Koşarak gişenin yanına
geldi. İkide bir omzundan düşen çantasını yine aynı sabırla ve seri bir şekilde
düzeltti. Telaşlıydı. Trenin kalkmasına üç dakika kalmıştı yalnızca. Gişe
görevlisine tren biletinin daha önceden bildiği ücretini uzattı. Gideceği yönü
söyledi telaşını bastıramayan bir sesle. Bir yandan bir eliyle parayı uzatırken
diğer yandan da evden çıkarken içine neler koyduğunu tam olarak hatırlamadığı
küçük kırmızı çantasını tutmaya çalışıyordu. “Heyecan içinde bir an bitiveren
bir melodi gibi” gökyüzüne savrulan sözcüklerle görevliye söylemeye çalıştı
“yeri” …
“Af edersiniz nereye demiştiniz?”
Orta yaşın en güzel yıllarını süren; yılların onca acımasızlığına rağmen hayata
meydan okuyarak dinç kalan hanım yine aynı tatlı telaşla; fakat bu sefer, daha
bir gür sesle ve daha bir üstüne basarak tekrar etti gideceği yeri...
Sabahın ilk saatlerinde evden çıktığından bu tarafa hava oldukça kapalıydı.
Gökyüzü sessiz ama kararlı griliğe bürünmüştü. Hatta, insanın içine işleyen
hafiften bir rüzgar da vardı havada… İçini ısıtan, işte bu “güzelliklerin
müjdecisi” rüzgardı. Koşar adım tren istasyonuna gelirken; ilk defa hissettiği
güzellikteki rüzgarı, kapalı havada tatmamış olsaydı; o kopkoyu griliği hiç
sevmezdi aslında… Bu durağan hava, ona her zaman kasveti hatırlatırdı.
Sevemezdi hiç rengini vermeyen bu havayı… Ya yağmur yağmalı ya da güneş
açmalıydı, ona göre. Fakat böylesi içine kapanık olmamalıydı hava… İşte bu
yüzden, içi ürpertse de insanın yüzünü yalayıp geçen bu inceden rüzgara
sevindi. Bu rüzgar; güzel ve berrak an’ların habercisiydi… Bugün dışarı attığı
ilk adımdan bu yana içini tarifsiz bir huzur kaplamıştı; bu gri havaya inat…
Gişe memuru bileti ona uzattı…
Gideceği yerin biletini eline aldığı an’da, tam da yüreğinin tanımlanamaz bir
tınıyla “hop” ettiği saniyede, aniden şimşek çaktı; ardından gök gürüldedi ve o
büyük gürültünün peşi sıra bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı.
Biletini yağmurdan gizlemeye uğraşırken yüzünü gökyüzüne çevirdi, aynı an'da…
İri birer yağmur damlası değdi yanaklarına…
İşinde, resmî giyinmeyi severdi; hayatının yolculuğuna biletini alan kadın. Ama
özel hayatında spor kıyafetleri tercih etmişti hep. Baharın bu yağmurlu
gününde, kot pantolonu, renkli tişörtü, krem rengi baharlık montu, krem-kırmızı
spor ayakkabısı ve kıyafetini tamamlayan kırmızı, küçük yol çantası… Çalışma
günlerinde işine giderken, omuzlarına düşen saçlarını serbest bırakmayı tercih
etse de; spor ve rahat giyineceği zamanlar saçını at kuyruğu bağlamayı seçerdi.
