Köyün biraz ilerisindeki çam ağaçlarıyla kaplı tepenin yamacında, taşlı çakıllı bir düzlüktü meşhur “Cinli Tepe”.  Aslında tepe filan değildi, tam ortasındaki patikadan çam ormanına gidiliyordu. Köyün güneyindeki mezarlığın ilerisinde bulunan yokuş çıkıldıktan sonra arazi hafif aşağıya doğru meyil alıyor ve köyün evleri görünmez oluyordu. İşte burada cinli tepenin sınırları başlıyordu.  Bir zamanlar eşeğini, atını alan bu güzergâhı kullanıyordu çam ormanına ulaşmak için. Şimdilerde ise yalnızca gündüzleri ve cesareti olanlar geçebiliyorlardı bu mevkiden. Anlatılan hikâyeler yalnızca bu köyde değil tüm civar köylerde de meşhur olmuştu üstelik. İlk hikâye bundan yirmi sene öncesine dayanıyordu. Yedi göbektir bu köyden olan Salih Emmi’nin başına gelenler bugün bile gizemini koruyor ve bir efsane gibi dilden dile anlatılıyordu.
 
Salih Emmi köyün ihtiyarlarından birisiydi. Dedesi birinci cihan harbinde ve babası istiklal harbinde şehit olmuştu. Dedesinin de babasının da mezarlıkta boş mezarları vardı ama cenazeleri köye gelmemişti. Salih Emmi askerlik yaparken ikinci cihan harbi çıkmıştı. Tam teskere alacakken yeni tamim yayımlanmış ve Salih Emmi bir sene daha askerde kalmıştı. Sonunda köyüne dönmüştü ve annesiyle eşi Hafize’ye düğün bayram olmuştu.
 
  Birkaç parça kıraç tarlası, bir de bağı vardı Salih Emmi’nin. Köy genel olarak verimli topraklara sahip olmayan kurak bir yapıya sahipti. Tarla, bağ, bahçe alanları kısıtlıydı. Genellikle taşlık arazi yapısı köyü çetin bir hale dönüştürüyordu. Ancak köyün kuzeyindeki tepelerde yükselen çam ormanları köylü için ikinci bir gelir kaynağıydı. Kimi köylü kurumuş ağaçları keser, kimi köylü mangal kömürü yapardı. Salih Emmi de tarlasında bağında işi gücü yoksa ormana gider çam ağaçlarının kurumuş dallarını keser ve eşeğine yükleyip köyüne getirirdi. Bu kurumuş dallar ya kış için kömürlüğe istiflenir ya da ekmek pişirmek için ocakta yakılırdı. Salih Emmi’nin iki oğlu vardı. Eşi Hafize ikinci oğlunu doğururken vefat etmişti. Köylünün ve yaşlı annesinin o kadar ısrarına rağmen Salih Emmi tekrar evlenmemişti. Aslında köyde iki, üç hanımı olan birçok kişi vardı. Ama Salih Emmi eşinin hatırasına saygısından ya da eşine olan sevgisinden tekrar evlenmemişti. Bu yüzden yaşlı annesi Salih Emmi’ye sık sık öfkelenir ve söylenirdi sağ iken;
 
-A benim aklı kıt oğlum, iki bebeyle köy yerinde evlenmeyip de ne edeceksin? Ölüm Allah’ın emri, ölenle ölmek olur mu hiç? Hadi kendini düşünmezsin bu öksüz bebeleri de mi düşünmezsin? Benin bir ayağım çukurda, bugün varım yarın yokum. Ne edeceksin ben öte tarafa gittiğimde? Konuşsana a benim alık oğlum, söz etsene a benim yetim oğlum!
 
Ama Salih Emmi bu konuda hiçbir zaman konuşmazdı. Sanki bir suskunluk yemini etmiş gibiydi. Annesinin dediği gibi de oldu, her fani gibi vefat etti annesi Salih Emmi’nin. Ama Salih Emmi inadından dönmedi, evlenmedi bir daha.
 
