Perdeyi araladı. Bir baktı dışarıya şöyle. Perdeyi hemen
kapatacakmış, öylesine bir bakıvermiş; içeriye dönmek, sokağı dışarıda bırakmak
için çok acelesi varmış gibi…
Ama durdu kaldı orada. Beklemediği bir görüntüyle
karşılaşmıştı sanki. Görüntü değil de bir duygu mıhlayıp kalmıştı onu yerine.
Dışarıyı özlediğini fark etmişti.
Hemen her gün ekmek almak, alışveriş etmek için aşıp
geçtiği kaldırımlardan öte bir yer olarak görmüştü ne zamandır ilk kez orayı.
Sanki ne zamandır parçalara ayırdığı bir şeyi bütün olarak seyretmişti. Çatının
üstüne tüneyen güvercin de vardı o bütünde. Uzaklarda süzülüp giden bulut da…
“Ne oldu?” dedi kocası. “Çakılıp kaldın orda. Bir
sorun mu var?”
“Bir şey yok… Sadece unuttuğum bazı şeyleri hatırladım
yeniden.”
Çok mu fazla yakından bakıyordu onlara? Kocası,
çocukları, annesi, kardeşi çok mu kaplamıştı evrenini? Onların bedenlerini aşıp
da göremiyor muydu az ötedeki sokağı bile?
Alışveriş sırasında da bedenen olmasa da onlar da yok
muydular yanında? Onları kendisi çağırıyordu aslında. Sebze meyve seçerken
konuşup duruyordu hayalleriyle. Bitirilmemiş hesapları kapamaya çalışıyordu
onlarla. Yüzlerine söyleyemediklerini markette, yolda ona eşlik eden
gölgelerine haykırıyordu.
Uzun süredir bağırmamıştı. Dökememişti içini olduğu
gibi, ne zamandır. Bu yüzden yalnız kalamıyordu birtürlü. Bedenen yalnız kalsa
da gölgeler bırakmıyordu peşini. Az önce çok uzun zamandır ilk kez yalnız
hissettiği için çakılıp kalmıştı pencerenin önünde. Önünde uzanan sokağı
gerçekten görmüştü.
Ne tuhaf, o birkaç saniye içinde kocasını, ailesini,
yakınlarını unutuvermişti. Bir tek o vardı sanki evrende. Başkaları
aracılığıyla büründüğü kimliklerden sıyrılmış; teyze, eş, abla olmadan dışarıyı
seyrediyordu. Ne öfke hissediyordu artık onlara, ne sevgi. Karşı kaldırımdaki
ağaç kadar tarafsız bir tutum takınmıştı herkese. Gerçekten yalnız kalmak da
böyle bir şey değil miydi?
“Kahve yapacaktın hani?!”
Kocası küçük bir çocuk gibi “İlle de beni gör!” diye
ısrar ediyordu. “Bir an unutma varlığımı! Bir an bile yalnız kalma!”
Mutfağa giderken sesi kulaklarında çınlıyordu hala. Sesindeki
o duygu… Daha doğrusu duygusuzluk… Yalnız kalmayı becerebilmiş, başkalarının
ona yüklediği kimliklerden sıyrılmış birinin sesiydi bu. Kendisinden kahve
isterken kaç yıllık hayat arkadaşı adam değildi sanki. Kendisiyse O’nun için o
anlarda, gazetesini okurken bir yandan da kahvesini keyifle höpürdetebilmesini
sağlayacak bir gölgeydi sadece.
Neyse ki her zaman böyle olmuyordu. Koltukta oturan o
adam gerçek bir eş de olabiliyordu bazen. Yeterince yalnız kalıp derleyip
toparladığında her şeyi, dünyayı elleri arasına alacak kadar bir bütüne
vardırabildiğinde keyifli bir tebessüm yerleşiyordu yüzüne. Bir şeyler
söylüyordu hemen o uzunca arayı hiç vermemişçesine. “Evet, ner’de kalmıştık?”
der gibi…
Şimdi mutfağa ilerlerken en son ne zaman böyle bir ara
verdiğini soruyordu kendine. Yenilenmiş; tozlarından, fazlalıklarından arınmış
bir halde en son ne zaman “ben geldim” diyen kocaman bir gülüş göndermişti sevdiklerine?
Hep burada kalmanın olduğun yeri bir mezara çeviren çürütücü etkisinden onu
sıyıran o tek kişilik seyahate ne zaman çıkmıştı?