FIRAT'IN GÖZYAŞLARI-ÖYKÜ
ERHAN PALABIYIK
Cemile, sabah erkenden uyanıp yatağından kalktı.
Sessizce giyinirken yerde serili döşeklerde yatan çocukları Tacettin, Feyzettin
ve Rukiye'ye baktı. Hiçbir şeyden habersiz uyuyorlardı. Sonra istemeyerek
kocası Abdürrezzak'a baktı. Horlayarak uyuyan kocasını, o anda boğup öldürmek,
kesip doğramak geldi içinden. “Koca hem döver, hem sever” derdi anası. Lanet
olsundu böyle kocaya. Daha fazla bakamadan kendini dışarı attı, yoksa elinden
bir kaza çıkacaktı.
Küçük mutfağa geçip alüminyum güğümden, çaydanlığa
su doldurdu. Piknik tüpünü yakıp çaydanlığı üzerine koydu. İbriğe de biraz su
doldurup dışarı çıktı. Kapının önündeki taşın üstüne oturup yüzünü yıkamaya
çalıştı. Elini yüzüne süremiyor, sadece su serpiyordu. Dün akşam kocasından
yediği dayak yüzünden, yüzünde ve gözlerinde şişlikler oluşmuştu. İçeri geçip
eski püskü havluyla, yüzünü okşarcasına sildi. Elindeki havluyu atıp aynanın
karşısına geçti. Yüzündeki şişlik ve morluklar, sandığından daha fazlaydı.
Yüzünü aynadan kaçırırcasına yana çekilip bir an durdu. Eli tekrar yüzüne
gitmişti, şişleri tekrar görmek istedi. Aynadaki kadın sanki bir başkasıydı.
Gül gibi yüzü sararmış solmuştu. Oysa güzel kadındı kendisi. Birdenbire
gözyaşları pınar olup aktı. Daha önce defalarca ağlamış ve içindeki acıları
boşaltmıştı. Demek, içinde hâlâ acılar ve isyanlar vardı. Gözyaşları irileşti,
domur domur aktı yanaklarından. Ellerini havaya kaldırıp kendisinin bile zor
duyduğu bir sesle: “Ey gurban olduğum Allah'ım! Ne ettim sana da, beni böyle
kötü bir yazgıya layık gördün? Niye bu kadar kötü birine yazdın? Bana hiç mi
acımadın? Ben, ne kabahat işledim? Hadi bana acımadın, şu bebelere de mi hiç
acımadın? Onları bari vermeseydin de tüm acıları, zulümleri bana çektirseydin
olmaz mıydı?"… Birden kendine gelip toparlandı. "Neler söylüyorum
ben? Hiç, Allah'a karşı gelinir mi? İsyan edenler cehennemde cayır cayır yanmaz
mı? Tövbe estağfurullah.” deyip aklını başına topladı. Ama içindekini haykırmış
rahatlamıştı gök tanrıya. Hem bu bir kaderdi. Çocukları için bu çileyi, acıyı
çekecekti. Boğulacak gibiydi. Dışarı çıkıp derin derin nefes aldı. Başındaki
yemenisini eliyle düzeltip bağladı. Tekrar çözdü, saçlarını eliyle tarayıp
yemenisini sıkıca bağladı. Fazla sıkmış olmalı ki başındaki yaralar acıdı. Bir
an da olsa unutmuştu başındaki yaraları. Zaten neresi sağlamdı ki. Her yeri
yara bere ve çürükler içindeydi. Kan oturmuştu her yanına.
Çok erken bir saatte kalktığı için ortalıkta hiç
kimse yoktu. Gözü, ağacın dibinde duran çalı süpürgesine ilişti. Her sabah
erkenden kalkar sessizce havlusunu süpürürdü. Komşuları ona imrenirlerdi.
Süpürgeyi alıp havluyu süpürmeye başladı. Sonra birden durdu, süpürgeyi attı.
Neden süpürecekti ki? Havlu temiz de olsa dayak yiyor, pis de olsa dayak
yiyordu. Anasından öğrendiği, "temizlik imandan gelir" sözünü
hatırlayıp süpürgeyi tekrar aldı ve havluyu tertemiz süpürdü. Genç kızken anası
hep, "iş sabahleyin, iş sabahleyin.” diyerek onu tatlı uykusundan
uyandırır ve ortalığı temizlettirirdi.
