Baca Temizleme - Dışarı Çıkmayanlar Listesi
İnsanın hafızası
genellikle insanın aleyhine işliyor. Hayat serüvenimizde mutsuz olduğumuz
anlarımız kadar mutlu olduğumuz anlarda var oysa. Ancak herhangi bir hatırlama
durumunda insan mutsuz olduğu anları hatırlıyor sanki hiç mutlu olmamış gibi.
Bu durumun sanırım bilinçaltı ile bir ilgisi var. Meşhur buzdağı metaforunda
olduğu gibi bilinçli kısmımız yalnızca suyun üzerinde görünen kısım. Bir de
bunun suyun altında kalan devasa bir kısmı var. Karanlık ve her yaşadığımız
anın kaydedildiği o korkunç yer. Bilinçli kısmımızın bu bilinçaltı kısmına
hükmetmesi ne hoş olurdu. Aksine bu aşağıda kalan karanlık bilinmezin emrinde
bilincimiz ve benliğimiz. İşte bu karanlığın içinde belki de en olmadık zamanda
olumsuz anılar işgal ediyor insanın tüm zihnini ve bu işgale karşı koymak
maalesef mümkün olmuyor. Hatta bilimsel araştırmalar bu karanlık bilinmezin içerisinde
atalarımızın anılarının da gizli olduğunu söylüyorlar. İlk atamızdan bu yana ne
yaşanmışsa; sevinç, mutluluk, üzüntü, mutluluk, kıskançlık hepsi bizim gizli
mirasımız. Elbette sahip olduğumuz bu mirasa erişim olanağımız yok. Ama o
isterse bize ulaşabiliyor. Yalnızca ulaşmakla da kalmıyor hayatımızı alt üst
edebiliyor. Bunun dışında bu bilinmez karanlığın içinde hatırlamadığımız,
kendimizi dahi bilmediğimiz bebeklik anı ve hislerimiz de gizli. O sebeptendir
ki daha anne karnında bebeğin ileride iyi bir insan olabilmesi için çeşitli
uygulamalar yapılıyor. Mesela hamile annelerin üzülmesi, öfkelenmesi, acı
çekmesi, nefret hissetmesi istenmiyor. Çünkü bu hisler bizzat bebeğe sirayet
ediyor. Bebeğin ileride karamsar, içine kapanık, öfkeli, kindar, inatçı gibi
negatifliklere bürünmesinin nedenlerinden birisi de bu durum. Elbette henüz
ispatlanmamış teoriler bunlar. Konunun uzmanı da olmadığımdan bu konuda
kesinlik içeren cümleler yazamıyorum.
Filmlerden,
romanlardan aşina olduğumuz durumlardan birisi de insanların ruhsal problemlerinin
çocukluk yıllarında yaşamış oldukları olumsuz anılara dayanması durumu. O sahne
hemen hemen her okuyucunun gözünde canlanmıştır muhtemelen. Bir psikiyatr odası
hayal edin, deri kanepeye uzanmışsınız, başınızdaki koltukta elinde not defteri
olan doktor bacak bacak üstüne atmış ve size şöyle söylüyor: “ Çocukluğunuza
inmemiz lazım.” İşte bu klişe film sahnesi içerisinde yeter miktarda gerçeklik
barındırdığı için kabul görmüş olmalı.
Freud’nun bu konuyla ilgili tedavi yöntemi “baca temizleme” yöntemi. Bu
yöntemde sizi etkileyen o olumsuz anınızı dillendirme cesaretinizi göstererek
tüm kapaklarınızı açıyorsunuz ve zihin bacanızı tıkayan o simsiyah is temizlenip
gidiyor. Bunu değer verdiğiniz ve ziyadesiyle güvendiğiniz birisinin yanında
yapmanız etkisi açısından son derece önemli. Elbette böyle birisi yoksa
hayatınızda o zaman benim yaptığım gibi yazma yöntemini de deneyebilirsiniz.
Ben insanlarla pek konuşamıyorum o yüzden yazmak da bir iletişim şeklidir,
kendini ifade etmek şeklidir diye düşünerek yazma yöntemini tercih ediyorum.
Netice
itibariyle bende bir insanım. Bende etten kemikten yaratılmışım. Benimde kanım
akıyor, canım yanıyor ve bende herkes kadar seviniyor ve üzülüyorum. Benim de
herkes kadar ruh halini olumsuz etkileyen çocukluk anılarım var ve bu anılardan
bir tanesini bu yazıda sizinle paylaşacağım.