Fakat neredeyse son bir yıldır yanından hemen hiç eksik etmediği bir aksesuarı
vardı ki, bu vazgeçilmezini resmî-spor bütün giyim stilleriyle
bütünleştirmesini bilmişti artık: Bilgisayar çantası…
Normal şartlarda bilgisayar çantasında yalnız bir bilgisayarın bulunması
beklenirdi de… Onun taşıdığı bu çantada bilgisayara bir bloknot, bir okunacak
kitap, bir kurşun kalem ve birkaç renkli kalem arkadaşlık ederlerdi her zaman…
Spor giyindiği zamanlar gençleştiğine inanırdı, daima. Zaten, çoğu zaman
insanlardan aldığı olumlu tepkiler, onun bu inancını boşa çıkarmazdı. Keyifli
olduğu bazı anlarda daha da ileri gider; bir yerde bir şekilde yeni tanıştığı
insana - sözün yaşa gelebildiği anlarda- “kaç yaşında olabilirim sizce” diye
yaşını sorup da; “otuz otuz iki var mısınız?” cevabını aldığında kendini daha
da genç hissederdi… O cevaba her ulaştığında -cevap ciddi ya da latife olsun-
“Evet! Otuzuma daha dün bastım. Nasıl da bildiniz?” diye yanındakini şaşırtmayı
sürdürmek isterdi, içinde hiç büyümeden duran o muzip kız. Fakat, sakın
kaygılanmayın; muzip kızın ikizi ciddi kız bu yaramazlığa hiç müsaade etmezdi.
İşte, bugün de aniden bastıran yağmura inat, kendisini olduğundan, hatta
göründüğünden daha genç ve enerjik hissediyordu. Nasıl hissetmesindi ki?
Kendini özgür hissettiği kıyafetler içindeydi. Kendini huzurlu hissettiği
rüzgar vardı başında. Kendini rahat hissettiği çantaları da yanındaydı. O kadar
çok neşeliydi ki, aklına bir an’da “ne kadar gizemli ve hoş bir durumdayım ”
gibi tatlı bir düşünce geldi; şımarıkça tahtına oturdu.
Biri omzunda asılı, diğeri sol elinin parmaklarına sıkışmış iki çantasının
varlığını hissedince tatlı huzurunun yanından hiç eksik olmayan kararlılık ve
güveni yeniden ve daha da sağlam içinde duydu.
“Bilgisayar çantama neleri yerleştirdiğimi çok iyi biliyorum. Neden, nereye
doğru seyahat ettiğimi de çok iyi biliyorum. Seyahat çantama koyduğum eşyaların
benim için hayatımın en vazgeçilmez, en ötelenemez olduğunu her şeyden çok daha
iyi biliyorum. Ama seyahat için hazırladığım şu kırmızı çantama bir şeyler
aldım da - hayatımda en çok kullanmak istediklerimi ve hiç yanımdan ayırmak
istemediklerimi koyduğumu çok çok iyi bilmeme rağmen, sabahın o alaca
karanlığından olsa gerek- şu an onların neler olduğunu hiç mi hiç
hatırlamıyorum. İyi mi?.. Aaa, hem baksanıza; en sevdiğim yere doğru nihayet
yolculuğuma çıkabilmişken, en sevdiğim hava da bana eşlik ediyor :
“Alabildiğine özgürce yağan yağmur…” Ne güzel! Bu, bana Tanrı’nın bir lütfu
olan gizemli bir işaret. Acaba kırmızı çantama şemsiyemi de koymuş muydum?
Bilmiyorum. Ama şimdi, bir saniye bile durup da, şemsiyemi aramak ve açmak için
duramam doğrusu. Hem çok ıslanmayı -iliklerime kadar ıslanmayı- , hem de bir an
evvel beni –şimdiye kadar hiç yaşamadığım fakat yaşamak için- çağıran şehrime,
ona ulaştıracak trene atlamayı istiyorum. O halde, bir an bile duramam,
durmayacağım. Sırılsıklam ıslanacağım sadece”
Biletini hızla bilgisayar çantasının ön cebine koydu. Kendi ıslansa olurdu da
biletinin ıslanmasına gönlü razı olamazdı. Kırmızı çantasını bıraktığı yerden
kaptı; yüreğinin o tanıdık ürpertisiyle büyük bir coşkuyla trene atladı. Tam
bir dakika içinde nasıl da sırılsıklam olmuştu?! Hem ıslanışına hem de tam