En küçük çocuğu Rukiye, uykudan uyanmış ve ağlamaya
başlamıştı. Cemile, acele içeri girip Rukiye'yi kucağına aldı, avutmaya
başladı. Kocası da aynı odada yattığı halde uyanmamıştı. Ölü gibi yatıyordu.
"Kaynar ateşlerde yan! Cehennemlerde bile yer bulama! Ölün ortalarda
kalsın, itler yesin ölünü!” diye ilendi Cemile. Gözleri kararmıştı. Gözlerini
kapatıp açtı. Ev yıkılacak, oda üstüne devrilecekmiş gibiydi.
Tüpün üstüne koyduğu çaydanlığı tamamen unutmuştu.
Çaydanlıktaki su kaynayıp taşmış, tüpü söndürmüştü. Gaz kokusu odaya kadar
gelince çocuğu yere atıp koşarak mutfağa gitti. Tüpü kapatıp çaydanlığı yere
indirdi. Çıplak eliyle tuttuğu çaydanlık elini yakınca bağıracak gibi oldu ama
bunu yapamadı. Parmaklarının içi sarardı, tuttuğu sapın izi eline çıktı. Kaynar
suyu alıp kocasının yüzüne dökmeyi düşündü. Rukiye'nin, mutfak kapısına kadar
gelip ağladığını görünce bundan vazgeçti. "Allah'ından bulsun!"
diyerek kalktı, çocuğu kucağına alıp avuttu.
Cemile ile Abdürrezzak, imam nikahı ile evlenmişti.
Babası bu evliliği istememişti ama köyün Şıh'ı böyle uygun görmüştü. Şıh, küçük
tanrı gibiydi köyde. Ne derse, o olurdu. Kocası tarafı ile de akrabaydılar.
Törelere karşı çıkmak olmazdı. Şıh karar verdikten sonra Cemile'nin babasına,
sadece onaylamak düşüyordu. İtiraz edemezdi yoksa itibarı beş paralık olur,
kimse kendine selam bile vermezdi. Şıh ne derse, o oluyordu köylerinde.
Büyükleri ona, "dayak cennetten çıkma"
derler, dayağı över dururlardı. Ne de olsa dayak kadınlar içindi. Erkeklere
dayak yoktu. Kadınlar bu dünyaya dayak yemek, işkence çekmek için gönderilmiş,
yaratılmıştı. Dayağı atanlar ise her zaman erkeklerdi. Cennet, erkeklerin
kalesiydi, mekanıydı. Cenneti ve cehennemi tanrı mı yaratmış, yoksa erkekler
mi? Ne zaman Abdürrezzak, Cemile'yi dövüp sövse bir de, "Dövlette gaydın
bile yok. Senin evliliğinin bir hökmü yok. Sana kimseler sahip çıkmaz."
diyerek alay ediyordu. Köyde, Şıh’ın karşısında iki büklüm, el pençe divan
duran kocası, burada bülbül olmuş konuşuyordu. Nasıl olsa kilometrelerce
uzaktaydılar. Burada Şıh da yoktu, kanun da.
Cemile, dayak yemekten bıkmıştı. Yediği dayakları
kimselere söyleyemiyor, saklıyordu. Aradan yıllar geçtikçe artan dayağı
saklayamaz olmuştu. Herkes kocasının kendisini dövdüğünü biliyordu. Zaten onlar
da kocalarından dayak yiyorlardı ama Cemile kadar değildi.
Ne çekiyorsa çocukları için çekiyordu. Yoksa bir
gün bile dayanacak gücü kalmamıştı. Hayatı zehir olmuştu. Feyzettin, dört,
Tacettin ise altı yaşına basmışlardı. Rukiye ise daha iki yaşındaydı.
Tacettin'in okula gitmesini çok istiyordu. Okusunlar, babaları gibi
olmasınlardı. Okumazlarsa yarın evlendiklerinde onlar da el kızına
çektirirlerdi. Okuyan adam başka olurdu.
Bu kadar çocuk yetmezmiş gibi üç tanesini de düşük
yapmış, doğurmamıştı. Eğer onlar da yaşıyor olsalardı şimdi altı tane çocukları
olacaktı. Düşürmek zorunda kaldığı çocukları için çok üzülmüştü, günahlara
girmişti ama sadece kendisinin mi günahı vardı? Ya kocasının, onun hiç mi
günahı yoktu?