İlkokul ikinci
sınıftaydım. Aydınlık ve geniş bir sınıfımız vardı. Geniş olduğu kadar
kalabalıktı da. Dört katlı ilkokul binasının ikinci katındaydı sınıfımız; merdivenlerden
çıkınca soldaki ilk sınıf. Ben siyah önlükle okuyanlardanım. Ben beşinci sınıfı
da siyah önlükle okurken birinci sınıf öğrencileri mavi önlük giymişlerdi. O
zaman ne kadar da tuhafımıza gitmişti mavi önlükler. Şimdi mavi önlükte kalmadı
gerçi. Okul forması var her
okulda ayrı ayrı. Ama o zamanlar bizler hep bir örnek giyinirdik. Şimdi arabesk
gibi gelecek ama ben Orta Anadolu’da yoksul bir ailenin çocuğuydum. Aslında tam
da arabesk bir filmin tam ortasındaymışım yeni yeni farkına varıyorum bunun.
Annam babam boşanmışlar; herkes kendi yoluna gitmiş ve kardeşimle ben maalesef
ortada kalakalmıştık. Sanki annem ve babamın mutsuz evliliklerinin sebebi
bizmişiz gibi tabiri caizse kendi hayatlarından aforoz etmişlerdi bizi. Sağ
olsunlar dedem ve babaannem açtılar kapılarınızı bize. Yaşlı ve yoksul
kimselerdi onlar da. Dedem emekliydi ve üç ayda bir maaş alıyordu. Zaten maaş
geldiği gibi de borçlara dağılıyordu. Sonra üç ay boyunca tekrar borçlanılarak
yaşanılıyordu. Zor yıllardı. Yetersiz besleniyordum ve ders çalışma; anlama
performansımı olumsuz etkiliyordu. Şimdi ismim aklıma gelmiyor ama sert mizaçlı
bir öğretmenimiz vardı. En küçük
hatamızda şiddete başvurmaktan çekinmiyordu. Yetersiz beslenme dolayısıyla
öğrenme ve anlama sürecimin yavaş olması baya bir dayak yememe sebep olmuştu.
Öğretmenimden ok ama çok korkardım. Hata yapmamak için fazlaca performans
göstermem gerekiyordu. Durum böyle olunca da insan doğası daha fazla hata
yapıyordum. Netice olarak öğretmenimle pek aram yoktu. Hatırladığım kadarıyla
öğretmenimin eşi de bizim okulda öğretmen olarak çalışıyordu. Hatta benim
yaşıtım oğulları da benimle aynı yaştaydı ama aynı sınıfta değildik. Okulda
sınıflar arasında şöyle bir ayrım yapılmaktaydı; memur çocukları, toplumun
kalburüstü diye tabir edebileceğimiz varlıklı ailelerin çocukları bir şubede
toplanmışlardı. Diğer şubede ise yoksul ailelerin çocukları, köylülerin
çocukları vardı. Ben ebette diğer çocukların olduğu sınıf şubesindeydim.
Öğretmenimiz oğlunun başarılarından bahsederdi sık sık, hatta matematikten
zayıf not aldığı için onu nasıl cezalandırdığından bahsetmişti bir keresinde.
Yetersiz
beslenme hususu hafızamda şöyle yer etmiş; bir keresinde öğretmenim dedemi
okula çağırmıştı. Elbette benden şikayetçiydi. Çok yavaş öğreniyordum, kişisel
temizliğime dikkat etmiyordum ve tahta sıraları dişlemek gibi bir kötü
alışkanlığım vardı. Kişisel temizlik hususunda ebeveynlerim olmadığı için ve
babaannem yaşlı olduğu için on beş günde bir çamaşır yıkanıyordu. Tırnaklarım
eğer hatırlanırsa kesiliyordu. Her pazar banyo yapma olanağım da yoktu. Dedemin
sınıfa girdiğini hatırlıyorum. Ben o sırada yine tahta sıramı dişliyordum. Bunu
neden yapıyordum bilmiyorum ama tahta sırayı yeme isteğine karşı koyamıyordum.
