Bölüm 2


Köşede sürüyü dağdan yeni indirmiş olan çocuk çoban duruyordu. Yeni öğrendiği tulumunu kimselere vermemek için kucağında saklıyordu. Küçücük başında kocaman bir kasketi, hiç boynundan eksik etmediği ve eskir diye suya bile sokmadığı kim bilir kaç yıllık bir bohça gibi mendili ile yüzünü silerken fal taşı gibi açılmış gözleriyle yabancıya bakıyordu.

Onlar daha boş boş sohbet ederek zamanı doldururlarken garip yolcu ismini bile söylemiyordu. Sanki birileri ona ‘’sus emri ‘’vermişti. Sadece çocuk çobana gözlerini dikmişti. Dikkatli bakınca yağmurla gelen yabancının bir gözünün olmadığı anlaşıldı. Yüzü çizgilerle doluydu. Kemik yapısının büyüklüğünden yüz hatları da büyüktü.

-Senin adın ne yeğenim ‘diye sordu.
Sanki orada başka konuşacak kimse yoktu. İlk defa adam yerine koyulmanın zevkiyle çocuk çobanın yüzünde belirgin bir gülümseme oldu.

-‘Kalo derler bana’ derken bilmediği bir yabancının ona yakınlık göstermesine çok sevinmişti. Üstüne bol gelen ceketinin kollarını kim bilir kaç defa geriye katlamıştı. Pantolonun beline geçirdiği buzağının boyun bağının parçaları sarkıyordu. Kendine çeki düzen vermeye başlamıştı. Eski püskü giysilerine rağmen yanakları al al yanıyordu. Çiftliğin hanımı onu olan annem tanrı misafiri ve öksüz diye çocuklarından daha çok sahipleniyordu. Yeni giyecek bir şey verse bile nedense o atılan eskileri getirir ve onu giyinirdi. Yenilerini de saklardı. Kim bilir artık bedeninde olmayan giyinmediği için kaç giysisi vardı.

Kalo denilen çocuk çobanın ne köyünü nede ailesini bilen vardı. Sadece çiftliğin sahibi biliyordu. Bir gün iyilik olsun diye birisi Kalo’nun elini tutmuş ve beyin yanına getirmişti:
_Sana tanrı emaneti bir çocuk getirdim. Ne ailesi var, nede köyde ona sahiplenecek birileri var. Karın tokluğuna yanınızda kalsın. En emin yer sizin yanınızmış, öyle dediler. Çocuğun annesi doğum sırasında ölmüş. Yeniden evlenen babası da yakın zamanda ölünce üvey annesi kapı dışarı etmiş:

_’Kendi bebelerim açken sana bakamam’.

Demiş ve bir gece köyün karanlık sokaklarına sekiz dokuz yaşlarındaki çocuğu bırakmış ‘ .
Böylece çocuğu getiren iyi yürekli köylü çocuğun hikâyesini tamamlayıp çocuğu bıraktıktan sonra, bir daha da ne aramış nede sormuş. Aranmayan, sorulmayan çocuk delikanlı ürkek bakışlarıyla yabancıyı inceliyordu. Ne kendisi, nede onu tanıyanlar onun gerçek adını bilmiyorlardı.

Herkes susmuştu ve yeni yeni konuşmaya başlayan yabancı ile hep suskun Kalo’ yu dinlemeye başladılar. Aralarında iki kişilik sohbet uzayıp gitti. Kalo sanki adını bile bilmediği babası onu görmeye gelmiş gibi mutluydu. Kalo fırsat buldukça çobandeğneğini atar ve diğer çocuklarla çelik çomak oynardı. Konuşma bitince gözü çelik çomaklarda kalmıştı.

Aradan epey zaman geçince yağmurlu havanın verdiği vahametle yabancının uykusu geldi. Örtmenin duvar dibinde ocak başına yakın yerde uykuya daldı. Beklenmeyen yolcunun uykusu bile gelmişken, çiftliğin sahibinin ise geleceği yoktu. Çiftlik deki hanımlar ocağa kaç defa odun atıp kazandaki sütü kaynattılar. Maya çalıp peynir yapmak için habire çocuk bedeni kadar büyük tahta kepçe ile sırayla karıştırmaya başladılar.

Çok geçmeden gün çoktan akşam olmuştu. Yağmur azda olsa hala yağıyordu. Sessiz sakin motorlu taşıtların bile koca ilçede bir iki tane olduğu yıllarda, sadece vadide akan çayın sesi, kuşların ve kurbağa sesleri ile sularda yüzen yılanların tıslaması gibi doğal seslerle yaşam devam ederken, derinden gelen deprem sesi gibi dörtnala koşan atın nal sesleri, sessiz çiftliği hareketlendirmişti. Epey uzak mesafeden geliyordu bu sesler. Örtmenin altındakiler:

_’ Aha sorup duruyordun, ağamız geliyor’ demelerinden ikinci defa göz kırpmalarına zaman kalmadan ağanın atının kişneme sesi duyuldu. Sanki Viyana kapılarına sefer için at koşturuyordu. Bir çırpıda gelmişti. Atın ağzı köpük köpüktü. Herkes yeni dinmiş olan yağmurdan sonra koşarak atı ve ağalarını karşıladılar. Bir yandan da ödleri kopuyordu.