Şanlıurfa'nın Birecik ilçesinde oturuyorlardı.
Aslen Gaziantep'in, Nizip ilçesinin, Sarayköy'ündendiler. Evlendirilince
Birecik'e gelip yerleşmişlerdi. Oturdukları ev, taştan yapılmış eski bir
binaydı. Ev, kocasının babasından miras kalmıştı. Yıllar önce onlar da
memleketten kalkıp Birecik'e gelip yerleşmişlerdi. Üç odalı evin, sıvaları
dökülmüş, cam ve çerçeveleri kırılmıştı. Ev virane olmuştu ama ne de olsa
kendilerinindi.
Birecik, Fırat Nehri’nin yakınına kurulmuş, Fırat
Nehri’nden dolayı ikiye bölünmüştü. Her iki yakayı, uzun ve büyük bir köprü
birbirine bağlıyordu. Fırat'ın azgın suları nice canları alıp götürmüştü. Nice
ocakları söndüren bu azgın Fırat, insanların korkulu rüyasıydı. Fırat, içine
aldığı insanları asla geri vermezdi. Aldığı gibi bir meçhule götürür, aylar,
yıllar sonra da suyun yüzüne atardı.
Abdürrezzak'ın, bir mesleği olmadığı için ara işlerinde
çalışıyordu. Evinin geçimini zor sağladığı halde bir de içki içiyordu. Her gün
içip eve sarhoş geliyor, bir bahane bulup Cemile'yi dövüyordu. Cemile, ne yapsa
etse bir türlü kocasına yaranamıyordu. Yemeğini pişiriyor, üstünü başını
yıkıyor, kadınlık ediyordu ama yine de dayak yemekten kurtulamıyordu.
Cemile’nin babası Mirza, köyden ara sıra ziyaretlerine geliyor, her gelişinde
un, bulgur, yağ gibi yiyeceklerini de getiriyordu. Birkaç gün kalıp sağ ve
mutlu olduklarını gördükten sonra köyüne dönüyordu. Ama evliliklerinin içini
değil, dışını biliyorlardı.
Cemile, köylerinden çıkıp Birecik'e geldiklerinde
ne hayaller kurmuştu.. Şehirde yaşayacaktı. Çocukları olduğunda onları okula
gönderip okutacaktı. Evleri vardı, kimselere muhtaç olmadan yaşayıp gideceklerdi..
Neredeydi bunlar?.. Buranın, şehir değil de kendisi için bir mapushane olduğunu
çok geçmeden anladı. Çünkü evden dışarı adım attırmıyordu kocası... Keşke köyde
kalsalardı. Hiç değilse akrabaları vardı orada. Komşularına bile kocasından
gizli gidip geliyor, Birecik'teki akrabalarına ise sadece kocasıyla birlikte
gidebiliyordu. Birecik'in diğer bir adı, "cehennem”di Cemile için.
Mapusheneydi, duvarsız ve demir parmaklıksız...
Aradan yıllar geçmişti. Çoluk çocuk sahibi
olmuşlardı. Artık nerede yaşacakları hiç önemli değildi. Nasıl olsa yaşamıyor,
sürünüyorlardı. Düğünlerinde takılan tüm altınları, bir bir bozdurup harcamıştı
kocası. İçki içen kocadan, başka ne beklenirdi ki? Evlendiklerinde Abdürrezzak
içki içmezdi. Daha sonraları başladı içkiye. Şimdi ise inşaatlardan kazandığı
günlükleri bile içkiye veriyordu. Eve geldiğinde, üstü başı leş gibi rakı
kokuyordu. Onun bu halinden tiksinti duyuyordu Cemile. Yıllardır süren bu acı
ve kötülük dolu yaşamdan artık bıkmıştı. Her yeni gün dayak, hakaret, küfür
demekti. Bir gün olsun eve ayık gelmeyen kocasının dayakları, canından
bezdirmişti Cemile'yi. Dayak yesin diye mi evlendirilmişti kendisi?