Salih Emmi köyde sayılan, sevilen birisiydi. Kimseye bir zararı dokunmaz, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmazdı. İki oğluna hem annelik, hem babalık yapmıştı. İki oğlunun da okumasını istemişti. Ancak yalnızca küçük oğlu Musa’nın okumaya istidadı olmuştu. Küçük oğlunu kasabada yatılı okula yazdırmıştı. Büyük oğlunu da önce askere yollamış, sonra köyden evlendirip koyun ve keçileri oğluna vermişti. Şimdi evde büyük oğlu, gelini ve torunuyla beraber yaşamaktaydı. Evde durmayı pek sevmezdi Salih Emmi, ya tarlasındaydı, ya bağında ya da ormanda. Evde olduğu zamanlar gelinine yardım eder, torunuyla vakit geçirirdi.
 
Olayın olduğu gün Salih Emmi her zaman olduğu gibi sabah erkenden uyanmış, sabah namazını kılmış ve azığını, baltasını, eşeğini alıp gün doğarken yola koyulmuştu. Mezarlıktan geçerken dedesinin, babasının, annesinin ve eşi Hafize’nin mezarlarını ziyaret etmiş, ruhlarına Fatihalar okumuş ve mezarların üzerlerinde biten otları temizlemişti. Sonrasında eşeğine binip bugünlerde cinli tepe olarak anılan yerden çam ormanına gitmişti. Ormanda olmayı seviyordu Salih Emmi. Kimi zaman köyden gelenlerle çalışır, sohbet eder; kimi zaman da kendi başına ormanı dinlemeyi severdi. Her zaman yaptığı gibi eşeğini ulu ağacın yanındaki kayanın dibine bağladı. O kayanın dibinden ince bir sızıntı halinde fışkıran pınardan su içti. Baltasını eline alıp kurumuş dalları görmek için gezinmeye başladı. Heybesini de omzuna geçirmişti. Bir yandan da kurumuş çam kozalaklarını topluyordu. Böylece öğle vaktine kadar çalıştı. Öğlenleyin güneş tepeye vardığında pınardan abdest aldı ve öğle namazını kıldı. Ardından azığındaki yufka ekmeğini, soğanını, salatalığını, peynirini yedi. Ulu ağacın dibinde biraz kestirdikten sonra tekrar ormanda gezinmeye ve çalışmaya koyuldu. Böylece akşama kadar ormanda kalmış oldu.
 
 Ormanın temiz havasını, temiz suyunu çok seviyordu. Ancak bu kez gecikmişti. Hava kararmak üzereydi, alacakaranlık her yeri sarmıştı. Salih Emmi telaşla eşeğine yükünü sardı ve ipinden çeke çeke köye doğru ilerlemeye başladı. Bu saatte köyden de kimse kalmazdı ormanlık yerde. Karanlık çöktü mü ormanın nasıl zifiriye döndüğünü biliyordu Salih Emmi. Taşların çakıllarında arasında biraz ilerledikten sonra cinli tepe olarak bilinen düzlüğe ulaşmıştı. Hava iyiden iyiye kararmıştı ve yıldızlar meydana çıkmışlardı. Ay henüz doğmamıştı. Burayı da aşarsam köye ulaştım diye içinden geçirdi. Biraz daha ilerledikten sonra eşeği alışmadık bir şekilde huysuzlandı ve yüksek sesle anırmaya başladı. Salih Emmi acaba bir yerine diken mi battı diye el yordamıyla eşeğin sağını solunu kontrol ederken biraz ileride patika yolun tam ortasında büyük bir ışık parladığını gördü. Korkmuştu ve korkudan geriye doğru birkaç adım atıp yere düştü. Işıkla birlikte korkunç bir uğultu yükseliyor ve kulaklarını tırmalıyordu. Elleriyle kulaklarını kapattı. O sırada eşeğin ipi elinden çıktı ve eşek ormana doğru koşturmaya başladı. Salih Emmi o kadar çok korkmuştu ki eşeği düşünecek hali kalmamıştı. Işık ve ses giderek yükselmeye başladı. Ardından ışıkların içinden kapıya benzer bir huzme göründü. Salih Emmi elleriyle gözlerini kapattı. Bir yandan da dua okuyordu. Biraz daha bekledikten sonra ses yerini sessizliğe bıraktı. Ancak karanlığın içinde ışık saçan kapıya benzeyen şey olduğu yerde duruyordu.
 