vaktinde trene atlayışına kuşlar gibi sevindi. Biletini az evvel alan o
değilmiş gibi, trendeki yerine oturduğu gibi bilgisayar çantasının ön cebini
yeniden açtı. İşte oradaydı. Hayatının bileti orada, kendisine ayrılan
köşedeydi. Bileti yerini doldurarak duruyor; kararlı ve kendinden emin gözlerle
ona gözkırpıyordu. Trendeki koltuğunda kıpırdamadan duran kadın; bu gerçeğe,
şaşırmış gözlerle bakıyordu. Hayatının yolculuğu için aldığı tren biletini kurulduğu
tahtından büyük bir titreyişle alan el, bileti huşu içinde gözlerin yanına
getirdi. Kalbi bir küçük kızın; bir minik kuşun titreyişiyle dolu kadının
gözleri “yazısını ilk kez görüyormuş gibi” okudu:
“Kalkış: Ankara Varış: Göztepe- İstanbul”
Gözü varış yerinde takılıyken kırmızı çantasına aldıkları bir anda geliverdi
aklına, kuş misali tir tir titreyen yüreğin. Çantada çok da bir şey yoktu
aslında; Bir kitap, bir elbise ve bir de O’nun için seçilmiş hediye. Elbisenin
yanına babetlerini alıp almadığını hatırlamadı o an kadın… Olsun; ayakkabısını
da çantayı açmayı hak ettiği an’da görecekti…
Bütün yolculuklarında en sevdiği iki şey vardı: Ya yolculuk boyunca bloknotuna
yüreğine damlayanları damladığı an’larda kaydetmek ya da yaptığı yolculuğun
özüne uygun olarak seçtiğine inandığı kitabını açarak okumak. Okurken de
yazısına olduğu kadar okumasına da aynı kurşun kalem eşlik ederdi. O, okurken
bile olsa küçük küçük notlar yazmadan, kararlı çizgiler çizmeden duramazdı ki!
Fakat bu “hayatında her şeyiyle ilk olan” yolculukta sevdiği iki eylemin de
hiçbirini yapmadı. Yüreği kafesinden uçmaya hazır kuş gibi çırpınırken ne
yazabilir ne de okuyabilirdi. Pencerenin yanına sol elini dayadı. Kulağı ray
seslerindeyken, gözleri büyük bir hızla uçan ufuk çizgisini takip ediyordu.
Ufuk çizgisi hızlanan trenin aksine gözünden hiç kaçmıyordu. Yol giderek varışa
ulaşıyordu ama ufuk çizgisi kadının gözlerinde yalnız bir noktada
derinleşiyordu.
Derinleşti, derinleşti, derinleşti… Hayalden gerçekliğe uzanan bir fotoğraf belirdi
gözün önünde…
Dört buçuk yıllık üniversite hayatının son yılında tanımıştı onu. Hatta kendi
bölümünün mezuniyet gecesi için başka bir okuldan çağrılan –geceyi
düzenleyenler ve konukları çağıranlar arasında kendisinin de olduğunu hatırladı
birden kadın ve yolculuğa başladığı an’dan beri ilk defa içtenlikle gülümsedi-
grubun içindeydi hayatına damga vuracak genç adam. O mezuniyet gecesinde
kendisinin de bulunduğu kız grubu ile, O’nun da bulunduğu erkek grubu nasıl da
keyifli saatler geçirmişti. Hatta gece için gelen davetlilerin çoğunun anlamsız
müziklerde tepindiği dakikalarda onunla beraber bir saati hayli geçen
münazarası yok muydu? O günü hayatının hiçbir an’ında hafızasından ve daha da
önemlisi yüreğinden silemedi. Daha doğru söyleyişle; silmedi. O hemen
koyulaşıveren sohbette “insanlardan ve yüreklerden” konuşmuşlardı. Konuşmanın
bir yerinde her ikisinin de onları sıkan “baba” figürü ile onlara şefkat
gösteren “anne” figürü ortak noktasına nasıl gelebildiklerini ise, bugün bile
anlamaya uğraşsa da anlayamıyordu. En çok da onun bir cümlesi, hayatının her
an’ında beynine çivilenecekti: “Ben bazen babamdan daha derin ve anlamlı,
banktaki kedi ile sohbet edebildiğime inanıyorum” Ne müthiş bir cümleydi bu!..
