SEÇENEK
 
Akşam bir anda indi yaşadığı şehre. Belki de kendisi öyle hissetmişti. Bunun ayrımını yapacak halde değildi zira. Uzun uzun düşündü ve bir sigara yaktı. Bundan sonra ne yapabilirdi? Hayatını hangi yola yönlendirmeliydi? İyinin, doğrunun ve dürüstlüğün yoluna mı yoksa kötülüğün yanlışın ve sahtekârlığın yoluna mı? Küçük bir çocukken bile iyi yalan söyleyebildiğini, insanları kandırmakta çok yetenekli olduğunu biliyordu. Hala şu ilkokuldaki çikolata hikâyesini hatırladıkça gülümsüyordu. İlkokul ikinci sınıftaydı ve babasının ona verdiği bozuk para ile okulun karşısındaki büfeden bir çikolata almıştı. Okulun bahçesinde çikolatayı yerken bir çocuk gelmiş ve çikolatayı nereden aldığını sormuştu. Bunun üzerine aklına bir hinlik gelmişi ve gülümsemeye başlamıştı.
 
-          Bu çikolatayı karşıdaki büfeden aldım. Hem de bedava.
-          Ya gerçekten bedava mı?
-          Evet, bu çikolata yeni çıkmış ve reklam olsun diye çocuklara bedava veriyorlar. Yalnız büfeye gittiğinde bana ‘hiçbir şey’ ver diyeceksin.
-          Gerçekten mi?
-          Tabi oğlum ne zannettin? Ben bir tane daha alırdım ama her çocuğa bir tane veriyorlar, beni tanıdılar artık vermezler, sen bugün hiç aldın mı?
-          Yo, almadım.
-          O zaman sana verirler.
-          Ya kızarsa, benim hiç param yok.
-          Benim de param yoktu ama bana verdiler, kızmadılar da. ‘Hiçbir şey ‘ çikolatası dersen verirler.
-          Şu karşıdaki büfe mi?
-          Evet, o.
 
Çocuk büfeye giderken onu izlemişti ve içten içe çok keyiflenmişti.  Bunu izlemesi gerektiğini hissediyordu ve büfenin arka kısmında kalan camın aralığından olanları izlemişti. Çocuk içeri girdi ve büfeci;
 
-          Ne istiyorsun?
-          Hiçbir şey.
-          Nasıl?
-          Hiçbir şey istiyorum amca.
-          Aptal mısın sen oğlum, hiçbir şey istemiyorsan ne arıyorsun burada?
-          Yok amca, çikolata istiyorum.
-          O zaman neden hiçbir şey istemediğini söyledin?
-          Hiçbir şey çikolatalarından istiyorum.
-          Dalga mı geçiyorsun benimle?!
-          Yok amca, şu bedava olan hiçbir şey çikolatalarından istiyorum.
-          Oğlum git bak dayak yemeden!
 
Çocuk azarı işitip büfeden çıktığında camın altına eğildi ve gülmekten karnına ağrılar girmişti. Bu kendine o kadar eğlenceli geldi ki birkaç çocuğu daha kandırdı ve aynı büfeye gönderdi. Adam her defasında daha çok sinirleniyordu. Sonunda camdan kendini izleyeni gördü. Az kalsın dayak yiyecekti. Koşarak uzaklaştı oradan ve yakalandığını düşünüp bu eğlenceli oyundan vazgeçti.
 
İnsanları kandırmada ve sahtekârlıkta her ne kadar yetenekli olsa da bu yolu tercih etmemişti. Ailesi dürüstlüğe ve helal lokmaya çok önem veren bir aileydi. Elbette bu ailede oğulları Mustafa’yı da böyle yetiştirmişlerdi. Bu ailenin yazılı olmayan kuralları şöyleydi;
 
·         Asla yalan söyleme, zarar göreceğini bilsen de yalan söyleme. Yalan söyleme ve kimseden de korkma,
·         Kimsenin parasını, eşyasını, malını ondan izin almadan alma, kendi hakkın olduğunu düşünüyor olsan da alma,
·         Açlıktan ölsen de hırsızlık yapma,
·         Kimsenin ırzına namusuna yan gözle bakma,
·         Asla kibirlenme, kendini beğenmiş; ukala hareketler yapma. Bırak kendiyle övünenler övünsünler, sen dürüst ol,
·         İnsanları hiçbir şey için kandırma,
·         Ne kadar kötü durumda olursan ol başka insanları kullanma.
 