Salih Emmi’nin oğlu akşama doğru koyunları ve keçileri ağıllarına kapatmıştı. Eşi akşam yemeğini hazırlıyordu. Elini yüzünü yıkadıktan sonra oğluyla oyunlar oynadı. Hava kararmaya başlayınca eşine;
 
-          Esme babamı gördün mü bugün hiç? Diye sordu. Esme;
-          Yine gün doğmadan çıkıp gitmiş. Dedi. Musa düşünceli bir şekilde başını kaşıdıktan sonra;
-          Dün bana ormana gideceğim demişti, hiç bu kadar geciktiği olmadıydı. Başına bir şey gelmiş olmasın babamın? Diye kendi kendine söylendi. Esme;
-          Allah esirgesin, babam akıllı adamdır. Yemek olmak üzere, istersen karşına git, babamı al da beraber gelin dedi. Musa;
-          Doğru dersin, gidip babamı alayım geleyim. Dedi. Oğlunun başını okşadıktan sonra evden çıkıp yola koyuldu.
 
Yolda tarlasından, bağından, bahçesinden, ormandan dönen birkaç köylüyle selamlaştı. Muhittin Amca’yı görünce;
 
-          Selamın Aleyküm Muhittin Emmi diye selam Verdi. Muhittin Amca;
-          Ve Aleyküm selam Musa yeğenim. diyerek karşılık verdi sevecen bir tavırla.
-          Muhittin Emmi babamı gördün mü? Diye soru Musa hafif telaşlı bir tavırla. Muhittin Amca ise
-          Yok, görmedim. Hayırdır bir sorun yok inşallah yeğenim? Diye karşılık verdi. Musa;
-          Ormana gidecekti bugün, bu saate kalmazdı. Meraklandık, karşı gideyim. Dedi, Muhittin Amca;
-          Normalde ormanda karşılaşırdık ama bugün hiç karşılaşmadık yeğenim. Bu durum varsa benim oğlanı da ileteyim senle. Dedi, Musa;
-          Yok emmi, öyle bir bakayım ben. Dedi. Muhittin Amca;
-          İyi, gece kalmıştır, meraklanma, bir durum olursa bana da haber ver. Dedi.
-          Olur emmi veririm, Hadiyin görüşürüz.
-          Görüşürüz yeğenim.
 
Musa Muhittin Amca’dan ayrıldıktan sonra köyü çıkmıştı ki mezarlıkla karşılaştı. Hava kararmaya yakındı. Bir anda taş kesildi Musa. Annesinin vefatından beridir mezarlıktan korkar olmuştu. Annesi kardeşinin doğumunda vefat etmiş, tüm köy yas sarmıştı. Musa o zaman küçücük bir çocuktu. Aslında insanlar bir şeyin farkında olmadığı düşünmüşler ve bu kadar küçük yaşta öksüz kalmasına baya üzülmüşlerdi. Ancak Musa her şeyin şaşırtıcı şekilde farkındaydı. Annesinin cansız bedenini gömülmeden önce görmüş, soğuk cesede uzun uzun sarılmış ve ağlamıştı. Önce annesinin uyuduğunu sanmıştı. Ama onca ağıtın içinde nasıl uyanmadığını anlamamıştı. Sonra annesini beyaz bir beze sarıp, tahtadan bir kutunun içinde mezarlığa götürdüler. Musa tüm olanları hayretle ve şaşkınlıkla izlemişti. Sonra tüm köylü hep bir elden annesini daha önceden kazıkları bir kuyunun içine koyup üzerini toprakla örttüler. Musa bu manzara karşısında dehşete kapılmıştı. Çıkarın annemi diye bağırıyor, çığlıklar atıyordu. Ama Musa’yı kollarından tutup bağırlarına basıyorlar, üzüntüsünden ağladığını sanıyorlardı. O zamandan beri mezarlıktan korkardı Musa. Bayramlarda, mübarek günlerde mezarlık ziyaretlerine katılamaz; ormana giderken yolu kısaltıyor olsa da mezarlığın içinden geçmeye cesaret edemezdi. Hele ki alacakaranlıkta ya da karanlıkta korkusu kat be kat artardı. Şimdi de öyle olmuştu. Mezarlığı görür görmez, sinsi bir korku dalgası sardı tüm bedenini. Bir an durdu. Mezarlığın içinden geçemeyecekti yine. Mezarlığı dolaşmaya karar verdi ve mezarlığın sağ tarafından ormana doğru hızlı adımlarla yürümeye koyuldu. Uzaklardan acı acı bağıran bir eşek sesi duyuluyordu. Eşek sesiyle birlikte köpekler de havlamaya ve ulumaya başlamıştı. Musa’nın korkusu bir kat daha arttı ve adımlarını hızlandırdı. Bu eşek babasının huysuz eşeği olabilir miydi?
 