O günden sonra çeşitli sebeplerden iki ya da üç kez görebilmişti onu. Zaten her
ikisi de okullarını bitirip meslek sahibi olmuşlar ve okudukları şehirden çok
uzaklarda mesleklerine başlamışlardı, o sohbetin üzerinden daha bir sene bile
geçmeden… O sohbet onun içinde büyüdü, büyüdü, büyüdü… Mesleğe başladığı
şehirde bile “kedi ile sohbet edebilmek ne demektir; nasıldır ve insan böylesi
bir gizeme nasıl ulaşır” diye günler geceler boyunca düşündü. O sohbetin
üzerinden hayli vakit geçtikten sonra kadına, çalıştığı şehire antetli kağıtla
bir mektup geldi. Evet, mektup ondandı. Hani o, banktaki kedi ile babasından
bile daha iyi sohbet edebilenden… Mektubu tanıyışı antetli kağıttan değildi.
Mektubu oluşturan cümlelerin ona sıcak ve bildik gelmesinden. Mektubun hangi
şehirden geldiğine baktı şöyle bir… Bu kadar heyecana küçük yüreği dayanamadı.
Oturacak bir yer aradı kendine… Oturdu, soluklandı. Ve bir daha zarf üzerindeki
şehrin adına baktı. Mektubun gönderildiği şehir anne ve babasının son bir
yıldır oturduğu şehirle aynıydı.
İnanılmaz şeyler yaşıyordu işte yine… Tam da koyu bir sohbette iken, başka
şehirlere savrulmuşlardı. Kendisi onu anlamış ya da anlamaya niyet etmişti de;
o kendisini hiç anlamış mıydı ya da anlamak için uğraşır mıydı? Ama bu mektup;
ya bu mektup… Kendisi için her şeydi… Evet, biliyordu; bu yazı kendisi için her
şeydi de; onun için hiçbir şey demek olabilirdi. Fakat, ya onun için de “her
şey” demekse… O mektuptan sonra içi içine sığmadı kadının . Hele onun hemen
hemen babasıyla aynı zamanlarda aynı şehre gelmesine ne denirdi ki? Yalnızca;
“tesadüf” sözcüğü, bu “imkansız gibi görünürken” “mümkün olabilmiş” durumu izah
için yeterli miydi? Aylarca, gece gündüz okuduğu mektup elinde babasının
bulunduğu şehre gidebileceği tatil günlerini hayal etti.
Ve hayalin gerçek olabileceği gün geldi… Babasının şehrine gitti genç kadın…
İlk kez babasının şehrinde ailesinden olmayan birini görebilmek için yüreği
yerinden fırlayacaktı. Ondan gelen mektubun üzerine bir mektup bir de kartla
cevap vermişti ama her iki cevapta da “seni ziyaret ederim” dememişti… Yok,
tren camının arkasındaki yağmurla eş; camın kenarında duran gözlerden de akan
yağmuru silerken itiraf etti kadının yüreği yıllar sonra, “dememişti” değil;
“diyememişti”… Verdiği cevaplar içinde mektubundan çok; yazdığı kurban bayramı
kartı belki ona bir şeyler anlatırdı: Kartı özenle seçmişti kadın... Küçük bir
kız çocuğu ile bir küçük kedi vardı kartta. Birbirine bakan bu iki küçükten
kedi olanı bir şeyler anlatırken, kız olanı gözlerinden iki iri boncuk tanesi
döküyordu, kediyi dinlerken…Tren camındaki buğuyu sildi o an’da trendeki kadın…
Ufukta bir kedi gördü sanki. Fakat, tam da anlayamadı; tren bir tünelden
geçiyordu çünkü. Etraf bir ân’da kararıverdi…
Kadın yanaklarına değen iki iri boncuk tanesini elinin tersiyle sildi.