Aslında bu yazılı olmayan aile kuralları uzadıkça uzayabilirdi. Bu aile yoksul bir aileydi. Bir dönüm dahi toprakları yoktu. Mustafa’nın babası çoğu zaman işsiz gezerdi. İş bulduğu zamanda dürüstlüğü yüzünden kısa bir süre sonra işten atılırdı. Ailesinden hiç kimse devlet memuru olamamıştı, çünkü adam kayırma, torpil gibi illegal her ne varsa hepsine yüz çevirirlerdi. Bu durumu daha iyi anlatmak için şöyle bir örnek verebilirim. Bir yerde bir olay oldu ve hiç kimse şahitlik yapmak istemiyor ya, işte Mustafa’nın ailesi karşılığı ne olursa olsun şahitlik ederdi. Bu dürüstlükleri yüzünden başları beladan, mahkemeden kurtulmamıştı. Ayrıca insanlara güvenmek gibi bir zafiyetleri de vardı. Bu yüzden birçok kişiye kefil olmuşlar ve birçok kez icralık olmuşlardı. İnandıkları kuşkusuz ütopik bir dünyanın erdemleriydi. Mustafa’nın ailesinde; ‘birisi sağ yanağına vurduğunda sen vurana sol yanağını uzat’ görüşü hakimdi. Bu neden böyleydi Mustafa hiçbir zaman anlamadı.
 
Küçük bir çocukken ailesinin koruyan kanatları altında elbette doğru olanın bu olduğuna tüm kalbiyle inanmıştı Mustafa. Ama ne zaman ki büyüdü ve insanların arasına girdi. Durumun hiç de öyle olmadığının farkına vardı. Yaşamda iyiler, dürüstler, namuslular hiçbir zaman kazanmıyorlardı. Nerede aşağılık, namussuz, sahtekâr, güvenilmez insan varsa dünyanın tüm nimet kapıları önünde açılıyordu. Yalan söylemek şaşırılacak bir şey değil, nefes almak gibi, su içmek gibi bir hale gelmişti. Herkes birbirine yalan söylüyor, birbirini kandırıyor ve kazıklıyordu. Hiçbir yerde dürüstlük kalmamıştı. Dürüst insan, yalan söylemeyen insan enayi ya da keriz olarak değerlendiriliyordu. Bir tanıdığın, torpilin olmadan bir yerlere gelmen imkansızdı. Mustafa tüm bunları çenesine inan sert bir yumruk gibi hissetmişti hayata atıldığında. Bu vahşi dünyada emek ve çalışma değersizdi. Dürüstlük beş para etmiyordu. Önceleri Mustafa ailesine öfkelendi. Neden hayatın gerçeklerini kendisinden gizlemişler ve Onu bir enayi olarak yetiştirmişlerdi ki? Ama sonunda bu öfkenin yersiz bir öfke olduğunun farkına vardı. Öfkelenmesi gereken artık değerini yitirmiş erdemlere sahip olan ailesi değil, erdemlere sırt çeviren insanlar olmalıydı. Ama şaşkınlığını üzerinden atamıyordu.
 
Mustafa zamanla kimseye güvenilemeyeceğini anladı. Baba oğluna, kardeş kardeşe kazık atıyordu. Dürüstlük, doğruluk, namus, güvenilirlik gibi erdemler en güvenilmez, en aşağılık, en namussuz insanların ağzındaydı. İnsanlık bu hale nasıl gelmişti? Ahlaksızlık nasıl olmuştu da hayatın tek gerçeği halini almıştı? Bunu anlamak oldukça güç görünüyordu Mustafa için. Dünya tam bir ahlaksızlık çöplüğü haline gelmiş gibi görünüyordu.
 
İşte tüm bunlardan sonra Mustafa bir yol ayrımına gelmişti. Daha öncede defalarca gelmişti bu yol ayrımına. Ama her zaman ailesinin ona öğrettiği yolu tercih etmişti. Ancak şimdi durum farklıydı. Her ne kadar dürüstlük dolayısıyla eza ve cefa çekmeye alışık olsa da bu kez tercihi tüm insanlığı etkileyecekti.
 