Kocasının işe gittiği bir gün Cemile, çocuklarını
giydirip evin anahtarını da komşulara bırakarak doğruca dolmuşların kalktığı
yere gitti. Gaziantep'e giden minibüsleri sorup biletini aldı. Antep'e
geldiğinde hiç oyalanmadan, Nizip'e giden minibüse binip yola koyuldu. Minibüs,
Sarayköy'e akşam üstü ulaştı. Çocuklarıyla birlikte baba evine geldiğinde
herkes şaşırdı. Cemile'nin yanında Abdürrezzak'ı göremeyince başına birşey
geldi sanıp telaşlandılar. Herkes, neden geldiğini sordu durdu. Cemile, olup
bitenleri anlatınca evde bir kıyamettir koptu. Duyan tüm akraba ve hısımları,
evlerine geldiler. Cemile, ağlayarak olanları anlatıyordu ama kimse kendisinden
yana olmuyordu. Elindeki, yüzündeki yaraları gösterdi, kimse önemsemedi.
Cemile'yi haksız buluyorlardı çünkü öyle işlerine geliyordu. Arada töreler
vardı, Şıh vardı. Vardı da babası vardı. Töreler uğruna canlar feda ediliyordu...
Babası Mirza ile anası Fatiş, Cemile'nin eve geldiğine bir türlü
inanamıyorlardı. Hiçbir kadın, kendi başına çıkıp da baba evine gelemezdi.
Töreler böyleydi.
Hemen Şıh'a haber salınıp Cemile’nin geldiği
bildirildi. Aile büyükleri Şıh’ın yanına gidip saatlerce Cemile hakkında
konuştular ama değişen birşey olmadı. Şıh, kararını vermişti. Akrabaları, sabah
erkenden Cemile'yi evine geri götüreceklerdi.
Cemile, kararı öğrenince ağladı, yalvardı ama
derdini kimseye anlatamadı. "Oraya gideceğime, ölürüm daha iyi"
dediyse de kimse kulak asmadı. Anasını ve akrabalarını ikna edebilmek için yan
odaya geçip soyundu. Kar gibi beyaz vücudundaki izler, yıllar öncesinden
yapılmış renkli dövmeler gibi duruyordu. Morluklar o kadar çoktu ki anası ve
akrabaları, gözyaşlarını tutamadılar. Ama yine de evine gitmesi gerekiyordu.
Hiç kimse törelere karşı çıkamazdı. Ancak ölünce kurtulunabilirdi.
Kocasının akrabaları, yakınları da gelmişlerdi.
Hepsi Cemile’ye yüklendiler. “Bu nasıl kadın? Kötü yola mı düşecek de buralara
kadar kendi başına gelmiş?" diyerek sert bir biçimde çıkıştılar. Hemen
evine götürülmesi için ısrar ettiler. Aksi taktirde törelerin gereği
yapılacaktı. Bu da ölüm demekti. Cemile, ölümü o kadar çok istiyordu ki
herkesten fazla... Ortaçağ kanunları hâlâ geçerliydi. Kadının, hakkı hukuku mu
olurdu? Cahil Şıh’ın kararları Allah'ın emri, Kur’an hükmü gibi hiç itiraz
edilmeden uygulanırdı.
Herkes gittiğinde Cemile, sabaha kadar uyumadı.
Üzüntüsünden ağzına bir lokma yiyecek de koymamıştı. Sabaha kadar çocuklarını
seyretti durdu. Sabah ezanının sesiyle uykuya dalar gibi oldu...
Açılan kapıdan içeri giren anasıydı. Sabah olmuş,
araba gelmişti. Cemile, yerinden fırlayıp: "Ana. Beni oraya geri
göndermeyin. Çocuklarıma acıyın. Her gün dayak, kötülük, bıktım usandım. Beni
öldürün, geri göndermeyin." diye yalvardı. Anasının eli kolu bağlıydı.
Kızını geri göndermenin ne demek olduğunu biliyordu ama başka çaresi de yoktu.
Odadan çıkarken: "Seni bekliyorlar kızım..." diyebildi sadece.
Gözyaşları sel olup akmıştı. Ana yüreği bu, dayanamazdı. Gözyaşları Fırat’a
ulaşıp aktı gitti…
Cemile, çocuklarını hazırlayıp dışarı çıktı.
Arabanın yanında babasının eline sarılıp öperken: "Babam! Benim babam!
Beni oraya göndermeyin. Öldürün daha iyi!" diye yalvardı. Babasından tek
kelime cevap alamadı. Sanki hepsi birleşmiş, Cemile’ye kötülük ediyorlardı.