Mezarlığı biraz geçmişti ki ileride çam ormanına çıkan taşlığın üzerindeki patika yolda bir ışık parladığını gördü. Ateş dese ateş değil, araba dese bu yola araba giremez, merakla koşmaya başladı. Yaklaştıkça ışığın bir adam boyunca olduğunu gördü. Bir kapıya benziyordu sanki. Şaşkınlığı, korkusu ve koşuyor olması nefesinin daralmasına neden oluyordu.
 
Salih Emmi ne kadar beklediğinin farkında değildi. Durmadan bildiği duaları mırıldanıyordu. Sonra acı duymadığını fark etti. Kalbinin hızlı atışları ve biraz önce poposunun üzerine düşmesinin dışında hiçbir şeyi yoktu. Gözlerinin önündeki parıldayan ışığı hayatında ilk defa görmekteydi. Akşam vakti, bu ışığın kaynağı ne olabilirdi akıl erdiremiyordu. Korkudan titreyen dizlerinde derman kesilmişti sanki. Derin bir nefes alıp gücünü topladı ve ayağa kalktı. Yüksek sesle;
 
-          Bismillahirrahmanirrahim! Dedi. Allah’ım sana sığınırım, sen her şeyin yaratıcısısın, sen beni koru Yarabbi!! Diye ekledi. Sonra Kim o?!! Kimsin?!! Diye bağrdı.


Karşısından herhangi bir ses gelmiyordu. Işıkların içinden masmavi gökyüzünü gördü. Güneşi gördü, büyük binalar gördü. Gece vakti bu gördüklerine inanamıyordu. Bir pencere misali açılmış başka bir dünyayı gösteriyordu sanki bu ışıklı kapı. Hatta hafif bir esinti bile geliyordu. Ancak esinti ile gelen hava oldukça kötü kokuyordu. Salih Emmi önce arkasını dönüp kaçmak istedi. Sonra bu isteğinden vazgeçti. Ömrü boyunca hiçbir şey den kaçmamıştı. Eğer ecinni filan değilse bundan kaçmaya la lüzum yoktu. Duyduğu ecinni hikâyelerine de hiç benzemiyordu gördükleri. Ecinniler genellikle siyah köpek ya da siyah keçi kılığına girerlerdi. Eğer insan kılığına da girerlerse uzun boylu, çirkin ve dahası ayakları ters olurdu. Ortada ne köpek, ne keçi ne de bir insan görünüyordu. Usulca ışıklar içinde parıldayan kapıya doğru yöneldi Salih Emmi. Güneş çoktan batmıştı ama kapının içindeki görüntülerde güneş tepedeydi. Gökyüzü görünüyordu. Bir de daha önce hiç görmediği devasa binalar. Anlam veremiyordu gördüklerine, korkuyordu ama merak da ediyordu. Kendi kendine acaba ermişlere mi karıştım diye düşünmeden de edemiyordu. Duyduğu çoğu hikâyede evliyaların böyle bir anda Mekke’ye Medine’ye gidip gelebildiklerini duymuştu. Anlam veremiyordu.
 
Ürkek adımlarla kapıya doğru yanaştı. Burada gece orada gündüz, ne olabilirdi bu? Onca yıl yaşamış ve bunun benzeri bir şeyle ömrü boyunca karşılaşmamıştı. Alaman’a çalışmaya giden birkaç tanıdık köye geldiklerinde resimli bir kutudan bahsetmişlerdi. İçinde sinema oynatılıyormuş ve radyoda duydukları haberleri okuyan insanları da gösteriyormuş. Acaba onun gibi bir şey miydi? Biraz daha yanaştıktan sonra ışığın kapının içindeki güneşten kaynaklandığını anladı. Sıcak bir esinti geliyordu içeriden. İyice yaklaştıktan sonra elini korkarak uzattı kapıya. Ama hiçbir şey olmadı. Sonra bir adım içeri attı. Yine bir şey olmadı. Sonra komple içeri girdi. Bir anda gece gündüz olmuştu, hava aydınlanmıştı. Gördükleri karşısında silini yutmuş gibiydi.
 
