pencerede,  görür  olmuştum.  Öyle,  orada  dikilmiş,  beni  beklediği  belliydi.  Bazen,  enişte  bey,  beraber  eve  gelirken,  bu  durumun  farkına  varır,  bıyık  altından  güler,  sanki,  bize, “ Sizi  gidi   acemi  aşıklar,”diyormuş  hissini  verirdi.

Gönül  bu  ya!-  Nasıl  gönülse!   Ümmühan’dan  ümidimi  kesilmeye  yüz  tutunca,  yine  Ayça’ya  meyil  etmeye  başlamıştı.  Sanki,  gönlüm  ikiye  bölünmüştü.  Bir  tarafta  gerçek;  Ayça,  diğer  tarafta,  hayal,;  Ümmühan!.  Ayça  acaba,  bu  durumu  biliyor  muydu  veya  hissediyor  muydu?  Hareketleriyle,  beni  kendine  çekmeye  çalışıyordu.

Bir  zaman  sonra,  bunda  da   muvaffak  olmuştu.  Artık,  Pazar  günleri,  havalar  güzel  olduğunda,  bazı  yerlerde,  buluşmaya  başlamıştık.   Her  ne  kadar,  sokak  çeşmesinden  su  doldururken,  yan yana  ve  göz,  göze  geliyorsak  da,  ilk  buluşmamız,  evin  üst  tarafındaki  fındık -  incir  bahçesinde  olmuştu.  Burası,  Onların  katından  görülmeyecek  kadar  yüksek,  oturduğumuz  kattan  görülmesine  de  ağaçlar  mani  oluyordu.

        Amfi  gibi,  set,  set  olan  bu  bahçede,  fındık  ağaçları  mey anında,  incir  ağaçları  da  vardı. Bu  bahçenin  tanziminde,  epey  emeğim  geçmişti.  Ekimin  ilk  haftasında,  güneşli,  güzel  bir  havaydı.  Ağaçların  üzerinde,  Hâlâ,  tek,  tük  incirler  görülüyordu.  Bir  kısmı  da  buruşmuş  gibiydi.  Onlardan  birkaç  tanesini  toplamaya  başlamıştım  ki,  yavaş,  yavaş  Ayçanın,  bana  doğru  yaklaştığını  fark  ettim.    Demek  ki,  benim  bahçeye  çıktığımı  görmüştü.  Epey  yaklaşınca,  ilk  söze  başlayan  O  oldu.

--İncirlerin  üzerinde,  kiracıların  da  hakkı  olmalı,  değil  mi?  Böyle  söylerken,  üzüm  gibi,  kara  gözlerinin  içi  gülüyordu.  Biraz  da,  gelirken,  sanki,  süslenmiş  gibiydi,  çünkü,  üzerinde  gördüğüm,  ev  kıyafeti  değildi.

--Tabii , gel,  beraber  toplayalım,  sonra,  yarı,  yarıya  bölüşürüz.  Senin  uzanamadığın  dalları,  bana  bırak,  diye  cevap  vermiştim.  İşte  orası,  ellerimizin  tutuştuğu,  nefeslerimizin,  birbirine  karıştığı  ilk  yerdi.  Ne  yazık  ki,  ne  kadar  ağırdan  alsak  da,  ağaçta  fazla  incir  yoktu.  Bu  sebepten,  bu  ilk  beraberliğimiz  fazla  uzun  sürmemişti.  Ama,  gelecek  hafta  sonu  için,  kasabanın  en  yüksek  yerindeki  kayalıklarda  buluşmak  üzere  sözleşmiştik.  Arzumuz  hilafına,  geldiği  gibi,  sessizce,  ilk  ayrılan  da  kendisi  olmuştu.  Götürdüğü  incirler  de,  yapraklara  sarılı, ,  10-15  taneyi  geçmiyordu.  Götürdüğü,  sadece  incirler  değil,  kalbimden  de  bir  şeyleri ,  alıp  gitmişti.

Hafta  sonunu,  daha  doğrusu,  ikinci  buluşma  gününü,  iple  çekiyordum.  Allah  vere  de,  içerde  ve  dışarıda,  hava  durumu  kötü  olup    bir  aksilik  çıkarmasaydı.!  Hava  iyi  olursa,  tepedeki  kayalıklara ,  kötü  olursa,  sinemaya  gitmeye  karar  vermiştik.  Benim  tercihim,  tepedeki  kayalıklardı.

Benim  evden  çıkmam  nispeten  kolay  olurdu  da,  O,  ne  bahane  bulacaktı  acaba?,  Sözleşirken,  bunu  hiç  düşünmemiş,  sormamıştım.