Arabaya bindiklerinde: "Bana, şu bebelere kıymayın! Gönderirseniz kendime
kıyarım, bilesiniz!” dedi son bir umutla. Gözleri ağlamaktan şişmişti. Araba
hızlandığında geride sadece bir toz bulutu kalmıştı.
Yıllardır göremediği anasını ve kardeşlerini sadece
bir gece görebilmişti. Onlar da şimdi kendisini istememişlerdi. Köyünü ve
sevdiklerini son kez görüyordu.
Ağlayan Rukiye'ye, önündeki poşetten yiyecek
çıkarıp verirken yarı baygın gibiydi. Yanındaki akrabaları, muhafızları
gibiydiler. Onlara hiç aldırmadı. “Köyümü, anamı, babamı, gardaşlarımı son kere
görüşüm olacak” dedi içinden. Artık bu dünyada hiç kimsesi yoktu. Ne anası, ne
babası, ne de akrabaları. Hiç kimsesi... Kendisini bu yazgıya layık görenlere
isyan etmiş, küsmüştü artık. Tek istediği şey yolda ölmekti. Arabanın
devrilmesi için Allah'a yalvarmaya başladı. Ölümü o kadar çok istiyordu ki bu
arzuyla yanar olmuştu. Evine varmadan ölmek, onun için kurtuluş olacaktı. Ölümü
kucaklamak istiyordu…
Yolda arabalarına aldıkları birisini, köyüne
bıraktılar. Yol boyunca çeşitli dualar etti bu arabanın devrilmesi için. Ama ne
araba devrildi, ne de kendisi ve çocukları öldü. Tek güvendiği Allah da onu
yalnız bırakmıştı. Birecik'e geldiklerinde, yine gittiği gün gibi akşam
üstüydü. Sağ salim evlerine gelmişlerdi.
Evin önüne geldiklerinde Abdürrezzak'ı kapıda
bekler buldular. Şaşırmıştı Cemile. Ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilemeden
arabadan indi ve içeri girdi. Abdürrezzak, gelenlerle hoşbeş ettikten sonra
havlunun dışına çıkıp gizlice konuşmaya başladılar.
İçeri girdiklerinde çocuklar ölü gibiydiler. Cemile
de öyle. Çocukları yatağa yatırırken olacakları endişeyle bekliyordu. Komşuları
pencerelere çıkmışlar, Cemile'yi görmeye çalışıyorlardı. Cemile, çok istiyordu
kocasının kafasına bir kurşun sıkmasını. Sıkarsa kurtulacaktı. Her şeye hazırdı
ve razıydı. Yeter ki bu kötü ve rezil yaşamdan kurtulsun…
Cemile'yi getiren akrabaları, hiç oturmadan.konuşup
gittiler. Aradan birkaç dakika geçmişti ki, Abdürrezzak, elinde kalın bir
sopayla içeri girdi. Avazı çıktığı kadar: “Ulan orospu! Kerhanelerden mi
geliyorsun lan?” deyip girişti Cemile'ye. Öldüresiye vuruyordu Cemile'ye.
Çocukların feryatları evi yıkıyordu. Kurtarmaya kimseler gelmedi. Hem
öldüresiye vuruyor, hem de "Bir daha gidersen öldürürüm seni!” diye
gözdağı veriyordu. Keşke öldürseydi, keşke vursaydı da kurtulsaydı Cemile. Ama
nerede kocasında o yiğitlik? Bir ara, elinden kurtulup kendisini odaya attı ve
kapıyı kapattı. Çocuklarını kucaklayıp öylece bekledi. Gözleri yere
sabitlenmiş, bütün vücudu tir tir titriyordu Cemile'nin. Ortalık sessizleşince
Abdürrezzak'ın yattığını anladı. Dışarıdan köpek sesleri geliyordu.
Çocuklarıyla birlikte oturdukları yerde uyuyakaldılar.