Sonraları bunun vitamin ve mineral eksikliğinden kaynaklandığını öğrendim. Tabi
o zamanlar bunun farkında değildim. Bu eksikliklerden dolayı kimileri toprak
yermiş, kimileri odun kemirirmiş. Öğretmen benim o halimi bizzat dedeme
göstermişti. Dedem bana neden böyle bir iş yaptığımı sorduğumda ise verecek bir
cevabım yoktu. Kişisel temizlik konusunda biraz daha dikkatli olunmaya başladı
ama sonraları. Babaannem daha sık yıkamaya başladı çamaşırlarımı. Ama bu
yetersiz beslenme hususunda sadece birkaç hafta bir şeyler yapılabildi. Sonra eski
beslenme düzenine devam edildi. Çünkü o zaman ancak bu kadar imkanımız vardı. Öğretmenimin
dedeme şikayetinde en çok gücüme giden şu olmuştu; öğretmenim tam elli tane
bando sopası getirdi sınıfa ve dedemin yanında bu sopaları saymamı istedi. Heyecanlanmıştım.
Ayrıca tüm sınıfta beni izliyordu. Sayıyordum, sayıyordum ama her defasında
başka bir sonuç çıkarıyordum. On defa saydım sanırım ve her defasında başka bir
sonuca ulaştım. Öğretmen muhtemelen dedemin beni cezalandırmasını bekliyordu.
Dedem beni cezalandıracak iplerimi sıkacak ve ben düzelecektim öğretmenin
hayalinde. Ama dedem bana hiçbir şey demedi. Zaten hem öksüzdüm, hem yetim.
Zaten bana Allah vurmuştu, bir de dedemin vurmadı hiçbir şey ifade etmeyecekti.
O zamandan beri ritmik saymada bir obsesyon (takıntı) yaşarım. Asla doğru
sayamam. Elimde bir miktar para varsa bile onu bir türlü sayamam hep korkarım
yanlış sonuç çıkarmaktan. Bu olay bir travma oluşturmuştur bende. Ancak bu
yazının konusu bu travma değil. Daha derin bir travma anlatacağım siz
okuyuculara. Bu sadece basit bir girizgahtı. Neden konuşurken iyi değilim,
neden konuşamıyorum, neden konuşurken kendimi anlatamadığımı hissediyorum onun
travma hikayesini yazacağım.
Yine
ilkokul ikinci sınıftayken sanırım bir 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk
Bayramı’ydı sınıfımızda çok büyük bir kaos ve gürültü vardı. Tüm çocuklar
hopluyor, zıplıyor ve bağırıyordu. Bu hengamenin arasında ben sıramda oturmayı
tercih ediyordum. Çünkü böyle bir kaos ortamında sert mizaçlı öğretmenin sanki
gözüne batmışım gibi direk beni seçiyor ve cezalandırıyordu. Ceza yöntemi de
belliydi; dayak. Öğretmen bir önceki derste sınıfta uslu uslu oturmamızı ve
dışarı çıkmamamızı tembihlemişti. Kendisi tören ile ilgili bir toplantıya
katılacakmış öğretmenler odasında. Ben öğretmenin sözünü dinleyerek sınıfta
oturuyordum. Ama arkadaşlarım benimle aynı fikirde değildi. Bir o yana bir bu
yana koşturuyor ve durmadan bağırıyorlardı. Hatta bu haylaz oyunlarına beni de
davet ediyorlardı. Ama ben dayak yemek istemiyordum. Bir ara bir arkadaşımız
dışarı çıktı ve ardından koşturarak sınıfa girdi. Bağırarak sınıftaki herkesin
dışarı çıkması gerektiğini söyledi. Diğer sınıfların öğrencileri dışarıda
toplanıyormuş, sıra oluyorlarmış. Bir bizim sınıf kalmış. Sınıfta bir anda bir
koşuşturma oldu. Ben öğretmenin kendisini beklememiz gerektiğini söylediğini söyledim.