Musa biraz duraksadı nefes almak için ve babasını gördü ışığın karşısında belli belirsiz. Işığın içine doğru ilerliyordu. Sanki büyülenmiş gibiydi. Derin bir nefes aldı ve
 
-          Babaaa! Bab… baaaa! Diye bağırmaya çalıştı.
 
Ancak korkudan ve koşturmaktan nefesi bağırmasına mani oluyordu. Biraz durdu. Derin derin nefesler aldı. Ardından bir gayretle tekrar bağırdı;
 
-          Babaaaaa! Babaaaa! Beni duymuyor musun Babaaaaa!!
 
Ancak babası onu duymuyordu. Işıkların içine girdi ve gözden kayboldu. Musa olanca hızıyla koştu. Bu olsa olsa ecinniler olmalıydı. Özellikle güneş battıktan sonra yer gök mühürlenirmiş diye duymuştu ve bu saatler ecinnilerin saatleriymiş. Çocuklar sokağa salınmazmış, gerekmedikçe dışarıya çıkılmazmış. Bu bilgiler dönüyordu Musa’nın kafasında. Ne yapacağı hakkında bir fikri yoktu. Koşarken bir kandan da besmele çekmeye başladı. Ama ışıklara yaklaştığında ışıklar daha bir parlamaya başladılar. Sonra toplu oldukları yerden sağa sola dağıldılar. Bir anda her yer aydınlanmıştı. Bir ışık topu Musa’nın kafasının üzerinden geçti. Ardından hepsi toplanıp gökyüzüne doğru gitti. Musa diz çöktü ve başını ellerinin arasında aldı. Büyük bir gürültü duydu. Babasını merak ediyordu. Sonra bir anda her şey bitti. Ortalık sessizliğe ve karanlığa büründü. Musa bir süre öylece bekledi. Uzaktan eşeğin sesi duyuluyordu. Köpekler durmadan havlıyorlardı. Musa sağına soluna baktı. Babası ortalıkta görünmüyordu.
 
-          Babaaaa! Babaaaaa! Babaaaaa! Diye bağırmaya başladı. Ama ses seda yoktu.


Yıldızlar görünüyordu gökyüzünde. Babasına ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu Musa’nın köye doğru koşmaya başladı. En iyisi yardım çağırmaktı. Muhtemelen ecinniler babasını kaçırmışlardı. Bunu çözse çözse köyün imamı Mustafa Hoca çözebilirdi. Nefesinin kesilmesine aldırış etmeksizin köye doğru koştu.
 
Salih Emmi ışıkların içine girdiğinde kendini daha önce hiç görmediği bambaşka bir dünyada buldu. Gördükleri şimdiye kadar gördüğü hiçbir şeye benzemiyordu. Karşısı neredeyse bulutları delecek kadar uzun ve büyük binalarla doluydu. Arkasına baktığında geçtiği kapının karanlıklar içinde olduğunu gördü. Burası geldiği yerdi ve geldiği yerde hava karanlıktı. Buna bir anlam veremedi. Başı döner gibi oldu. Sonra olduğu yere oturum kaldı. Elleriyle yere dokunduğunda yemyeşil ve yumuşak çimleri hissetti. Geldiği yerde patika yol taşlar ve çakıllarla örtülüydü. Çimlerin üzerine oturdu. Gökyüzüne baktı. Gökyüzü masmaviydi. Ama gökyüzünde bir şeyler vardı. Demirden mavi ışıklı tabut gibi kutular gökyüzünde uçuyorlardı kuşlar gibi. Bu nasıl olabilirdi? Acaba ben öldüm mü? Diye geçirdi içinden. Öldüm ve cennete mi geldim? Sonra kulakları sağır edecek denli yüksek bir sesle yere kapaklandı. Kıyamet kopuyor zannetti. O sırada gördüğü kadarıyla geçtiği kapı sarsıntıyla kaybolup gitmişti. Salih Emmi bildiği ne kadar dua varsa okumaya çalışıyordu. Gözlerini kapattı ve yerde bir süre öylece bekledi.



DEVAM EDECEK...

( Cinli Tepe başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 22.09.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.