Sabah olmadan uyandı Cemile.Çocuklarına bakıp bakıp
ağladı, sabaha kadar. Çocuklar uyandıklarında iyice acıkmışlardı. Kocasının
evde olup olmadığını anlamak için kapıyı açıp Tacettin'i saldı. Çocuk
döndüğünde babasının evde olmadığını söyledi. Mutfağa gidip yiyecek birşeyler
getirdi, yedirdi çocuklarına. Kendisi de acıkmıştı ama canı bir lokma bile
yemek istemiyordu. Dışarıdan gelen sesleri tanımaya çalıştı, acaba kocası mı
gelmişti? Gelenler komşularıydı. Kapıyı açıp buyur etti. Artık kimseye aldırış
etmiyordu. Gelenlere, "Niye geldiniz? Dayak yerken neredeydiniz?” der gibi
baktı. Komşular, fısıldar gibi: “geçmiş olsun" diyerek içeri girip
oturdular. Komşular, ne diyeceklerini, ne konuşacaklarını bilemez bir durumda,
göz ucuyla Cemile'yi süzdüler. Cemile onlara bakmadı bile. Elinin üstünde
kuruyan kana konan bir sineği, elinin ucuyla kovdu. Komşulardan birisi,
sessizliği bozmak için Cemile'ye yüzünde de kurumuş kanlar olduğunu, gidip
yıkamasını söyledi. Cemile, dışarı çıkıp biraz ağırdan alarak elini yüzünü
yıkadı. İçeri girerken mutfak kapısının önünde durdu, piknik tüpüne şöyle bir
baktı. Tüpü açıp kendisini ve çocuklarını zehirlemeyi düşündü ama kapı ve
pencerelerin her tarafı kırıktı. Ölmezler de öyle kalırlarsa… Kötürüm
olurlarsa... O daha kötü olacaktı. Vazgeçti. Bıçağı gördü. Hiçbir şey bulamasa
kendisini ve çocuklarını bununla öldürecekti... Acaba buna cesaret edebilecek
miydi? Yavrularına nasıl kıyardı? Böyle sürünerek ölürdü de çocuklarını bıçakla
kesemezdi... Cemile, ruh gibi girdi odaya. Kimsenin yüzüne bakmadan yerine
oturdu. Pencereden dışarıya bakıyordu dümdüz. Komşular, birbirlerine bakıp:
“Kalkalım" dediler usulca ve kalktılar. Cemile de kalktı, kapıya kadar
geçirdi. Komşular, yine geçmiş olsun türünden birşeyler söyleyip gittiler.
Cemile, bu dünyayla olan bütün bağlarını kesmiş
gibiydi. Ortalıkta, öylece dolaşıp duruyordu. Komşuların getirdiği sıcak yemeği
bile yeni fark etmişti.
Ne yapmalıydı da bu adamdan kurtulmalıydı?
Bilemiyordu. Baba ocağına gitmiş ama Şıh’ın emriyle evine geri getirilmişti.
Oradan umudunu iyice kesmişti. Aynalara da bakamaz olmuştu artık. Yüzü gözü
mosmor olmuştu. Ellerindeki, vücudundaki yara bereler korkunçtu. Oysa tanrı
vergisi bir güzelliği vardı. Yüzü ay gibi parlarken şimdi bu hale getirmişti
kocası. Eskiden banyoda pürüzsüz vücudunu seyreder, okşar gibi yıkanırdı....
Evini, memleketini, çocuklarını, komşularını,
anasını, babasını düşündükçe isyan ediyordu. Hele Şıh'tan öyle nefret ediyordu
ki elinden gelse boğup öldürürdü. Kaderini o tayin etmişti. Hâlâ da o karar
veriyordu yaşamına, geleceğine dair…
Birden aklına kocasının ruhsatsız tabancası geldi.
Hemen gidip yatağın altına baktı. Yoktu. Nereye saklamış olabilirdi acaba? Oysa
her zaman yatağın altına koyardı. Evin altını üstüne getirdi ama tabancayı
bulamadı. Bir bulsaydı, eve geldiğinde kocasını vurup, gidip karakola teslim
olacaktı. Tekrar bütün eşyaları didik didik aradı ama bulamadı tabancayı.
Akşam vakti, komşuların getirdiği yemekleri ısıtıp
çocuklarına yedirdi. Açlıktan midesi yanıyordu. Birkaç lokma da kendisi alıp
sofrayı kaldırdı. Çocukların yataklarını yapıp yatırdıktan sonra yanlarına
uzandı. Onlara sarılıp, öpüp kokladı dakikalarca…
Geç vakit, havlu kapısının açılmasıyla birlikte
Abdürrezzak'ın sesini duydu. Hemen kalkıp yattıkları odanın kapısını iyice
kilitledi. Abdürrezzak, kendi kendine konuşarak içeri girdi. Somyanın üstüne
kendini zor attı. Üstü başı leş gibi rakı kokuyordu. Anason kokusu evin her
yerine yayıldı. Anason kokusundan iğrenirdi Cemile. "Zehir zıkkım içesice!