Karanlıktan istifade, tren koltuğuna başını yasladı ve uyumaya çalıştı…
Gözlerini kapadı; ray seslerinin giderek daha büyük gürültü ile duyulduğunu
düşündü…Hayır bu trenin raylarda çıkardığı ses değildi. Bu ses, içinin
susturamadığı yürek gümbürtüsüydü… Yüreğine “sakin ol, sakin ol” diye defalarca
seslendi. Yüreğin söz dinleyecek hali yoktu… Gözleri kapalı iken kırmızı
çantasına yerleştirdiği kitabı hatırladı: Tam tamına yirmi senedir bu kitabın
yeri apayrıydı kadın için…Yüreğini sükunete erdirmek için sarfettiği “sakin ol,
sakin ol” sözcüklerinin yerini, “Yaşamak, Sevmek, Öğrenmek; Yaşamak, sevmek, öğrenmek; yaşamak,
sevmek, öğrenmek…” sözcükleri ne zaman aldı? Pır pır eden şu küçük yürek, hiç
bilemedi.Ondan yadigar ve kendisinin en sevdiği kitabının adı: “Yaşamak,
Sevmek, Öğrenmek”ti… Yıllar içinde onun verdiği bu kitap; kadının yaşam sloganı
oldu: Yaşamayı sevmeyi öğrenmek… Kitabının en güzel cümlesini sayıklarken
kadın; yüreğinin temposunun yine o tatlı ahenge ulaştığını fark etti, sevinçle…
Ufukta ona uzanan bir el ve elin getirdiği kitabı görüyordu şimdi, ayan beyan…Sanki,
camın ardındaki yağmur da birden kesilmiş; yerini derin bir maviliğe
bırakmıştı…
Genç kadın, babasının şehrine geldiği günün ertesi günü ailesine “bir kız
arkadaşıma gideceğim” demiş ve onun çalıştığı yere gitmişti. Her ikisine de, ne
de hoş bir ziyaret oldu bu. Saatler süren tatlı paylaşımlardan sonra genç
kadın; bu tatlılığın sürekli olamayacağını anlamış gibi “Yaşamak, Sevmek,
Öğrenmek” kitabını istemişti ondan… O da vermişti…
O, yaşamın sevilmesinin öğrenildiği günün ardından, genç kadın yine kendi
çalıştığı şehre gitti. Haftasına annesinden bir telefon aldı: Yaşamayı öğreten,
büyük bir kaza geçirmişti; ağır yaralıydı ve hayatî tehlikesi vardı…Ondan
alabildiği ilk ve son haber, bu olmuştu…Yıllarca sesli-sessiz aradı onu…
Trendeki kadın kırmızı çantayı açtı ve kitabı çıkardı… Sıkıca sarıldı kitaba…
Kitap dizinin üstünde dururken, bilgisayar çantasının ön cebini yeniden açtı:
Bilete inanamaz gözlerle baktı; yüreği yeniden hızlı hızlı çarpıyordu… Evet
kitap da bilet de gerçekti… Ve kadın gerçekten de tam yirmi yıl sonra,
İstanbul’a gidiyordu; hayata adım atacağı istasyona… Onu nasıl da aramıştı
yıllardır. Hatta öldüğünü bile düşünmüştü… Fakat ne o tek ziyareti
unutabilmişti ne de o bankta sohbet eden kediyi… Hiç umudunu yitirmeden
arayışını sürdürdü… Belki de şu bilgisayarı ondan seviyordu: Yıllar sonra onu
bulmuştu ve hayatının yolculuğunda onun sağ koluydu şu kutu…
Camdan dışarı baktı kadın… Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Bu yağış
içeride miydi, yoksa dışarıda mıydı? Anlayamadı…Bir şeyi net biliyordu:
Sırılsıklam olmuştu ve buna hiç aldırmıyordu. Ama tek şey mutlaktı; yüreği,
yaşamı sevmeyi öğrenmişti… İçini tatlı bir sükûnet kapladı yeniden...
Heyecanla bindiği trenin “varış düdüğü” ne kadar da çabuk çalmıştı böyle?!.
Doğruldu yerinden kadın; çantalarını aldı ve yüreğe doğru adım attı… Hava
günlük güneşlikti artık; Göztepe İstasyonu’na yürekli bir kadın ilk adımını
atarken…
Yegâh Elif Mirzâde (Oyma
Sandığımda Saklı Renklerim-Hikaye Kitabı-Eylül 2011-Syf.39)