-‘Yabancı saçma sapan konuşup duruyor. Yine Makbule ablamı göreceğini söylerse, onu konuşturduğumuz için biz de onu gibi yanarız ki şaşmayın hiç. İnşallah beyin sinirleri bozuk değildir. Yoksa hapı yuttuk. Bir terslik olursa ne yapacağız? Diyerek ellerini ovuşturdular.

Atın üstünden bir zıplamayla inen Adil Bey, dizlerine kadar olan körüklü çizmelerine taktığı mahmuzlarını sökerken, bir diğeri de boynunu aşıp beline kadar uzanana fişekliğini çözmek istese de eli boşta kaldı. O, ailesi ermeni mezaliminden kaçarlarken Sakal tutan geçidinde, zemheride öküz arabasının üstüne atılan kıl ciciminin altında dünyaya gelmiş. O zor şartlarda bile annesi büyüğünce beline takacağı fişekliği tam otursun diye eline ne geçirdiyse beline sarmış. İnce belli geniş omuzlu başında kalpağı ile bir yiğit olsun demiş. Anasının istediği gibi selvi dal boylu, çok yiğit bir delikanlıydı atından inen. Barebelli tabancası belinden hiç eksik olmazdı. Zaman çok kötüydü. 27 mayıs İhtilaninin en sıcak.ateşi daha harlıyken tabancamı yoksa tüfek mi taşıyacaktı.Henüz yeni çıkmıştı dışarı.

_’At, avrat ve silah’ o zamanın yaşam kültüründe sanki bir parolaydı. Oysa şimdi silahları yoktu ve dağlardaki sürüyü celebi nasıl kontrol edeceklerdi?

_Ne var, ne yok’ diye hal hatır sorarken, herkes suspus olmuştu.

Yabancının merakla beklediği çiftliğin sahibi dışarıdan bakılınca çok sinirli, titiz, aksi, disiplinli ve zehirli yılana tükürse onu öldürecek kadarda hiddetli biri gibi görünüyordu. Sadece görenlerin haricinde tüm ailesi de o’ nu öğle bellemişlerdi. Destursuz yanına yaklaşılmadığı gibi tembel insanı hiç affetmezdi. Atına bineceği zaman atı bile önce şahlanırdı, iki ayağının üstüne kalkar ve onu selamlardı. Sonra sakinleşir ve öğle dururdu. Üzengiye adımını atınca, eğere bile oturmadan:

_’Aman hemen koşayım yoksa işim zor’ .

Diyen atı, ne kırbaç yerdi nede mahmuzlanırdı. Keyfince koşardı. Adil bey atına binmeden önce sadece atının başını ve sonra tüm bedenini okşardı. Atının gözlerini öperken sanki bin yıllık hasretine kavuşmuş gibi yüreğinin sevgisini ve sonrada gem olan dudakları sarkık atının ağzına şeker verirdi. At ise kimsenin hiç anlayamadığı bir coşku ile kişnerdi. Yeni çakılmış nalları ile en sert toprağı taşı bile kazırdı. Ne hikmetse ata binen Adil Bey ile atı, en sevdiği oğlu Fatih ile bulutlara koşuyormuş gibi coşkulu koşarlardı. Kim bilir hangi rüzgârla yarışırlardı. O ‘Rüzgârın oğluydu doru atın üstünde. O boyu posu ve cesaretiyle dağlara hükmeden yürekli biriydi.

Adil beyin gelmesiyle kimi atının yularını tuttu, kimi dolu heybeleri indirirken, kimisi de eğeri sökerken, bir diğeri de atın terini silip tımarını yaptılar. Atın ayaklarını da temizledikten ahıra çekildikten sonra yabancı misafirin yanına geldiler. Yabancı ise suskunca köşedeki yerinde uyanmış oturuyordu. Geldiğinde yorgun olmasına rağmen daha cesaretli görünürken, görmeye geldiği kişiyi görünce, geçen zamana ve onca ikrama rağmen sanki daha çok yorulmuş gibiydi.

Kalo zaten çoktan ortadan yok olmuştu ve uzaktan uzağa olacakları seyrediyordu. Ocak başına yakın yerde uyuyan tanımadıkları birinden başka herkes bir köşede ne diyeceğini bekliyorlardı. Atın nallarından nasibini alan yılanlar bile nal seslerini duyunca çoktan evin önündeki kanala kıvrılarak akmıştı.

( Samikale’den Kerkük’ E’ Dost Kervanı başlıklı yazı Ümran ÖZLÜK tarafından 19.05.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.