Ekim  ayının,  güneşli,  oldukça  sıcak  bir  Pazar  günüydü.  Malum,  Enişte  Bey,  yürüyüş  tutkusuyla,  evde  yoktu.  Ablam,  iki  kızıyla,  haşır,  neşirdi.  Onlara  banyo  yaptıracak,  üstlerini,  başlarını  temizleyecek,  Gülcan’ı,   pazartesi  günü  için,  okula  hazırlayacaktı. Sabahtan,  Ona  gerekli  yardımı  yapmıştım  ki,  öğleden  sonrası  için,  boş  kalabileyim ..  Nitekim,

      --Hava  güzel,  şöyle  bi  tur  atıp   geleyim,  dediğimde,  şüpheli  bakışlarını,  üzerimde  hissettim.   Gerçeği  bilmiyordu,  ama,  belki  de  bir  tahminde  bulunuyordu.

-Gittiğin  yerde  fazla  oyalanma!  Çabuk  gel,  diyerek  müsaade  ettiğini  gösteriyordu.  Evden  çıkarken,  yüksek  sesle,

        --Ben  gidiyorum,  fazla  gecikmem,  dedim  ki,  maksadım,  aynı  evde  yaşadığımıza  göre,  Ayçanın   beni  duymasını  sağlamaktı.

 Yavaş,  yavaş  mezarlıklara  doğru  yürüdüm,  tepeye,  en  kestirme  yol,   mezarlıktan    geçiyordu.  Kayalıklara  yaklaşırken, acaba,  gelecek  mi?  Nasıl  gelecek?   diye  merak  ediyordum.  Gelirse,  beni,  nerede  daha  iyi  görebilir,  nerede  durmalıyım  diye  düşünürken,  Bir  anda,  Onu  karşımda  görünce  şaşkına  döndüm.  Hayretle,

--Nasıl  geldin?  Ne  zaman  geldin?  Diye  sormadan  edemedim.

-On  beş  dakika  oldu  geleli,  evden  nasıl  çıktığım  ise  sır.  Neyse,  sana   açıklayabilirim.

--Bu  işi,  dünden  ayarladım.  Dün  eve  gelirken,  beni  pencerede  gördün  mü?  Gerçekten  görmemiştim.  Biraz  da  bozulmuştum   galiba!.

--Hayır  görmedim.

 --Göremezdin,  çünkü,  evde  yoktum.  Mezarlığın  karşısında,  bizimkilerin,  aziz  dostları   oturuyor.  Cumartesi  günü,  Onlarda  kalmak  istediğimi  söyledim.  Onların  tek  kızı,  benim  arkadaşım,  O,  aynı  zamanda  benim  sırdaşım.  İkimiz  ayarladık  bu  işi.  Hatta,  O,  seni  buraya  gelirken,  görmüştür  bile.  Çünkü,  merak  ediyordu.  Seni,  Ona  tarif  ettim.  Bunları,  Onun  ağzından  duyunca,  rahatlamıştım  artık,  şimdi,  büyük  bir  kayaya yaslanarak,  yan,  yana   oturup,  kuşbakışı,  kasabayı,  paşa bahçeyi, Yeni köyü,  Tarabya’yı,  Boğazın  şahane  güzelliğini  seyredebilir,  el  ele tutuşarak,  bu  güzelliği,  içimizde  hissedebilirdik.  Önümüzde,  sanki,  büyük  bir  havuz  vardı.  Şahane   güzellikleri  de,   havuzun  etrafında,  kıyılarında.  Burası,  asudeydi,  rüzgarın  esintisinden  başka,  ses  duyulmuyordu.  Sanki,  Adem  ile  Havva  gibi  yalnızdık.

Artık,  birbirimizi  tanıma  zamanı  gelmişti.  Önce  ben,  kısaca,  geçmişimden  söz  ettim.  Beni  dinlerken,  gözlerinin  buğulandığını  fark  etmiştim.  Sıra  Ona  gelince:

