EMİNE PİŞİREN
Bir genci askere yolcu ederken etkilenmemiz mümkün mü? Gidenin de gözleri nemlenir, geride kalanın da yüreğine buruk hüzünler üşüşür. Oysa vatani görev bizim Türk kültürümüzün en başında yer alan kutsal geleneklerimizden biridir. Askerliğini yapmamış insan eksiktir, yarımdır. Askerden kaçan kınanır, küçümsenir. Anadolu bu konuda bir farklı kokar. Nice analar oğullarının kınalı saçlarını kilimlerine, yeni gelinler gergeflerine işlerler. Hasret dokurlar…
Mendilimin dört ucu
Dört ucu da turuncu
Kurban olayım yarime
Askerlik vatan borcu” diyerek maniler söylerler.
Türküler yakılarak sevdalar büyütür sevgililer, gönüller mahzundur o veda anında… Ana ve babaların ağıtları, manilerle yükselir semalara, oğul önce ana babadan sonra yakınlarından, mahallesinden helallik ister: “Helal edin hakkınızı, gidip de geri dönmemek var,” diye…
Kutsaldır vatan görevi.
Her yiğidin namus borcudur.
Askerdeki oğlunu çok özleyen yaşlı bir anne, oğlunu görmek için oğlunun askerlik yaptığı yere gitmiş. Bu sırada oğlu eğitimdeymiş, komutana yaklaşarak halini arz etmiş. Bunun üzerine komutan eğitim yapan askerleri göstererek, seç bakalım bunlardan hangisi demiş, uzaktan oğlunu seçemeyen ana şu ağıtı söylemiş,
*
Makasım yok ki biçeyim
Makinem yok ki dikeyim
Askerler talime çıkmış
Oğlumu nasıl seçeyim.
Atları var at içinde
Nalı parlıyor kıçında
Askerler türkü söylüyor
Benim oğlum yok içinde
*
Artık adetlerimizde değişti. Eskiyi özler olduk. Önceden anneler askere gitmeden önce oğlunun serçe parmağına kına yakması adetmiş. Hep merak ederdim. “Neden erkeğe kına yakılır?” diye. Meğerse kına yakmanın da bir anlamı varmış: Halk kültürünün inançlarına göre; kızlarını gelin ederken ellerine kına yakılması gelini kocasına kurban etmek içinmiş. Askere gidecek olan gence yakılan kına ise vatana kurban etmek içinmiş. Tabi kına öncesi ve kına sonrası gençlerin manilerle, türkülerle, davul ve zurnanın eşliğinde eğlenmeleri, ana babayla helalleşip vedalaşmaları ise ayrı bir güzellikmiş.
1920 öncesi ve sonrasında yurdun savunması için askere çağırılan ve hiç düşünmeden cepheye koşan fedakâr Mehmetçiklerimizin ailelerini günümüzdekilerle karşılaştırınca içim acıdı.
Henüz bıyığı terlemiş, yaşı 18 bile göstermeyen nice şehitlerimiz bu vatan toprağını savunmak için düşmanla savaşıp, kan döküp canlarını feda etmediler mi?
Aklıma yeniden Çanakkale geliyor. 100. Yılını bile kutlayamayacağımız Çanakkale… Ve bir kınalı kuzu hikâyesi düşüveriyor gözlerime: Adı Hasan, lakabı Kınalı.
Bilecik istasyonunda oğlunu askere uğurlayan “elinde bir değnekçik, sırtında bağlı bir torba başındaki ıslak örtüsü ile Söğüt’ün Akgünlü köyünden Mahmud oğlu Hüseyin’in annesidir. Ciğerparesini koklayan anne oğluna o gün son nasihat olarak şunları söylemekteydi:
“Hüseyin’im Dayını Şibka’da kaybettik. Baban Dimetoka’da şehit düştü. Ağabeylerin de sekiz aydan beri Çanakkale’de yatıyorlar. Bak yavrum son yongam sensin. Minarede ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse, sütlerim haram olsun, öl de köye dönme! Yolun Şibka’ya uğrarsa dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma. Haydi, oğul Allah yolunu açık etsin!”
*
Tabi Kınalı Hasan’ın duygu yolculuğu burada da bitmiyor. Cepheye gidiyor gitmesine de bölük bölük cepheye gitme öncesinde -eğitim ve teçhizat kontrolleri- sonrasında; Hasan’ın saçının bir tarafındaki kına Yüzbaşı Sırrı Bey’in dikkatini çekmiş. Belki de moral için takılıyor Kınalı Mehmetçiğimize;
– Hiç erkek kınalanır mı? Diye…
Ne bilsin Hasan? Mahcup da oluyor tabi, saygısından baş-eğiyor, ses etmiyor kumandanına:
– Buraya gelmeden evvel, anam kınalamıştı komutanım, diyor.
Tabi, hikâye burada bitmiyor.“Kınalı Hasan” komutanının isteği üzerine hemen anasına kısa bir mektup yazar ve kına yakmasının sebebini sorarak duygularını şöyle ifade eder:
“Anacığım, kardeşlerimi askere gönderirken başlarına kına yakma mahcup oldum. Zabit (subay, komutan) efendi bana sordu cevap veremedim: Niye benim saçımı kınaladın? Kardeşlerim de cevap veremeyip mahcup olmasınlar. Oğlun Hasan”
Oğlunu cepheye yollamış ananın gözleri artık yollardadır. Kapısını ya postacı, ya da muhtar çalacaktır. Postacı mektup getirecek, muhtar da şahadet haberini…
Bu mukaddes Anadolu kadını ne yapıyor dersiniz? Mektup gelince muhtara okutuyor, hemen yanıt yazdırıyor, biricik kınalı kuzusuna:
“Ey gözümün nuru Hasan’ım,
Köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor. Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın. Ben, senin anan isem; beni ve seni Allah yarattı, vatan büyüttü. Allah, bu vatan için seni besledi. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor. Sen bu ailenin seçilmiş bir kurbanısın. Hasan’ım, söyle zabit efendiye: Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır. Ben de seni evlatlarımın arasından vatana kurban adadım. Onun için saçını kınalamıştı. El-hükmü billâh (hüküm Allah’ındır). Allah, seni İsmail Peygamberin yolundan ayırmasın! Seni melekler şimdiden rahmetle anacaktır. Gözlerinden öperim. Anan Hatice”
Hatice anasının mektubunu okuyan Kınalı Hasan’ın ömrü yetmez mektubu tam yazmaya, şehit düşer. Köyüne tabutu gönderilirken üzerini arayan yedek subay Mehmet Bey tamamlanmamış mektubu fark eder, açıp okur. Hem de gözleri dolu dolu okur.
“…Anam yakmış kınayı adak diye,
Ben de vatan için kurban doğmuşum.
Anamdan Allah’a son bir hediye,
Kumandanım ben İsmail doğmuşum…”
*
Çanakkale Deniz Savaşlarımızın 100. Yılını kutlarken, Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz ruhu önünde saygıyla eğiliyor, şehitlerimizin, gelmiş geçmiş tüm ölmüş gazilerimizin ve ailelerine Tanrı’dan rahmet dilerim. Mekânları cennet olsun. Aziz ruhları şad olsun.
“Vatan Sağ olsun”
Emine Pişiren-Edremit