Dışarı çıkmamıza öğretmenin kızabileceğini hatırlattım. Ama tam bir kaos ve
karışıklık ortamı vardı. Kimisi beni dinledi kimisi beni dinlemedi. Kimisi
dışarı çıktı, kimisi çıkmadı. Ama dışarı çıkmayanların sayısı fazlaydı. Dışarı
çıkan ve bize dışarı çıkın diye bağıran çocuk bu duruma sinirlenmiş olmalı
tekrar sınıfa girdi ve “Dışarı Çıkınsana!” diye bağırmaya başladı. Diğer
çocuklarda ona bağırmaya başladılar. Sonra o çocuk tahtaya dışarı çıkmayanları
yazmaya başladı, tıpkı konuşanların tahtaya yazıldığı gibi. En başa da benim
ismimi yazdı. Ben yazmamasını söyledim ama beni dinlemedi. Ben sıramdan kalktım
ve tahtaya koştum. Adımı tahtadan silmek istiyordum. Beyaz keçeden tahta
silgisini elime aldım “DIŞARI ÇIKMAYANLAR” başlığını sildim. Tam ismimi
silecektim ki öğretmen fırtına gibi içeri girdi. Sanki gözlerinden ateş
çıkıyordu. Çok korkmuştum. Bütün arkadaşlarım sıralarına koşuşturdular. Ben
tahtada elimde silgiyle donakalmıştım. Öğretmen eline geçirdiği çocuğa
vuruyordu. Korkudan sırama geçecek gücü kendimde bulamıyordum. Öğretmen
bağırmaya başladı : “Ben size dışarı çıkılmayacak demedim mi?!, Ben size sessiz
ve uslu uslu sınıfıta kalınacak demedim mi?!!” Sonra öğretmen beni gördü: “Sen
ne yapıyorsun!!!” diye haykırdı. Hiçbir şey söyleyemedim. Donup kalmıştım.
Elimdeki beyaz keçeli tahta silgisini gördü ve “Demek arkadaşların konuşanları
yazdı, sende siliyorsun ha!!! Hem de en başında senin adın var!!” diye bağırdı
ve bir tokat savurdu. Öğretmenin attığı tokadın etkisiyle ben tahtanın yanından
sıraların olduğu yere kadar savruldum. Resmen yere yapıştırmıştı öğrenmen beni
ama hırsını alamamıştı. Tekrar yanına çağırdı ve tekrar bir tokat savurdu. Ben
ağlamaya başladım. Ama derdimi öğretmene anlatacak ne fırsatım ne de mecalim
kalmıştı. Ağlaya ağlaya sırama gittim oturdum. Ağladığımı görünce öğretmen daha
da sinirlendi, “Kes sesini!!” diye bağırdı. Ben korkudan içimden ağlamaya
başladım. Sonrasını pek hatırlamıyorum. Sonrası silikleşti gitti hafızamda. Ama
bu travmanın en yaralayıcı yeri derdimi öğretmene anlatamamamdı. Öğretmene o
listenin KONUŞANLAR değil DIŞARI ÇIKMAYANLAR listesi olduğunu söyleyemedim.
Benim en başından beri onun sözünü dinlediğimi, sıramda oturduğumu, bağırmadığımı,
dışarı çıkmadığımı ve hatta bazı arkadaşlarımın da dışarıya çıkmasına engel
olduğumu söyleyemedim. Ondan sonraki günlerde de söyleyemedim. Bu kötü anı
kapkara bir karabasan gibi uzun yıllar beni takip etti. Hatta ilk gençlik
yıllarımda bile geceleri rüyalarımda öğretmene tüm bunları anlattığım rüyalar
görür oldum. Bazen dişlerimi sıkar, duvarları yumruklar ve kendimi anlatmak
için öfke krizleri geçirirdim. Ama asla o zaman geri gelmedi. Ben derdimi
öğretmene bir türlü söyleyemedim. Bu durum bende bir korkuya dönüştü. İnsanlara
kendimi anlatamadığım ve anlatamayacağım evhamıyla senelerce mücadele ettim. Bu
yüzden iyi bir konuşmacı olamadım hiçbir zaman. Bir şekilde kendimi anlatmam
gerektiğinin farkındaydım. Ben de yazmaya karar verdim. Özellikle Sait Faik Abasıyanık
öyküleri bu yazma hususunda beni çok desteklemiştir. Ancak bir şeyin yerine
muadilini koyduğunuzda muhakkak bir noksanlıkla karşılaşıyorsunuz. Ben de de
öyle oldu.
Velhasıl-ı
kelam her insanda olduğu gibi bende de hafızam aleyhime çalıştı, bu olumsuz
anım her defasında yolumu kesti. Elbette onlarca olumsuz anımdan yalnızca
birisi buydu. Ancak bu yazı vesilesiyle bu bacayı temizliyor ve buradan şu anda
adını bile hatırlayamadığım öğretmenime seslenmek istiyorum; “ TAHTADA
KONUŞANLARIN DEĞİL, DIŞARI ÇIKMAYANLARIN LİSTESİ VARDI ÖĞRETMENİM VE BEN SİZİN
SÖZÜNÜZÜ DİNLEDİM, HİÇ DIŞARI ÇIKMADIM.”
(
Baca Temizleme - Dışarı Çıkmayanlar Listesi başlıklı yazı
MESUT ÇİFTCİ tarafından
18.08.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.