Mustafa öğrencilik hayatı boyunca çalışkan bir öğrenci olmuştu. Hiç kopya çekmemiş ve hiçbir ödevini yapmamazlık etmemişti. Bir alışkanlığı vardı ki eline geçen bir kitaptaki tüm kelimeleri okumadan o kitabı bir kenara atmazdı. Okul müfredatında olsun ya da olmasın, öğretmen sınav için o konuları çalışmaya dahil etsin ya da etmesin o kitapta ne yazılıysa okur öğrenirdi Mustafa. Bu saplantılı alışkanlığı onun çok başarılı bir öğrenci olmasına neden olmuştu. Girdiği her sınavda başarılı olmuş, tanıdığı ya da torpili olmasa da birçok akademik başarı elde etmişti. Yabancı üniversitelerde burslar kazanmış ve kendine biyoteknoloji alanını seçmişti. Branşının en başarılı akademisyenlerinden birisiydi. Başarılarına bir yenisini daha eklemişti ama şimdi bu başarısıyla ilgili karar vermesi gerekmekteydi. Tüm dünyayı etkisi altına alan ve binlerce insanın ölümüne yol açan Covid-19 ile ilgili laboratuvar araştırmalarını bitirmiş ve dahası bu virüsün sistematiğini çözmekle de kalmamış aşısını da geliştirmişti. Sonuçlar aslında  ahlaksız dünya anlayışı içinde hiçte şaşırılacak şeyler değillerdi.  Çin’in Wuhan eyaletinde ortaya çıkan bu virüs bahsedildiği gibi hayvan pazarından ya da yarasadan insanlara bulaşmamıştı. Bu virüs aynı Domuz Gribi ya da Sars Virüsünde olduğu gibi doğal değil tamamen yapay, insan eliyle yapılmış ve laboratuvarda üretilmişti. Komplocular haklıydılar; biyolojik silah üretmek isteyen devletler, ilaç şirketleri ve dünya nüfusunu istedikleri gibi şekillendirmek isteyen hükümetlerin parmağının olduğu ortak bir projeydi bu pandemi. Bu virüs ile birlikte toplumlarda ekonomik açıdan bir yük olarak görülen yaşlılar, kronik hastalar, emekliler doğal olmayan bu yapay seleksiyonla elemine edileceklerdi. Bu bir tür nüfus ıslahına benzemekteydi. Son derece vicdansız olan bu düşünce oldukça karlı ve oldukça mantıklıydı. Elbette dünyaya hükmeden ekonomik düzen her zaman olduğu gibi vicdanı değil, daha çok kar elde etmeyi ve mantıklı olanı seçecekti. Olası bir savaş halinde en büyük düşman olan insan içinse biyolojik silahlar nükleer silahlardan daha faydalıydılar. Evet, devletlerin elinde nükleer silahlar vardı ama bir yere nükleer silahla saldırmak o yerin doğal kaynaklarını da yok etmekteydi. Ancak sorun şuydu ki zaten doğal kaynaklar için yapılan bu savaşlar doğal kaynakların yok edilmesiyle sonuçlanmamalıydı. Doğal kaynakların önündeki en büyük engel o doğal kaynakların üzerinde yaşayan insan olduğuna göre insanların yok edilmesi daha mantıklı bir yol olarak görünmekteydi. Bu düşünceyi de elbette tecrübelerle elde etmişlerdi hükümetler. Örneğin yer yüzünde Afrika kıtası kadar toprak altı zenginlikleri olan bir kıta daha yoktu ama ortadaki tek sorun Afrika’lılardı. Bunu etnik çatışmalarla, iç savaşlarla, kıtlıkla çözümlemeye çalıştılar ama hiç birisi AİDS kadar, EBOLA kadar etkili olmadı. Nükleer silahta Japonya’da kullanılmıştı evet hızlı ve etkili bir kitle imha silahıydı ama tüm doğal kaynaklarda tahrip olmuştu. Öyle ise geriye tek bir seçenek kalmaktaydı; biyolojik silahlar. Üstelik işin bir de karlılık boyutu vardı. Bu tür silahların kullanılmasıyla oluşan pazar bir anda devasa karlılıklar elde etmeyi mümkün kılıyordu. Çünkü insan için sağlıktan daha değerli bir şey yoktu. İlaç firmaları gıda firmaları ile büyük ama gizli ortaklıkları bu yüzden kurmaktaydı. Dünyada pek az kişinin dışında hiç kimse dünyanın en ünlü kanser ilaçları üreten şirketin bir sigara şirketiyle ortak olduğunu ve üretilen sigaranın içine tütün dışında kanser yapıcı kimyasalların katıldığını bilmiyordu mesela. Bunun dışında bu ilaç şirketlerinin tarımsal ilaç şirketleri, tohumculuk şirketleri, hayvan ıslahı şirketleriyle de ortaklıkları vardı. İnsanlar önce hasta ediliyor ve sonra da iyileştirilmek için paraları alınıyordu. Bu büyük tezgahın içinde çok karşı olduğu için elbette uluslararası şirketler, hükümetler, işadamları vardı. En büyük silahlarından birisi de kuşkusuz basın-medya ve son dönemde de sosyal medyaydı. Bu yayın organların da birkaç yalan haber tüm sorunu ortadan kaldırıyor ve insanları koyun sürüsü gibi çobanın gitmesini istediği yere götürüyordu. Buna o kadar çok örnek vardı ki; tereyağının kolestrolü artırması, mükemmellikle insanlara modernlik olarak gösterilen fast food yemekleri, her filmde, dizide özendirilen sigara ve alkol tüketimi vs. vs.
 
Mustafa ya bu koca canavarın dişlilerinden birisi olmayı kabul edecek ve insanlığa ihanet edecek ya da bu koca canavara cılız bedeniyle karşı duracaktı. İkinci seçeneğin sonuçlarını kestirmek elbette son derece kolaydı; muhtemelen öldürülür ve kaza süsü verilirdi cesedine. Bir trafik kazası, bir uçak kazası, bir kalp krizi ya da bunun gibi başka bir şey. Belki de karşısındaki canavar daha beterini yapar ve kendi ekmeğine yağ sürmek için Mustafa’yı bir soytarı haline getirirdi. Tüm basın-medya kanallarında Mustafa’nın ya bir deli ya da bir sahtekar olduğunu iddia ederler ve insanlar üzerindeki inandırıcılığını yerle bir ederlerdi. Belki de insanların en çok önem verdiği bir konudan vururlar; Mustafa’nın bir ırz düşmanı, bir sapık, bir eşcinsel olduğunu ileri sürerlerdi. Zira insanlar bu tür magazin haberlerine bayılırlardı. Ama her halükarda Mustafa canavara karşı geldiğinde canavar tarafından yok edileceğinin farkındaydı. Peki, bu durumda ne yapmak lazımdı? Canavarın safına mı geçmeliydi? Böyle yaparsa insanlığa ve insanlığına ihanet etmiş olacağının bilincindeydi elbette. Ancak bu seçenekle tüm dünya nimetleri önüne serilecekti; servet, mal, mülk, itibar, makam ve mevki. Peki, buna değer miydi? Kaç yıl daha yaşayacaktı?  Yirmi yıl ya da otuz yıl? Otuz yıl yaşasa bunun ne kadarını sağlıklı geçirecekti? Hayatın anlamı bu muydu?
 
Mustafa sigarasını bitirdiğinde beyni zonkluyordu. Bu sorular kafasının içinde dönüp duruyordu. Ya onursuzluğu seçecek ve tüm dünya nimetleri önüne serilecek ya da ailesinin yaptığı gibi onurlu yolu seçecek ve en iyi ihtimalle sefalet içinde ölecekti. Çetin bir seçimdi. Çocuklarını düşündü bir an. Hırsızların, sahtekarların, namussuzların çocukları babalarının haram paralarıyla dürüst insanların fakir çocuklarını eziyorlardı ya hani, aynısını kendi çocukları da mı yaşayacaktı? Yoksa nefret ettiği bu durumu bizzat çocuklarına mı bulaştıracaktı. Bir zamanlar tabanı değil ayakkabısıyla okula giderken yaşladığı şehrin en büyük hırsızının oğlunun yanından son model bir jiple geçişini hatırladı. Sonra sevdiği kızın o zengin çocuğuna verilişini. Öfkeyle duvarı yumrukladı sonra. Kendine kendine dedi ki;
 
-          Bu dünyanın adaletsiz düzenini ben kurmadım ya!
 
Sonra biraz durdu ve babasını düşündü. Yıllarca helal lokma için çabalamasını ve ;
 
-          Bu dünyanın adaletsiz düzenine bir tuğlada ben koyamam ya…
 
Bir an pencereden akseden silüetine baktı. Saçı başı dağılmıştı, yüzü tıraşsızdı, gözlerinin altında torbalar oluşmuştu ve alnındaki kırışıklıklar belirginleşmişti. Ne kadar da babasına benziyordu. Masasına yöneldi, çalışmalarının olduğu klasörü ve bilgisayarını kapattı. Ardından odasından çıktı ve hışımla kapıdan çıktı. Kararını vermişti…




 
(OKUYUCUYA NOT: SİZİN KARARINIZ NE OLURDU?)
 
 

( Seçenek başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 16.10.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.