Ağzından burnundan kan olur gelir, son içtiğin olur inşallah!.. Şu bebelerin üstü
başı dökülüyor. Giyecek almaya bulamazsın da bu zıkkıma bulursun parayı!...
Sana kefenler alırım inşallah!" diye söylendi. Kendi kendine konuşmaları,
ilenmeleri bitmiyordu Cemile'nin. Ama kocası çoktan sızıp kalmış, duymuyordu
bile.
Bir saatten fazla bir zaman geçmişti. Cemile'nin
bağrı yeni tutuyordu. On yıldır hiç uyumamış gibi birden uykuya daldı.
Rüyasında çocuklarını görüyordu. Saatler geçtikçe uykusu daha da ağırlaştı.
Şıh'ı gördü. Kötü evliliğini yaptıran Şıh’ı yakalamış, sopayla öldüresiye dövüyordu.
Şıh kaçıyor, Cemile arkasından yetişip vuruyordu... Kocasını dövüyormuş gibi
gördü bir an. Rüyasında mutluydu…
Oda kapısının zorlandığını duydu. Rüya sandı,
aldırış etmedi. Ama rüya değildi. Kocası kapıya dayanmış vuruyor, bağırıyor,
kapıyı açması için Cemile'ye tehditler yağdırıyordu. Çocuklar derin
uykudaydılar. Abdürrezzak, kapıya bir omuz vurdu ve içeri girdi. Kapının
sürgüleri kırılmış, dökülmüştü. Cemile, çocukları alıp dışarıya kaçmayı düşündü
ama geç kalmıştı. Kocası, kolundan tuttuğu gibi yan odaya sürüklemeye başladı.
Cemile, direnince birkaç kere şiddetle vurdu. Elini de ağzına kapatıp, bağırıp
çağırmasını önledi. Odaya götürdükten sonra sedirin üstüne fırlatıp acele
soydu. Abdürrezzak, vahşi bir hayvan gibiydi. Hayvani duygularını bastırmak için
var gücüyle Cemile’nin üstüne abandı. Cemile, dirense de güç yetiremiyordu.
Kocasının, kendisine ilişmesine engel olamadı. Teslim olmuştu…
Abdürrezzak, yeniden sızdı. Şarhoş kocasının
ağzından çıkan pis anason kokusu, Cemile'nin içini bulandırmıştı. Hemen kalkıp
dışarı çıktı ve ağız dolusu kustu. Sanki ciğerleri sökülmüştü. İçini
boşalttıktan sonra doğruca yatağına gidip uzandı. Düşmanı tarafından ırzına
geçilmişçesine nefret duygusuyla doldu Cemile. Abdürrezzak, onca dayak attıktan
sonra bir de ırzına geçerek onurunda ve gururunda onulmaz yaralar açmıştı.
Kullanılıp atılmış bir nesne gibiydi artık. Sahipsiz ve kimsesizdi. Ne
yeryüzünde, ne gökyüzünde kimsesi yoktu. Yeryüzünü, gökyüzünü, canlıyı, cansızı
yaratan, koruyup gözeten neredeydi?...
Cemile, yatağından kalkıp pencerenin önüne oturdu.
Perdeyi hafifçe aralayıp dışarıya baktı. Yağan yağmur sonrasında hafif bir
esinti çıkmıştı. Geceye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Gecenin sessizliğini
bozan köpekler bile havlamaz olmuştu. Sanki tüm Birecikliler; ölüm uykusuna
yatmışlardı...
Gün boyu, Fırat Nehri’nin üstündeki köprüden geçen
araçlar, köprüyü yıkacakmış gibi sallarlardı. Fırat'ın suları sessiz ve içten
akar, bilmeyen birisi, suyun akmadığına iddiaya girebilirdi. Oysa öylesine
hızlı akardı ki kimse bunu hesaplayamazdı. Üstelik akış yönü de pek belli
olmazdı. Nehrin kenarında çocuklar yüzer, eğlenirlerdi. Balıkçı tekneleri,
kayıklar kıyıda sessizce dolaşır dururdu. Balıkçılar, her zamanki gibi
avladıkları balıkları pazara götürüp satar, akşama da evlerinin yolunu
tutarlardı. Nehir kenarındaki ağaçlar, buraya ayrı bir güzellik katar, insanlar
buralara piknik yapmaya gelirlerdi. Hele martıların yaptıkları pikeler, düşman
uçağını kovalayan bir pilotu andırırdı. Yüzlerce kuş, nehir kenarında gün boyu
avlanıp dururlardı. Akşamları evlerin ışıkları yandığında, suya düşen ışıklar
dans edip oynaşırlardı. Geceleri nehir kenarına oturmuş alem yapan birkaç
balıkçının attıkları naralar, evlerin duvarlarına vurur, sonra da nehir
kıyısında yankılanırdı. Fırat'ın sağı solu belli olmazdı. Yaz kış demez taşar,
etrafına zarar verirdi. Bir keresinde şiddetli yağan bir yağmur sonrasında
taşmış, etrafını yıkmıştı. Herkes, huyunu suyunu öğrenmişti bu zalim Fırat'ın.
Bir gün olsun eve ayık gelseydi Abdürrezzak...
Belki de yoksulluğun verdiği acıyla alkole vermişti kendisini. Toplumun gözünde
tek suçlu Cemile'ydi. Abdürrezzak'ın hiçbir suçu yoktu. Zalimlerin çarkının
dişlileri arasında ezim ezim eziliyordu Cemile. Ta yüreğinin içinden çığlıklar
atıyor fakat kimselere duyuramıyordu... Dayak, dayak ve yine dayaktı yaşamının
tekelindeki tek şey...
Gün ağarıyordu. Çeyiz sandığını açıp bayramlık
elbiselerinden en güzelini seçti. Ceviz sandıktan epeydir birşey almıyordu.
Çocuklarını birer birer uyandırdı. Evden çıkıp çok uzaklara gideceklerini,
babalarından kurtulacaklarını söylediğinde çok sevindiler çocukları. Cemile,
sessizce dışarı çıktı. Kapının yanında duran ibriği alıp abdest almaya başladı.
Hızlıca abdestini alıp elini yüzünü kuruladı. İki rekat namaz kıldı. Bayramlık
elbiselerini giyinirken çocuklar, nereye gıttiklerini bir kere daha sordular
analarına. "Babanızdan kurtuluyoruz. Sevinin."dedi sevecen bir
biçimde. Çocuklarını bir bir öpüp okşadı. Artık rahata kavuşacaklar,
hayatlarında bir daha dayak olmayacaktı.
Abdürrezzak, horul horul uyuyordu. Evden sessizce
çıkıp kapıyı kapattılar. Hızlı adımlarla yürüyerek Fırat'ın, en azgın akan
yerine geldiler. Boz bulanık akıyordu Fırat. Sanki kış mevsimiydi. Önüne çıkan
her şeyi bir ejderha gibi yutuyor, kimselere bildirmiyordu bu azgın sular.
Cemile, Bismillah çekip önce Tacettin'i attı Fırat'ın sularına. Sonra
Feyzettin'i ve hemen ardından da Rukiye'yi. Her çocuğunu atarken bin kere öldü
Cemile. Sonra kanlı ellerini havaya kaldırıp. “Ey Allah'ım! Sana karşı büyük
günah işledim, biliyorum. Ama sen de beni koruyamadın, bu zalim kulundan. Yine
de sana geliyorum. Günahlarımı bağışla!” deyip atladı Fırat'ın sularına. Bir
süre havada uçtu. Ne bir ses, ne de bir çığlık duyuldu. Derin suların soğuk ve
sessizliğinde kaybolup gitti. Fırat'ın gözyaşları akıyordu, hem de zalim
Fırat'ın içine...
Anadolu'nun, ezilmiş ve sömürülmüş kadınlarının
simgesi olan Cemile'nin ölümünü, Birecikliler, avlanmaya çıkan balıkçılar
sayesinde, çok geçmeden öğrendiler. Kıyıya vuran cesetleri çıkaran
balıkçılardan bir tanesi, boğazı düğümlenerek şu türküyü söylüyordu: "Şu
Fırat'ın suyu akar serindir oy oy oy oy, yarimi götürdü aman kanlı zalimdir,
ölem ölem kanlı zalimdir…”
Abdürrezzek, hiçbir şeyden habersiz evinde uyuyor,
Fırat, Cemile, Tacettin, Feyzettin ve Rukiye için sessizce ağlıyordu...