Onun  hayatı  da,  benimkinden,  pek  farklı  değildi.  Ancak,  çocukluğu,  çok  iyi  geçmişti.  Kastamonu’da  yaşıyorlardı.  Babası,  ticaretle  uğraşıyordu.  Annesi,  zengin  bir  ailenin  tek  kızı   ve  mirasçısıydı.  Miras  olarak,  bağlar,  bahçeler  ve  apartmanlar  kalmıştı.  Ayçe’nin  her  istediği  yerine  getiriliyordu.  İlk  okulu  bitirdiği  zaman  işler  değişmişti.  Babası,  bir  sevgili  bulmuş,  önce,  saf,  temiz  duygulu  annesinden  umumî  vekaletname  almış,  sonra  neredeyse,  bütün  malları  üzerine  geçirtmişti.  Çok  geçmeden  de  annesini  boşayarak,  mallarını  satmış  ve  sevgilisiyle,  terk-i  diyar  etmişti.  Ancak,  oturmakta  oldukları  evin  tahliyesi  için,  mahkeme  karırıyla,  haciz  memurları  geldiğinde   durumdan  haberdar  olmuşlardı.  İşte  çile,  o  zaman  başlamıştı.  Annesi,  bileziklerini,  altınlarını  satarak,  geçimlerini  sağlamaya  çalışmıştı   Ayça,  12-13  yaşlarındayken,  annesi,  bu  acı  ve  ihanete  tahammül  edemeyerek  rahmetli  olmuştu.  Kimsesiz  kalan  Ayça’ya  de,  halen  yanlarında  kalan  akrabaları,  babasının  akrabaları  sahip  çıkmıştı  Onların  da  üç  çocuğu  vardı.  Ama,  ikisi,  ince  hastalığa  yakalandıkları  için,  havası  temiz  bir  yer  aramışlar,  bu  sebeple,  buraya  taşınmışlardı.  Az da  olsa,  memleketten  para  gelmeye  devam  ediyordu.  Akrabalarının  yanında,  Onlara    görmek  suretiyle,  hayatını  idame  ettiriyordu.  Allah  razı  olsundu,  Onlar  da  olmasaydı,  yalnız  başına,  ne  yapar,  nasıl  yaşardı.  Zalim  babası,  kendisini,  hiç  aramamıştı.

Bir  taraftan  hayat  hikayesini  anlatıyor,  bir  taraftan  da,  o eski   günleri,  tekrar  yaşarmışçasına,  gözlerinden,  yanaklarına,  iplik  gibi  yaşlar  süzülüyordu.

Biz  buraya  ne  maksatla  gelmiştik.  Müşterek  acı  ve  dertler,  bizi  ne  hale  getirmişti!  Önümüzdeki  şahane  manzara,  bir  sis  perdesine  bürünmüş,  artık  görülmez  olmuştu. Zevklerimiz,  şevklerimiz  acıya  dönüşmüş  meyus  olmuştuk.  Demek,  bizi  birbirimize  yaklaştıran,  ortak  duygularımız,  daha  ziyade,  bu  acı  ve çilelerdi.  Bu  gerçekleri  içimizden  atmak  mümkün  müydü?

Şimdi,  iki  sevgiliden  ziyade,  sanki  yıllarca, birbirini   tanıyan,  iki  dost  gibiydik.  Birbirimizin  dertlerini  paylaşmış,  bir  hayli  de  rahatlamıştık.  Aşk  ve  sevgi  sözleri,  yerini,  teselli  sözlerine  bırakmıştı.  İkimiz  de,  yerimizden  sanki,  dayak  yemiş  gibi  kalktık.  Yan yana,  patikadan  yürürken,  söyleyecek  söz  bulamıyorduk.  Onu,  duygu  ve  düşünceleriyle,  arkadaşının  evine  kadar  götürmüş,  Ben  de   çok  üzgün  olarak,  eve  dönmüştüm.

Daha  sonraki  hafta  sonlarında  da,  bilhassa  güzel  havalarda,  ayça  ile,  böyle  buluşmalarımız   olmuştu.  Genellikle,  Paşa  Bahçe  rakı  fabrikasının  yanındaki  denize  nazır  tepede,  çamların  altında  buluşuyorduk.  Buraya  kadar,  bazen  otobüsle,  bazen  de  yaya  olarak  gelir,  çamların  altında  oturur  muhabbet  eder,  veya  hiç  konuşmadan,  boğazın  güzelliğini  seyrederdik.  Onun  yanında  olmaktan  büyük   zevk  alırdım.  Onun  da   aynı  zevki  duyduğundan  emindim,  aksi  takdirde,  bu  kadar  yolu  niye  kat  etsin,  bu  kadar  zahmete  niye  katlansın dı  ki?.  Ancak,  öyle  zaman  oldu  ki,  hafta  sonları  eve  gelmem,  dolayısıyla  buluşmamız  da  seyrekleşmişti. 

( Zorlu Dönemeçler-1-b6-10-12 başlıklı yazı coni tarafından 18.02.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu