NALBANT
KEMAL-ÖYKÜ –ERHAN PALABIYIK
Nalbant Kemal, yere çömelmiş döktüğü malzemelerinin
arasında bir şeyler arıyordu, eski heybesinin içinde o kadar çok şey vardı ki
kimi zaman aradığını bulamaz, kendi kendine kızar, sinirlenir
ve malzemeyi toplar ve heybeye geri doldururdu, heybenin içinde insan kaybolup
giderdi. Ivır zıvır ne bulduysa doldururdu rahatça çalışması içinde, her türlü
malzemenin bulunması gerekiyordu. Dağıttığı heybesinden bir şeyler ararken de
gözü bir şeyleri, kimseleri görmez, tüm dikkatini de malzemeye verirdi. Reyhanlı’nın
eski Sümerbank Caddesi, her zamanki gibi yine kalabalıktı. İlçenin diğer
caddeleri olan Albay Şükrü Kanatlı, Fevzi Çakmak, Tayfur Sökmen, Cumhuriyet
caddesi gibi insanların oluşturduğu kalabalık ve araçların çıkarttığı seslerden
binlerce arının kovanında oğul vermesini andırıyordu.
Caddede kimler ve neler yoktu ki? Pamuk, buğday,
tüccarları, Suriye’den getirdikleri kirli koyun yünlerini satan yüncüler,
köylerden taze süt, tuzlu yoğurt, taze köy peyniri, günlük yumurta, tereyağı, zeytin
ve taze zeytinyağı, onlarca türde yemeklik gömeç, kuşekmeği, ıspatan, zahter,
gelin eli, bitkileri, tavuk, ördek, kaz, çeşitli kuşlar, el işi çeşitli
örgüler, kanavalar, Suriye’den getirilen çeşitli makyaj malzemeleri getirip
satan köylü kadınlar gün boyu burayı açık pazara çevirir, mallarını, ürünlerini
satıp, yerine eksiklerini alıp köylerinin yolunu tutardı. Kimileri
biriktirdikleri paralarla kendilerine altın almak için sarrafların, kimi
kendisine, çoluk, çocuğuna elbise, kumaş almak için manifaturacıların, evlerindeki
büfe içindeki eksikleri, kap, kacak, tas, tava, tencere almak içinde
zücaciyelerin yolu tutardı.
Hava kararmadan geldikleri at arabalarıyla tekrar
köylerine dönerdi köylü kadınlar.
Köylülerle tüccarlar arasında sıkı pazarlıkların
sesleri yankılanırdı burada, tüccarlar her zamanki gibi köylüyü kandırmak için
bin bir yalan ve yeminle işe koyulur, pazarlıklarda uzardı. Sonunda tüccar
dediği fiyata malı alır ve dükkâna atardı. Kadın, erkek, çocuk, araba, motor, at
kişnemesinin sesleri birbirine karışırdı. Sabahtan akşama kadar sanki burada
açık hava tiyatrosunda bir oyun sahneleniyordu, binlerce baş aktör ve
figüranlarla.
Caddenin yanı başında ise Ekerler sineması, tüm bu
olanları izleyen ve kaydeden bir yazar gibiydi tarihi bilgi ve birikimini,
deneyimini, tanık olduklarını sanki duvarlarına yazıyordu sessizce.
Kumludan gelen köylülerde alışverişini yapıp
dolmuşlarla geri dönerlerdi, Kumlu Reyhanlı’nın bir kasabasıydı, ünlü ses
sanatçısı Türk sanat müziği Safiye Ayla’nın köyü idi.
Bu cadde ilçenin olduğu gibi, Amik ovasının da ticaret
merkeziydi adeta buradaki insanlar tıpkı Afrin nehri gibi akıyordu. Köylüler
sabah gelirken at arabalarına atıp getirdikleri koyunları, inekleri bile burada
satıp yerine türlü türlü eşyalar, gıda maddeleri alıp büyük bir gururla
köylerine dönerlerdi.
Gübre, satan, dükkânlar, küspe, yem, satanlar, kasaplar,
sobacılar, tenekeciler, tavukçular, tahıl dükkânları, vs. Dükkânların etrafına
sıralanmış ve ahtapot gibi kollarını açmış cücükcülerde buralardan eksik olmaz,
darda kalan, zorda olanlara açık senet karşılığı para verirlerdi. Paradan para
kazanan, terlemeden çok kazananlardandı bu cücükcüler (tefeciler) Cücükcülerin
dükkânları göstermelik ve paravandı. Kimi sarrafiye, kimisi de gübreci, zahireci,
fabrikatör, tüccar, esnaf görünümündeydi. Tezgâhlarında birkaç tane göstermelik
mal olurdu, devletin polisine, vergi memuruna karşı. Köylüler hangi cücükcüye
gideceğini iyi bilirdi. Bunların da iyisi, kötüsü vardı o güler yüzün altındaki
maske çıkartılmış olsaydı kanlı ve iğrenç yüzleri ortaya çıkardı. Ancak
kimseler bu ovada bunların maskesini çıkartacak güce, kudrete sahip değillerdi
şimdilik. Faize alınan, paralar pamuk zamanı geri yüksek faizlerle, ya para
olarak, ya da pamuk, buğday olarak ödenirdi.
Kimisi aldığı traktörün parasını ödeyemediği için
cücükcüden para alırken, kimisi oğlunu, kızını evlendirmek için para alırdı, kimi
zamanlarda cinayetler işlenirdi bu kanlı paralar yüzünden, ocaklar söner,
insanlar mahpus damlarına düşerdi.
Reyhanlı, Amik ovasında onlarca aşiretin bir arada
yaşadığı bir mozaik şehriydi. Araplarla, Türkmenlerin, Kürtlerin, Çerkezlerin
kavgaları hiç eksik olmaz, karakoldan mahkemeden beri gelmezlerdi. Günlerce
süren kavgalar olur, Polis, Jandarma bile baş edemezdi. Bu kavgalar var olma,
aşiret üstünlüğünü ortaya koyma, iktidar, egemenlik savaşlarıydı. Arap
aşiretlerinden, Berri, mücadme, niem, benicemil, ces, igedat, ümeyrat, hamdoşlar,
hallumiler, sreysat, dmalha, hlesat, ferdun, tayyavi, beni ıcıl, beni hassen, beni
cemil, beni nef, bu salah, mucaber, hassen, müvezzin, hüdefat, nvesat, crebis, al
şammar, al aziz, beni Halit, beggara, dreyced, drevne, muvali, beni asid, al
şamar, ibrebe, ciredit, bu sultan, eli, beni nes, cneydat. Kürt aşiretlerinden
tahhan, şihanlı, rüşvanlı, kösenli, karakeçili. Çerkez boylarından, Jane, şapsığ,
abhaz, bjeduğ, çemçuy, hatukay, kabartay, besni ve diğerleri. Türkmenlerde
Bahadırlı, mürseller, çirkinler, karaca, karaahmetli, löklü, coşlu, sarıcalı, halalı,
nergisli, tevekkeli, okçular, kabaklı, torun, acerli, bozulus, karasüleymanlı, beydili,
döğer, gündüzlü, Avşar, Yörük, tecirli gibi kollardan oluşurdu.
-Selamünaleyküm, usta dalmış gitmişsin ne arıyorsun?
Kemal yerde çömelmiş bir vaziyette başını şöyle bir kaldırıp baktı ve selamını aldı.
-Aleykümselam, aleykümselam. Malzeme heybesini
ayağının ucuyla duvarın dibine doğru iteledi ve ayağa kalkıp gelen köylünün
elini samimi bir şekilde sıktı ve yanında boş duran ağaç sandalyeyi köylünün
altına sürdü.
Kısa bir hoş beşten sonra Kemal aniden fırlayıp
yandaki çay ocağına girdi, çay söylemişti konuğuna. Kemal usta Reyhanlı’nın tüm
köylerini köylülerini bilir, tanırdı. Nal çaktırmaya gelen olsun olmasın yoldan
gelip geçen tanıdıklarının koluna girer ve çay ısmarlar öyle salardı. Kimi beş
dakika soluklanıp gider, kimi ise bir işini halletmek için gelirdi.
Yüzü güleçti Kemal’in. Her aşirete mesafeli davranıp
sevgi, saygılarını kazanmıştı. O bir Nalbant ve iyi bir zanaatkârdı, onun
savaşı da ekmekle, atlarlaydı. Neylesin ki aşiretlerin akıl almaz, saçma sapan
kavgalarını? Reyhanîye de öyle bir aşiret kavgaları olurdu ki kimi zaman üç
kimi günde beş gün sürerdi. Ne polis, nede jandarma araya girebilirdi,
girenlerde arada hış olurdu… Ölenler, yaralananlar ve sakat kalanlar olurdu
herkes aşiretinin gücünü, denerdi, aniden ortaya atılan değneklerden kapan
aşiret tarafları kim geldiyse karşısına değneği indirir, kanlar içinde
bırakırdı.
Türkmenlerle, Arapların dövüşleri ünlüydü, bu kavgalar
var olma kavgasıydı, üstünlük, prestij kavgasıydı kim daha çok adam döver,
öldürürse o aşiret daha çok siyasi rant elde etmiş olurdu. Reyhaniye öyle bir
mozaikti ki Türkmen, Arap, Kürt ve Çerkezlerden oluşurdu, tıpkı Antakya
mozaikleri gibi, gibiydi ama huzur ve barış yoktu.
Kemal, tütün tabakasını şalvarının derin cebinden
çıkartıp gelen köylüye uzattı, köylüde tabakasını çıkartmıştı buradan saralım
diye ama Kemal olmaz diye ısrar edince tabakayı geri cebine koydu ve Kemal’in
tabakasını alıp sarmaya başladı. Tabaka deden kalma yadigâr ve Halep işiydi,
pırıl pırıl parlıyordu. Tütün sararken tabakanın içindeki aynadan insan kendi
resmini görürdü.
Köylü tabakayı sağ dizinin üstüne koyup ve zar gibi
olan sigara kâğıdından bir tanesini parmağının ucunu ıslatıp çekti aldı. Kaçak
tütünün derin ve hoş kokusu genzine doldu. Altın sarısı tütünün rengi bile bir
hoştu. İnsanı cezbeden bir görünümü vardı, içmeyen bile cazibesine
kapılabilirdi. Tabakayı burnuna yaklaştırdı ve iyice içine çekti, kokladı, ohhhhh
tarif edilemez bir hoş kokusu vardı tütünün ciğerlerinin derinliklerinde sanki
yaşam bulmuştu. Kaçak tütün Reyhaniye’de her yerde rahatça alınıp, satılırdı.
Her hafta kurulan yerel Reyhaniye pazarlarına Antep, Adıyaman’dan bile kaçak
tütün getirilirdi. Hatay’da ise, Altınözü ve Yayladağı’nın tütünleri paha
biçilmezdi ama onlar tütünü devlete satıyorlardı. Eğer bir tanıdık, yakının
varsa oradan tütün getirtip, içebilirdin.
Suriye’den getirilen kaçak tütünler paha biçilmezdi,
başparmağı ve işaret parmağını birleştirip tabakadan tütün alıp, incecik
kâğıdın içine yatırdı ve düzeltti, iyice yaydıktan sonrada içindeki küçük
çöpleri ayıkladı, fazlasını alıp geri tabakanın içine koydu parmak uçlarındaydı
tüm marifet tütün sararken, tütün yaprağını içe gelecek şekilde katladı ve içe
doğru yuvarladı. Parmaklarının uçları tütün sarmaktan ve içmekten iyice
sararmıştı.
Kâğıdı dudağının ucuyla hafiften ıslatıp, sarmaya
başladı, şekil alan tütünü dik tutarak, yine parmağının ucuyla bir altına, birde
üstüne tikelerle vurmaya başladı. Boşluklarını alıyordu böyle yaparak. Sigara
kalem gibi düzgün olmuştu, sigarayı sarıp bitirmişti, sardığı sigarayı Kemal’a
uzattı Kemal, olmaz ammo (emmioğlu anlamandı) dediyse de Orhan zorla verdi
sigarayı. Kemal sigarayı muhtar çakmağıyla yaktı ve bir nefes aldı, ikinciyi
ciğerlerine çekti, duman etrafa öyle bir dağıldı ki Kemal’in yüzü, gözü duman
içerisinde kaldı. İkinci yaprağı tabakanın içinden alan Orhan el çabukluğu ile
onu sarıp kendisi yaktı. Tütün sarmak gerçekten marifetti, herkes sarardı ama
bu işin de bir ilmi, tekniği vardı.
Çaylarrr ustam diyen kahveci elindeki tepsiden
bardakların ağzına koyduğu küçük tabakları alarak çayları verdi. Gelen çaylarda
kaçaktı, bunlarda Suriye’den gelmekteydi, Suriye’de çay yetişmezdi ama uzak
doğudan gemilerle kaçak getirilen çaylar, kaçak yollarla Türkiye’ye girer ve
piyasada dağıtılırdı.
Babül-hava ile Cilvegözü sınır kapılarından neler
gelmiyordu ki ülkemize? Taksiciler, bavul ticareti yapanlar günübirlik gider ve
her türlü kaçak malı getirirlerdi. Çaycı çayları verip, hızla başka yere doğru
gitti. Kemal sabahtan akşama kadar gelip gidenlere çay ısmarlar dururdu, aldığı
üç kuruşta çaya, kahveye veriyordu, böyle görmüştü babasından, dedesinden? Tütünleri
saran Orhan tabakayı Kemal’e geri verdi. Tabaka şalvarın derin kuyu gibi
cebinde kaybolup gitti.
Kemal ve Orhan bir yandan sigaralarını çekip, çaylarını
yudumluyorlardı. Diğer taraftan koyu bir sohbete kendilerini kaptırmışlardı. Kemal
usta dertliydi gelen misafirine söz vermekle birlikte, kendisi önemli bir
konuyu açtı.
Kemal- Ammo olacak şey mi, bu yapılır mı insana? Hiç
yakışıyor mu o adama, makama yahu dedi.
Orhan- Hayırdır ammo ne oldu ki, kimden bahsediyorsun
ki, anlayamadım?
Kemal- Daha ne olsun ki belediye başkanlığı
seçimlerinde oy verdiğimiz adamdan söz ediyorum. Tüm Reyhaniye caddelerinde,
sokaklarında at arabalarını yasaklamış, eski köye yeni adet mi getiriyor bu
adam, neymiş artık Reyhaniye büyümüş te şehir olmuş, bu at arabaları da
gerekmezmiş, at arabaları bu şehre yakışmıyor, şehrin estetiğini bozuyor
diyormuş o da neyse anlamadım.
Orhan- O da neymiş ammo, estetik, kestetik ne
oluyormuş acaba?
Kemal- Bunlar yetmiyormuş gibi bir de Reyhaniye içinde,
mahallelerde bile nalbantlığı yasaklamış belediye reisi. Artık vergiye kayıt
olup bu işi dükkânda yapacakmışız, sanki çok para kazanıyoruz, bir de dükkân
çıktı başımıza, ben kendimi bildim bileli dedemden, babamdan gördüğüm gibi
yaparım işimi, diğerine de aklım ermez. Sanki ben, çay, şeker, un, gübre, yağ, mazot,
satıyorum da vergiye tabi olacakmışım. Vergiyi de Reyhaniye’nin cücükcülerinden
alsınlar, Allah Allah daha neler gelecek başımıza ammo, daha neler? Köylü
şuracıkta atını, arabasını getirip bir solukta nallayıp üç kuruş parasını alıp
gönderiyorum. Şimdi ondan da olduk, şimdilerde zabıta denen dürzüleri başıma
diktiler, ikide bir gelip beni gözetliyorlar, kontrol ediyorlar, sabahın
köründen akşama kadar bir de bunlarla uğraşıyorum ammo? Dürzülerin başka işleri
güçleri yokmuş gibi beni gözetliyor, teftiş ediyorlar.
Orhan- Ammo sabahleyin köyden gelirken bizim büyük
cüdeydenin orada (Tell-Cüdeyde) candarma önümüzü kesti, arabayla Reyhaniye’ye
girmek yasak dedi. Arabanın üstünde çoluk, çocuk vardı, bu tarafa salmadılar.
Bir kötülük olmasın, devletin candarması diye sesimizi çıkartmadık, arabayı
oraya koydum geldim, demek tüm bu olanların sebebi belediye başkanı haa, vaayyy
namusuz adam…
Kemal- Sinirlice çaydan bir yudum içiyor, sigarasını
çekiyordu, sigarayı içmiyor sanki somuruyordu helezon gibi derinliklerine
çekiyordu, tüm öfkesini sigaradan çıkartmak istiyordu sanki. Heç sorma ammo şu
akılsız kafamın yediği bokun cezasını çekiyorum, bir de götürüp oyumu o gavura
verdim, keşke ellerim kırılsaydı da vermeseydim çoluk, çocuk hepimiz verdik
ammoo, şimdi karşılığını alıyoruz, şu gördüğün caddede at arabaları sıraya girerdi,
bir bir, şimdi ise tüm Amik ovasında yasaklanmış gibi geliyor bana, zoruma
gidiyor inan ki, şimdi köylere gidiyorum mecburen ata atlayıp, başka da yapacak
bir şey yok, ekmek parası, çoluk çocuğumuzun rızkı çıkıyor, o köyden bir
diğerine at üstünde akşama kadar seyyah gibi dolaşıyorum… Burada ne güzel işimi
yapıyordum, sanki sınırdan kaçak mal getirmişte satmış gibi zabıta denen
dürzüler gelip heykel gibi başıma dikiliyorlar, benden başka uğraşacak adam yok
sanki Reyhaniye’de…
Geçenlerde bir çift atı mahalle arasında nallarken
nerde var, nerde yok çıkıp geldiler, tüm malzemelerimi, çantamı alıp gittiler, gidip
zabıta müdürüne yalvardım, yakardım da heybemi zorla geri aldım. Yahu biz
Araplarda akıl yok, kime iyi diye oy verdiysek ilk kötülüğü onlarda gördük, tutarda
bir Türkmen’e oy verirsen işte adama böyle eder, yok park yapılacakmış, yol
geçecekmiş diye az mı evlerimize, arsalarımıza geçtiler ammoo.
Orhan- Bir nalbantla, garibanla uğraşılmaz ki. Allah
bile yoksul, muhtaç garip kullarıyla uğraşmaz. Bunlar Azrail oldular başımıza…
Kemal- Yahu ammoo Reyhaniye’nin derdi mi yok, git
onlarla uğraş. Bin tane derdi var, görmüyor musun, kör müsün, millet
susuzluktan kırılıyor, su getir, her taraf çöpten, pislikten geçilmiyor, temizlik
yaptır, mahalle aralarını bok götürüyor, onları temizlet, sokaklarda inekler
geziyor, davarlar kaymakamın makam odasının önünden geçiyor da onları görmüyor,
duymuyorsun da bizim atların yerlere sıçtığını mı görüyorsun, sıçıyorsa sıçsın
işin ne senin, temizle sena adam diye oy verdik, atlar sıçıyorsa ağzına mı
sıçıyor, elbette at sıçacaktır, hafıtmı (bez) mı takayım kıçına ammo neymiş
kokuyormuş atın bokları. Kendisi gibi kafası kırık kaymakam varmış o da reise söylemiş.
Kaymakamın adına şakır, şukur karabaş diyorlar, ne karın ağrısı, zıkkıma
jandarma, polis sanki memleketi gâvur basık gibi alarma geçmiş, her yeri
kontrol ettirip, basıyorlarmış. Milleti canından bezdirdiler bunlar… Hele bir
seçim zamanı gelsin ben biliyorum yapacağımı, ata binip köy köy, mahalle
mahalle gezip bu ettiklerini eşe dosta, akrabaya, hısıma anlatmasam ben de adam
değilim, Allah o günleri de nasip eder inşallah.
Orhan- Ya ammo seçim zamanı taa bizim doğu köylerine
kadar geldi, ev ev gezdi, dolaştı, Reyhaniye’deki akrabalarımıza, hısımlarımıza
söyleyin de bana oy versinler diye yalvardı, yakardı şimdi yaptığına bak? O
zaman kapıdaki it gibi yalvarıyor, çeniliyordu, bugün bacağımızı ısırıyor.
Kemal- Geçenlerde zabıtanın yaptıklarını anlatmaya gittiğimde
beni kapıdan kovdurdu. Öyle zoruma gitti ki hiç sorma, dellendim, cinler,
şeytanlar tümü başıma toplandı. Bana al eline bir yontacak, bu dürzünün
kulağını, boynuzunu buda at dedi, ama çoluk çocuk belimi kırıyor, hepsi benim
elime bakıyorlar, evin tüm yükü bana, omzuma kalmış ammoo, kimim kimsem yok, gelirim
de, günlük aldığımla geçinip gidiyoruz işte, ben mapusa girsem çoluk çocuk bu
namussuzlara muhtaç olur diye vazgeçtim? Allah’ından bulur inşallah, başkasından
bulsun belasını ne diyeyim ki? Atalar ne demiş sabır, sabır, bir gün gelince de
tahrayı boynuna öyle bir vuracaksın ki kelle biryana gövde biryana savrulacak, seçim
zamanı geldiğinde at arabacılar ona öyle bir darbe vuracaklar ki nereden
geldiğini bile bilemeyecek, tüm at arabacıları bir baştan, diğer başa dizsen, Amik
Ovası’nı kaplardı herhal. Bir ucu Reyhaniye, diğer ucu da Şam’dan çıkardı… Geçenlerde
kafası kırık kaymakam pencereden dışarı bakarken makam binasının önünden geçen
koyun sürülerini görmüş, dellenmiş, hemen telefona sarılmış, Reis efendi bu ne
hal, koyunlar artık kaymakamlık binasının önünden geçiyorlar, nerede zabıta
müdürü demiş güya. Reis te, Kaymakam bey burası Reyhaniye tarım memleketi, hayvancılık
memleketi, davar da olur, mal da, neylonda (römork), geçen at arabası bizim
insanlarımızın geçim kaynağı bu, yapacak bir şey yok demiş. Kaymakam dellenmiş
ağzından kuduz it gibi salyalar akmış, kim çüküne takar ki kaymakamı, kaymakam
orada diye millet tarlasına gitmeyecek mi, amelye geçmeyecek mi, at arabaları
Reyhaniye’ye gelmeyecek mi? Kim diker Yalova kaymakamını, herkes bildiğini
yapıyor. Ha sabah erkenden davarı, malı sessizce ovaya geçiriyor, inekleri
çarşıya sürmüyorlar, burayı şehir sanan adamlar da burasının ne kadar büyürse
büyüsün hiçbir zaman şehir olmayacağını bilmezler mi acaba? Olsa olsa burası
köy olur, bakma buraya devlet kaymakam gönderdiğine, reis seçtirdiğine hepsi de
boş, müdürlere bak ammo hepsi Reyhaniye’li, dağda çobanlık yaparken iktidar
partisinin müdürü olmuş bir daireye atanmış, kılığı kıyafeti değişince
kafasının içimi değişti sanki. Reyhaniye’li gene, Reyhaniye’lidir.
Buraya her gelenin keyfine göre işler yapılıyor, kabak
bizim gibi yoksulların başına patlıyor. Köylü ne yapsın davar, mal yola çıksa
polis var, mahalleye girse zabıta, hükümet binasının önünden geçse kafası kırık
kaymakam, belediye reisi şaşırdı kaldı, millet ağaların tarlalarını ilaçlayan
uçaklar Cüdeyde karayoluna inip kalkıyor acaba orası hava alanımı, neden oraya
kimse karışmıyor? Dişleri kesmez, kıçları üç buçuk atar vallahi, çünkü her gün
bir üleşi ağaların, beylerin cücükcü patronların sofralarında, çiftliklerinde
yiyorlar, içiyorlar sıçıyorlar, kim bunlar kaymakam, reis ve adamları değil mi?
İt kemik yediği yere havlamaz ammoo, kanunlar fakire, fukaraya, vergiler
yoksula, anamız dinimiz dikiliyor, birde çöplük vergisi koymuş diyorlar, devlet,
bilmem artık çöpü atarken paramı ne verecekmişsin, belediyede bu reis çıkartmış
diyorlar vebali söyleyene…
Orhan- Bu nasıl devlet, nasıl kanunmuş içtiğin
sigaraya, suya, ekmeğe, sıçtığın boka bile vergi alıyor, kimseler elleşmiyor bu
adamlara, ben hiçbir şey anlamadım bu kanunlardan don lastiği gibi sünüp, istediğin
yere gidiyor, geliyor bree, iki başlı bir canavar olmuş bu kanunlar, hepsi de
bizi yutuyor…
Ecevit, Bahçeli, Yılmaz hükümeti bu kanunları
çıkartmış, her şey para, vergi alacaklarmış, yakında avratlarla yatarken de
para isterlerse şaşırmayalım, devlet kerhanelerden de vergi almıyor mu? Antakya
kerhanesi darphane gibi para basıyor, gidin oradan vergi toplayın dürzüler. Devlet
gazino, pavyondan, otel, lokantadan, her şeyden vergi alıyor, iki köylü dert
küpüydü, birbirlerini bulmuş konuşuyorlardı. Çaylar içilmiş ve tütünler ikinci
kez daha sarılmıştı, ancak dertleri bitecek gibi gözükmüyordu.
Kemal- Dert büyük ammo çok büyük eklesen hepsini
buradan Ankara’ya kadar yol olur. Ama bizi dinleyecek bir yetkili yok, söylediklerimiz
de top boğazından öteye de gitmiyor, Amanos dağına çarpıyor heral… Buralarda
olup bitenleri Ankara’dakiler hiç mi duymaz, görmezler acaba? Gerçi anamızı
eden kadı, kimi kime şikâyet edeceksin ki? Görmüyor musun memleketin halini
hükümet bir yana çekiyor, muhalefet bir yana, iki başlı bir tren gibi olmuş, görmüyor
musun devletin tüm bankalarını, bakanlarını, milletvekillerini, özel bankaları silahsız
soyuyorlar, herkes parselleşmiş bankaları soy babam soy, yiyen yiyene, soyan
soyana, her gün bir banka batıyor diyorlar. Bankalar battıkça Reyhaniye cücükcüleri
bayram ediyorlar, vatandaş artık bankaya değil de, cücükcüye gidiyor para almak
için, devlet batmış, bitmiş. Tüm bu paralar devletin kasasından gidiyormuş, batan
bankaları devlet koruyormuş, paralarını ödüyormuş, bankalar gemi olmuş, denizde
batıyor sanki merkez bankasında para kalmamış diyorlar, tam takırmış…
Vekillere baksana beş yıldan beş yıla gelip
gidiyorlar, o da seçimlerde…
Reyhaniye’nin bir vekili bile yok, yazık bu memlekete
yazık, vekiller Antakya’dan seçiliyorlar. Kim parayı bastırırsa o vekil
seçiliyor, Antakyalı kurnaz işini biliyor, ee Reyhaniye de enayi olursa elbette
elindeki ekmeğini yiyen olacaktır, Ammoo, görmedin mi bir tane kır attan vekil
gönderdik te ona soluk bile aldırmadılar, bir daha seçilemedi. Bizim şimdi bir
vekilimiz olsaydı acaba böyle olur muydu? Olmazdı, hiç değilse bir telefon edip
bu tahtası kırık kaymakamı, reis denen adamı azarlardı. Siz ne yapıyorsunuz
derdi bari, değil mi?
Orhan- Hee derdi derdi deyip onaylıyordu Kemali…
Kemal- Reyhaniye, Kumlu, Kırıkhan hem öksüz, hem
yetimiz, kimimiz, kimsemiz yok, bir Yayladağı, Kuseyir kadar bile olamadık
ammoo, bizimkilerin en büyük marifeti birbirine değnek sallamak, böyle olunca
da siyaseti de başkaları yapıyor…
Orhan- İçtiği çayın kaşığını tabağın içinden alıp,
bardağın içine koydu Kemal’e, kesene bereket, ağzın tatlı olsun, geçmişlerinin
canında bulunsun dedi.
Kemal- Helal hoş olsun ammo lafı mı olur dedi, Orhan
toparlandı gitmeye, hazırdı ki birden buraya neden geldiğini hatırlamış gibi
Kemal usta, sohbet koyu, tatlıydı, unuttum kusura bakma, içimizi döktük
birbirimizi dinledik sen de epey dertliymişsin bu adamlar seni iyice
dellendirmişler, hayırlısı olsun, Allah kerimdir, gün doğmadan neler olur, bu
gâvur oğlu gâvurlarda yüzyıl başımızda kalacak değiller ya? Elbette defolup
gidecekler, devir Osmanlının padişahlarına, beylerine, paşalarına bile kalmadı
yıkılıp gittik koca Osmanlı. Benim atın nalları eyice eskimiş at topallamaya
başladı, bilirsin tek at elim, ayağım, her şeyim, atta, avratta Cüdeydenin
oradaki çayırlıkta bekler. Şuna bir baksan biz de işimize gücümüze baksak olmaz
mı? Daha bir şeyler alacağız, çarşıdan, pazardan, ihtiyaç bitmez taa giden sene
ihtiyaç görmüştük. O zamandan beri zar zor geçinip gidiyoruz bildiğin gibi. Hele
bu yıl da pamuk zamanı gelsin pılıyı pırtıyı yenileyeceğiz ihtiyaçta, dert
bitmiyor ustam, şuna bir el at akşama kalmadan köye geri dönelim dedi.
Kemal- Lafı mı olur ammo, lafı mı, hele biraz daha
otur şu malzemeyi tamamlayım birlikte kalkalım…
Kemal, yerdeki malzemeleri heybenin diğer gözüne seçip
doldurdu. İhtiyacı olan tüm malzemelerini heybeye doldurduğunda rahatlamıştı, biten
sigarasını yere atıp çiğnedi. Ağırlaşan heybeyi omzuna atıp gitmeye
hazırlanırken caddede dolaşan birkaç zabıtayı gördü, birden sinirleri
gerilmişti, bu çakalların yüzünü bile görmek onu dellendiriyordu, yalakalar
dedi içinden, dişini sıkarak, reisin çakalları, kemikçileri, Reisin bok
böcekleriydi bunlar, sabahtan akşama kadar esnaflardan ne toplarlarsa
yuvarlayarak reislerine götürürlerdi. Önünden geçen bir zabıta Kemal’e, dediklerimi
sakın unutma, bu sefer yakalarsam atını, torbanı, seni de Reyhaniye savcılığına
veririm haberin olsun demedi, deme sakın… Gözdağı veriyorlardı güya çakallar… Kemal
kendisine söylendiğini duyunca zabıtaya, benimle uğraşmayın, Reyhaniye’nin
sorunlarıyla, O reisinize selam söyleyin su sorununu halletsin, bakın millet
yaz günleri kurbağa gibi susuzluktan vırrıklıyor, içmek için bir bardak su yok,
her gün bir yerin vanasını kapatıyor ki diğer tarafa su vermek için, şuradaki
asker çayırındaki suyu bile getiremedi, bir de benimle uğraşıyor, her yer
çöpten, boktan, pislikten geçilmiyor, sağınıza solunuza iyi bakında geçin yoksa
bir bokun üstüne düşersiniz, ayaklarınız kirlenmesin sakın zabıta efendiler… Siz
işinize bakın bakkala, kasap, manav, fırınlara daha çok girin, çıkın ki belki
size birkaç paket daha sarmışlardır, ne dersiniz?
Cehennem zebanisine benzeyen, göbekli bir zabıta
Kemal’in üzerine yürümek istediyse de, yanındakiler bırakmadılar ve kolundan
tutup çektiler, caddenin sonuna doğru hep birlikte yürüdüler, ara sıra dönüp
Kemal’in olduğu yöne ters ters bakıyordu zabıta, Reisin zabıtaları gündüz ava
çıkmışlardı. Her zaman keklik, tavşan, domuz avlanmazdı ya, bugün de Reyhaniye
esnaflarını avlayacaklardı, her zamanki gibi, Onlara göre Reyhaniye Yenişehir
gölü gibiydi, hem oltasız, hem ağsız balıkları avlıyorlardı akşama kadar. Bunlar
avanta turlarıydı, esnafa biz geldik geçerken uğrarız demek istiyorlardı, dönüşte
sessizce paketler hazırdı.
Kemal- İbini Şarmuta dedi (orospu çocukları) pişman
olmuşçasına “tövbe tövbe değer mi bu itlere, yalcı kanaralara, bunları
Mezbahane’nin önüne bağlasan gene doymazlar, alışmışlar beleşten yemeye, içmeye,
kim reis seçilirse onun avradı olurlar bir gecede, hiçbir şeyleri değişmez,
tasmalarından başka şimdi canavarlar gelmişti, bunlar için efendinin kim olduğu
önemli değildi, çünkü boyunlarındaki tasma, zincir aynıydı.
Kemal herkese kızgındı, belediye meclisi üyeleri de
oybirliği ile at arabalarını yasaklanmasına evet demişlerdi. Tüm bunlar da
Reyhaniye’de yayınlanan “TETİKÇİ” adlı yerel gazeteden sonra olmuştu, tetikçi
gazetesi haberinde “Reyhaniye’yi at arabaları kirletiyor” sipariş haberiyle
dikkat çekmişti. Bu haberi okuyan tahtası kırık kaymakam işe koyulmuştu. Yasaklar
arka arkaya sıralanmıştı, reis denen adam da kırık kaymakama yağcılık olsun
diye kiralık, satılık, kukla belediye meclisi üyelerine oy birliği ile kararı
aldırmıştı. Tetikçi gazetesinin sahibi kırk takla atar, hacıyatmaz, suya batmaz
ise, sabahtan akşama kadar dükkânın önüne oturur ve ayak ayak üstüne atıp
görgüsüzce, eline bir kese kâğıdı çekirdek alıp çitlerdi. Bu tetikçi tam bir
Yahudi zihniyetinde, düşüncesinde adamdı, tetikçi gazetesinin sahibi her türlü
yabancı istihbarat örgütlerine çalışan hain birisiydi, ama çıkarı için vatan, millet,
Sakarya deyip malı götürüyordu.
Reyhaniye’ye gelen devletin temsilcilerine yalakalık
yapmak için yazılar yazar, yazdırır ki, Ankara’daki zevatlar da bunlar çok iyi
işler yapıyorlar desinler, bunlardan aldığı ihalelerle kemikleşip, tüylenip
giderdi. Sakalsız yobazlardandı, görünümü demokrattı ama zihniyeti tam bir
ortaçağ karanlığındaydı, devlete, millete ancak böyle ihanet edilirdi, kemikler
yaladığı devlet yöneticilerinden nemalandıkça yağlanıp palazlanmaya başladı, sonunda
bir yaban domuzu gibi oldu çıktı. Tetikçi gazetesi devletten ihalelerle
birlikte resmi ilanlarda almaktaydı. Fitne fesat ne ararsan bu gazeteden
çıkardı, kimi zamanlar aşiretler arasındaki kavgaları körükler, kimi zamanda
barış yemeği adı altında kemikler yemek için yemekli günler düzenlettirdi,
yanar, döner, kısacası kullanılıp atılan bir tuvalet kâğıdıydı. Omurgasız, onursuz
bir tüccardı…
Karanlık operasyonların tetikçisiydi, gazetesinin adı
gibi. 12 Eylül 1980’de önce ajan, pravakatör olarak bir siyasi örgütün içine
sokulmuş, sonrası örgütü çökertmiş, birçok insanı ele vermiş, işkencelerden
geçirtmiş, misyonunu tamamlamış ve bir üniversitenin de bokoloji bölümüne gizli
ve karanlık eller tarafından kaydı yaptırılmış, mezun edilmişti. Hatay’ın bir
yerinde onlarca fail meçhul cinayetlerde bizzat yer almış birisiydi, eli kanlı,
ağzı kanlı bir caniydi, şimdilerde tetikçi gazetesinde yine kalemle tetikçilik
yapıyor, kalemiyle insanları vuruyordu. Bir toprak ağasının yardımıyla gazeteyi
kurmuştu, devletten besleniyordu, yoksulların yardım aldığı vakıflardan
otlanıyor, her türlü yardımla köşelik oluyordu, kendisi gibi Hasso, Hüsso, Fisso
da yardımlar alıyordu, gazeteciliği kimselere bırakmıyorlardı…
Kemal ve Orhan Cüdeyde’ye gitmek için yürümeye
başladılar. Hızla yürüyorlardı, bir yandan konuşup, diğer taraftan da sigaralarını
içmeyi sürdürüyordu, Kemal, sanki zabıtalar arkasındaymış gibi ikide bir
arkasına dönüp bakıyordu.
Oğulpınar, caddesinden, cüdeydeye doğru yürürken Kemal
Orhan’a, ani bir kararla Orhan’ın kolunu tutup, ammo şu aradan gidelim, bakarsın
takip ederler de tüm malzememi alırlar, bu kez soluğu karakolda, mahkemede
almayalım dedi. Pınarbaşı gölünün olduğu yere doğru saptılar, iyice küçülmüş ve
kirlenmiş, bozulmuş gölün yanından geçerlerken, Kemal, bir zamanlar buraya
arkadaşlarımla çimmeye gelirdik Orhan, kocaman gölün haline bak millet ev
yapacağım diye gölü hamam tasına döndürmüş. Eskiden buradaki su dipten kaynardı
suyunu bile içerdik çimerken, şimdi gördüğün gibi zibil (pislik) dolmuş bu
güzelim göle?
Reyhaniye, kurulduğunda burada su değirmenleri varmış.
Taa Halep’ten insanlar buğdaylarını öğüttürmek için buraya gelir ve günlerce
sırada beklermiş, at arabalarıyla, kağnılarla, develerle, şimdi ise tüm
mahallenin zibili buraya atılıyor ve suyun kaynağı tamamen kapanmış bir
durumda. Şu evleri yerinden bir kaldırsan kim bilir altından ne kalıntılar
çıkar. Buradaki kalıntıları evlerin temelinde taş olarak kullandı bizim millet.
Şu havuşlara (havlu) baksana, taşları halen tarihi kalıntılarla örülmüş. Reyhaniye
köylerinden göçler başlayınca tarih, marih kalmadı, yağmalandı her şey. Ellerinden
gelse Büyük Tel-Cüdeyde höyüğünü de kaldıracaklar ama devlet sahip çıkıyor.
Tel- Cüdeyde gölünün önünden geçip gittiler, Cüdeyde
karayoluna geldiklerini bile fark etmediler. Cilvegözü sınır kapısına giden bu
karayolu öyle bir işlekti ki, TIR’lar, kamyonlar vızır vızır gelip geçiyordu.
Bu yol Suriye’ye doğru Babül-havaya oradan da direk Suriye’ye gidiyor, orta doğuya
açılan bir altın kapıydı Cilvegözü sınır kapısı ve Babül-Havva… Karşılıklı
uzatılmış iki dost eliydi, her türlü düşmanlığa karşı, Kasrı-el benet (kızlar
sarayı) her iki ülkenin tampon bölgesinde ayakta kalmayı başarmış önemli ve
tarihi bir eserdi, burası bir zamanlar rahibelerin kaldığı manastır olarak
bilinmektedir.
Birbirinin koluna girerek karşıya geçtiler Kemal ve
Orhan, güvercinli vadi sağda kalmıştı, buradaki bir mağaradan girildiğinde taaa
Imma kalesinden, Yenişehir gölünün oralarından çıkıldığı söyleniyordu. Diğer
rivayet ise, Barışa dağının arkasından Suriye’ye ulaştığına inanılmaktaydı, şimdiye
kadar buralarda hiçbir arkeolojik kazı yapılmamıştı, bir zamanlar Hıristiyanlık
burada önemli uygarlıklar oluşturmuştu, Roma dönemi eserleri halen ayaktaydı…
Karayolunu geçtiklerine çocuk gibi sevinmişlerdi,
sanki sırat köprüsünü başarıyla geçmişler, cennete girmişlerdi sanki.
Trafik öyle yoğundu ki bu kavşakta (yolak) onlarca
ölümlü kazalar meydana gelirdi. Kemal Cüdeyde çayırlığına doğru baktığında onlarca
at arabasının olduğunu, atların salınıp yayıldıklarını gördü ve içinden yasak
koyunlara okkalı küfürler savurdu.
Tel- Cüdeyde gölünün etrafındaki sazlıklar, çayırlar
öyle bir manzara oluşturuyordu ki günbatımında bu manzarayı seyretmeye doyum
olmazdı. Sanki iyi bir ressamın fırçasından çıkmış tablo gibiydi. Geceleri
gölün suyunun rengi bile değişir, gece mavisi rengine bürünürdü, üstüne mavi
gecelik giymiş bir kadın gibi olurdu. İnsanı büyüleyen manzara ortaya
çıktığında seyredeni adeta büyülenir ve orada çakılı kalırdı.
Hızlı yürüdükleri için ikisi terlemişti, yüzlerindeki
terler mintanlarından aşağıya süzülüp döşlerine doğru akıyordu, sırtları kan
ter içinde kalmıştı, kuruyan terden geriye ince bir tuz kalıntısı bulunuyordu. Kemal’in
heybe olan omuzu daha terlemişti, çayırların yanına geldiklerinde Kemal
başındaki kırmızı beyaz dolağı çıkartıp, yüzünü iyice sildi, heybeyi de
fırlatıp yere atıp, çayırların üstüne uzandı, boylu boyunca. Derin derin nefes
alıp veriyordu yattığı yerden elini şalvarın cebine attı ve tütün tabakasını
buldu, doğruldu, sigara sarmaya başladı. Orhan ise at arabasının yanında
bekleyen ailesinin yanına gitmişti. Kemal, oturduğu yerden Orhan’a seslenip, atı
tut, buraya getir hele dedi. Atların kimisinin amudu çıkartılmış, kimisine hiç
dokunulmamış öyle yayılmaktaydı, kimileri arabasının, koşumlarından çıkarmamış
arabada koşulu vaziyette yayılıyordu, köylerden gelen tüm at arabaları burada
bekletiliyordu, akşama doğru tekrar köylerine gideceklerdi, sanki bir ülkeden, diğerine
gidecekler, gümrük işlemlerinin bitmesini bekliyorlardı…
Kemal, bir solukta sigarayı sardı ve çakmağı çaktı
çaattt oh bee kurban oluyum bu tütüne kim bulduysa, icat ettiyse Allah
mekânının cennet etsin, tüm derdimi, yorgunluğumu, kasavetimi aldı gitti bir anda
eğer bu sigarada olmasa millet herhal birbirini it gibi yerdi… Çektikçe
çekiyordu sigarasını bir yandan da yere attığı heybeyi açıp kullanacağı
malzemeyi sırayla çayırın üzerine sıralamaya başladı sanki Tel-Cüdeyde gölünde
doğal, küçük bir sergi açmıştı.
Köylü atların olduğu yere vardığında atları ürkütmemek
için usul usul yürüdü avına saldıracak bir Kızılderili gibiydi. Orhan sine sine
vardı atın yanına, at kendisini tanımıştı başını çayırdan kaldırıp, hafif bir
kişnedi ve iri güzel gözleriyle sahibine baktı, boynunu sıvazladı, atın ipinden
tutup eline celep edip çıplak atın sırtına bir hamlede sıçrayarak bindi. Atı
Kemal’e doğru sürdü, sanki atını incitmek istemez gibiydi köylülerin kimileri
atlarına çok kötü davranır ve kırbaçlardı, kimisi çok iyi davranıyordu. Aldıkları
aşiret kültüründen dolayı katılaşmışlardı. Amik ovasında yaşayabilmek, varlığını
sürdürebilmek için ya aşiretin veya paran olacaktı, yoksa yaşama şansı azalırdı
insanın, feodal bir düzenin hüküm sürdüğü yerde böyle olması kadar da doğal bir
şey olamazdı…
Reyhaniye ve köylerinde yüzlerce at arabası vardı, bir
o kadar da at. Köylü tarlaya, bahçeye, çarşı pazara, köyden köye, şehre gidip
gelirken arabaları kullanırdı. Çoğu zamanlar şehre hasta bile götürülürdü, geçmişte
gelinler at arabalarıyla getirilirdi. At arabaları köylünün eli, ayağıydı, Yetiştirdikleri
her türlü ürünü pazara arabalarla götürüp satardı.
Reyhaniye pazarı kurulduğunda at arabalarından
gözükmez olurdu, atalarından böyle görmüşlerdi yıllarca, kimisinin otomobili
olmasına rağmen yine de arabayla gidip gelirlerdi. At arabaları gelin kız gibi
süslenirdi, mavi renkte yüzlerce irili, ufaklı nazar boncukları, bunların
kimisi altın sarısı olurdu, mini ziller, sarı ponponlar, üstlerine Antep işi
örtüler atılırdı. Hele Reyhanlı kadın ve kızlarının süsleri dillere destandı. Genç
kızlar genelde Pazar yerinde gördüğü, görüştüğü erkeklerle evlenirdi, Pazar
yeri sosyal bir buluşma merkeziydi adeta. Katı aşiret kuralları her şeyi
gizliden yapmaya yöneltirdi, çünkü bu tür şeylerde ölüm her zaman hazırdı, onun
için de herkes çok dikkatli olurdu, adı duyulanlara ağır cezalar verilirdi… Aşiretler
karşılıklı kız alıp verirlerken, kendi içlerinden evlilik yaparlardı. Son
yıllarda gelenek bozulmaya başlasa da katı ve acımasız kurallar her zaman geçerliydi.
Reyhaniye kadınları ise, Halep, Şam işi ipekli
giysilerle pazara gelirdi, allar, beyazlar, yeşiller içinde renk renk bahar
gibi giyinirdiler, kadınların çoğunda ellerinde, alınlarında, bileklerinde
çeşit çeşit dövmeler bulunurdu.
Kadınların genç kızlığından, gelin oluşuna, çocuk
doğurmasına, yaşlanması kadar değişik evrelerde dövmeler yapılırdı, bu
dövmelerde kadının namus, iffetini, sadakatini, yaşını simgeleyen resimlerdi. Kimi
zaman Hz. Ali’nin Zülfükarı, güvercin, geyik, zeytin dalı olurdu. Gözlerine
rastık (sürme) çekerlerdi, bu sürmeler Suriye’den gelirdi. Ellerine de yine kan
kırmızı kınalar yakılırdı, sürmeler taa bebekken sürülürdü ki büyüyünce kız
güzel olsun diye. Pazara gelen kadınlar keklik gibi güzel olurdu, zaten Arap
kadınları sülün gibi olurdu (ince uzun boylu) kadınların güzelliği dillere
destan olurdu, alımlı, çekici, cilveli, güzellerdi. Arap kadını doğuştan güzel
ve alımlı olurdu ama her nedense yine de süslenirdiler, dünya güzeli kadınlar
hep Araplardan çıkıyordu, attun gözlü (zeytin) kimi esmer, kimisi sütbeyazı, kimisinin
saçları uzun, kimisi örgüler yapmış, ince uzun boylu olurdu. Arap kadınları
sanki güzellik yarışına katılmak üzere pazaryerine gelmişlerdi, herkes
birbirini gözaltından süzerdi.
At arabası köylünün hayatının bir parçasıydı, binlerce
yıl at binmiş, cirit oynamış, savaşmış bir uygarlığın nesilleriydi elbette at
sevgisi daha doğuştan olurdu, yeni doğan bir taya cinsiyetine göre adlar
verilir, kız veya erkek çocuğuna hediye olarak verilirdi, ondan sonra verilen
çocuk o tayı büyütene kadar bakardı…
Kemal, ayağa kalkıp ata iyice bakmıştı, ipinden tutup
tepeden tırnağa kadar süzdü, atın sağrısı, boynu gayet dolgundu, Ammoo maşallah
atın, çok iyi görünüyor dedi.
Orhan- Öyle öyle ustam ne edersin, elimiz, ayağımız
bir atımız var, nasıl bakmayalım, kendimizi bırakıp ona bakıyoruz. Her işte
atla yapılıyor. Tarlada, bağda, dağda, şehirde, köyde her işimize koşuyoruz bu
hayvanı maşallah ıh bile demedi şimdiye kadar, bir karasaban, bir de at arabası
hiç boş durmuyor, çekişi vallahi tren gibi, aldığımızdan beri her türlü
hizmetimizde, Urfalı bir adamdan satın almıştım, Orhan atıyla övünüyordu.
Köylünün nesi vardı ki? Bir atı, bir de iyi kötü avradı,
atadan dededen kalma bir silahı, bir de kapıda üren iti oldu mu gerisini boş
ver gitsin, köylünün tüm dünyası şu karşısında duran cüdeyde gölünün alanı
kadardı… Daha büyük düşünce ve olayları kafası almazdı, fazla bir şey öğrenir
ve bilirse kafası bozulur, ayar tutmaz, dellenirdi. Küçük bir dünya köylülere
yetiyor, artıyordu bile, köylüler ağır düşünce ve gelişmeler karşısında bunalır
derin okyanuslarda, boğulur giderdi, onlar küçük derelerde yıkanmaya alışmış
ördek gibi, kaz gibiydiler, denizler, okyanuslar onlara göre değildi, yoksa
yitip giderlerdi, zaten sınıfsal olarak, her zaman gelişmemiş, geri kalmış, pasif
bir konumdaydı köylüler. Köylü karakteri gereği azla yetinir, fazlasını
istemezdi ama kimileri de kurnaz davranıp çok mal, mülk sahibi olmuştu… Fazla
akıl ve para küçük dünyalarını alt üst ederdi…
Reyhaniye’de, henüz uygarlık yasaları işlemiyordu, ilk
insanlar gibi mağaralarda yaşamıyorlar, ellerinde ilkel baltalar, oklarla
avlanmıyorlardı ama yine de ilkel bir yaşantıları bulunuyordu. Oysa bu
memlekette nice uygarlıklar kurulmuştu, kalıntıları ortada duruyordu, onlarca
höyük bunların birer kanıtıydı uygar ülkeler uzaya giderlerken buralarda halen
aşiretler arasında değnek olimpiyatları yapılıyordu, tıpkı Roma gladyatörleri
gibi. Orhan’ın atı götürüşünü eşi ve çocukları geriden sessizce
seyrediyorlardı, at gönülsüzce yürüyordu, sanki başına gelecekleri biliyor
gibiydi. Yürürken kimi zaman ayağı çimlerden kayıyor ve bacakları ayrılıyor tam
da devrilecek gibi olacakken, dikeliyor, duruyor, tekrar yürüyordu…
Orhan, Kemal’in yanına geldiğinde ani bir sıçrayışla
attan aşağıya atladı. Kemal hazırladığı sigarayı uzattı, Kemal önünde duran atı
seyretmeye başladı, diğer taraftan kullanacağı malzemelerini kontrol etti göz
ucuyla her şeyi tamamdı. Kemal usta zayıf, esmer tenli, karakaşlı, ela gözlü, küçük
kulakları, ince bıyıklı, alnında kırışıklıklar olan birisiydi. Üzerine giydiği
şalvarın içinde sanki o yoktu, bezden bebek gibiydi, başındaki dolakta olmasa
yok sayardınız. Ona adam görünümü veren de bu dolaktı, dolak onunu önemli bir
giyim ve görünüm aksesuarıydı…
Kemal usta, Reyhaniye’de baytar lakaplı Hasan’ın
torunuydu, babası tanınmış bir nalbanttı dedesi gibi. Velhasıl ata mesleğiydi
nalbantlık. Babası ölünce işe kendisi sarılmış ve bugüne kadar getirmişti
mesleğin bayrağını, şimdilerde kimseler nalbant olmak istemiyordu, oğulları
bile ellerine çekiç, mıh almak istemiyordu, çırak bile bulamıyordu Kemal usta. Babasından
aldığı terbiye ile mesleğini yapıyor ve seviliyordu. İp, yavaşça, çekiç, kerpeten,
nal çiviler, yontacak, keski çayırların üzerine sıralanmıştı. Nalbant Kemal
ameliyata girecek bir cerrah gibiydi, her şeyini hazırlamıştı. Her zamanda
böyle yapardı. İşini severek, isteyerek yapan ustalardandı. Dünyada ne meşhur
atlar ve efsaneleri vardı. Kırgızların ünlü, büyük manas destanında geçen
Akkula gibi, bu destanda at önemli bir yer tutar, Manasının oğlu Semeteyin bir
kurultayda şunları söylediği yazılıdır tarihte: “Birbirimizle dövüşmeyelim, at
ve er ölümü olmasın” der. İnsandan önce ata yer verilmesi çok önemlidir. Yine
Köroğlu destanlarındaki Alapaça adlı at kör oğlunu çaya tepen Kiziroğlu Mustafa
beyin kırata kaçması için mecal vermeyen attır.
Osmanlının şatafatlı yıllarında cirit oynarken ölen
atına mezar yaptıran 2.Osman at sevgisiyle tanınmıştır, atın mezar taşı bugün
Topkapı müzesindedir. İkinci Osman’ın ölen atının adı, Sisli kır’dır, Zül-cenah
ise, Hz. Hüseyin’in kerbelada şehit edildiğinde bindiği attır, Vahşi batı
gösterileriyle ün kazanan William Cody’nin Sultan veya İvan olarak bilinen, sevilen
atının adıdır. Pegasos, Yunan mitolojisindeki kanatlı olan atıdır. Roan Barbery
Shakespeare’nin, ünlü oyunundaki kral 2. Richard’ın atıdır, efsanelere giren
tek boynuzlu atlarda vardır. Kamertay Şah İsmail’in ab-ı hayat suyundan içen
ölümsüz atıdır, yine kıratsa Köroğlu’nun ab-ı hayat suyunu içen atlarındadır.
Atların içerisinde dini ritüelli olanlarda yok mudur?
Elbette vardır işte bunlardan İncitatus’dur. Roma imparatoru Caligulanın konsül
seçtiği atıdır. Bu imparator İsa’dan önce 12-41 yılları arasında yaşamıştır. Ağustusun
doğrudan akrabası olan Caligula yirmi beş yaşında, otuz yedi yılında imparator
ilan edildi. Bir yıl sonra kız kardeşi Durisilla öldüğünde, Roma’da tanrıca
ilan edilen ilk kadın oldu, oyunlara hesapsız para harcayan Aligula, bunlara
kendisi katılıyordu. En şaşılacak eğlencelerinden birinde Napoli körfezine
yüzlerce gemiyi birbirine bağlayarak yüzen bir köprü oluşturmuş ve atıyla
geçmişti.
İflas eden hazineyi kurtarmak için tüm malları açık
artırma ile satan İmparatoriçe atı olan Konsül seçmiştir, atların insanlardan
daha iyi dini görevi yürüteceğine inanmış olması gerekmektedir, böylece
Hıristiyanlıkta bir konsül “AT” seçilmiş olmaktadır. Rosinanta’da ünlü yazar
Cervantes’in Donkişot’un atıdır, Düldül’de Hz. Ali’nin kıratı olarak bilinen
atıdır, Mısır Hükümdarı Muvakısın Hz-Muhammet’te hediye ettiği, onunda Hz.
Ali’ye verdiği söylenmektedir. Bu at kırk günlük yolu bir günde giden at olarak
bilinir.
Burak ise, Miraç gecesinde Hz. Muhammed’in binip Tanrı
katına çıktığı attır. İbrahim peygamberi kabeye getirenin bu at olduğu
söylenmektedir. Mahşer günü Hz. Muhammed ve Fatma bu ata bineceklerdir. Günümüzde
Burak adı insanlara verilmektedir. Yine Battal Gazi efsanelerindeki gökten
gönderildiğine inanılan Aşkar atıdır. Bu atın da Abı-Hayat suyundan, içtiğine, inanılmaktadır.
Boz atın ise darda kalan kullara yardıma geldiğine inanılır. Hızır gibi
yetiştirdiği rivayet olunur.
Dört çocuğunun rızkını gün boyu çalışarak, alın
teriyle, helalinden kazanıyordu. Gayri ihtiyari olarak başını çevirip yolak
tarafına baktı, gelen giden yoktu, zabıta denen domuz soyları altlarındaki
arabayla her yeri gezip ani baskın yapıyorlardı. Reyhanlı’da esnafla, seyyar
satıcılarla zabıtalar arasında kavgalar yaşanıyordu, bu kavgalar hemen aşiret
kavgasına dönüşüyordu, gücü gücü yeteneydi, güçlünün, zayıfı, zenginin yoksulu
ezdiği bir düzendi bu. Kemal’i kaç kez mahalle aralarında çalışırken zabıtalar
gelmiş ve kovmuşlardı nasıl zoruna gidiyordu Kemal’in kovulmak…
Bir de kendisini kovduran adama oy vermişlerdi
seçimlerde ancak gelecek seçimlerde hesabını mutlaka soracaklardı bunun. Hem
mislisiyle, haramiler her aybaşında belediye binasının ortasına bir masa koyup
her işçi ve memurlardan mutlaka zoraki yardım alıyorlardı. Emekli olan işçi ve
memurların da emeklilik ikramiyelerinin yarısını zoraki belediyeye bağış
yaptırıyorlar, öyle emekli oluyorlardı. Emekli ikramiyesini kimler nasıl yiyordu
kimseler bilmiyordu ama kurnaz tilki muhasebe müdürü mağlup tek sayarın cukka
yaptığı açıktı. Her dönemin ve düzenin adamı olan bu mağlup tek sayarın dini,
imanı, Allah’ı, kitabı paraydı para sayar bir adamdı. Beş yıldır yanında kuyruk
salladığı belediye başkanını yeni aday olan adama pazarlıyordu, gizlice
muhasebe bilgilerini verip, siyasi malzeme olarak kullandırtıyordu.
Nalbant Kemal mahallelere gitmek için neredeyse
reisten pasaport, vize alıp öyle gidecekti, bu nasıl adaletti? Şimdilik Allaha
havale etmekten başka yapacak bir şeyi yoktu, gücü de yoktu, reisin çakalları kendisini
bir lokmada yerlerdi, beddualar ediyordu bu adama. Esentepe, Mustafa Kemal,
Değirmenkaşı, Cüdeyde, Yenişehir, Kümeevler, Bayır, Fidanlık, Gültepe, Pınarbaşı,
Yeşilova mahalleleri arasında mekik dokuyordu gün boyu, zabıtalarla kovalamaca
oynuyordu. Onların altlarında son model araba, Kemal de iyi bir at, kimi
zamanda yaya, bu yarış hayat yarışı, ekmek yarışıydı, eşkıyalar şehre
inmişlerdi, sonuna kadar mücadele edecekti nalbant, Kemal küçük bir fındık
faresi, zabıtalar da aç sokak, kasap kedisi gibiydiler bu kovalamaca günlerdir
sürüyordu kim bilir daha ne kadar sürecekti? Çomar iti gibi burunları iyi koku
alıyor ve hangi mahalleye gitse hemen damlıyorlardı yanına. Bu oyunu tertip
eden tahtası kırık kaymakam ve reisti, bunlar senaryoyu yazmışlar zabıtalarda
oynuyorlardı, çengiler gibi, Kemal’e hep kaçmak rolü düşüyordu bu filmde.
Reyhaniye’nin dışında bulunan mahalleye Yeşilova’ya gidiyordu görünmemek için
Kemal ama zabıtalarda av köpeği gibi iyi koku alıyorlar ve hemen elleriyle
koymuşçasına geliyorlardı. Kirman gibi döndürüyorlardı Kemal’i, kırk yaşlarında
olan Kemal ne etsin, ne yapsın, üç kuruşluk ekmek parası için ovayı turluyordu
ama bir türlü zabıta itlerinden kurtulamıyorlardı, bu yaştan sonra tarlalardan
amelelik, suculukta yapamazdı, hamallık asla, elinden gelende buydu işte. Başka
bir zanaatı yoktu. Bu yaştan sonra el kapılarında ağız kokusu çekilmezdi. Ağzı
boklu ağalar ameleyi adam yerine koymaz, söver, sayar hakaret ederlerdi, it bile
onların yanında ameleden daha değerliydi… Sonradan görmeydiler, çalışmasa
çoluk, çocuğu aç kalacaktı kocaman Amik Ovası’nda, Ovanın cehennem sıcağı
ameleler içinde çekilmez olurdu yaz gününde. Urfa’dan ameleler geliyordu ovaya
onlarında başlarındaki amele çavuşları sömürüyorlardı, zulüm kapısı, sömürü
kapısıydı Amik Ovası emekçiler için, beyaz pamuğa sıcak terle, kan bulaşıyordu.
Kemal usta atı usul usul seviyor, okşuyordu. Her zaman
nallayacağı atı böyle severdi ki sakinleşsin, hastaya narkoz veriliyormuşçasına
elinin içini ta başından sağrısına kadar kaydırdı. Attan hiç ses çıkmadı, bu
kez kuyruğundan beline kadar elini gezdirdi, at tıırrrsa diyerek aniden
hapşırdı. Amik Ovası gökkuşağı gibiydi yeşilin, beyazın, kırmızı yeşil ekin
tarlaları, beyaz pamuk tarlaları, kırmızı topraklarla tam da okyanus gibiydi. Bir
ucundan diğer tarafını görmek mümkün olmazdı asla…
Asi, Afrin, Karasu, Murat nehirleri ovanın Nil
Nehirleriydi adeta. Ovaya hayat veren ırmaklardı. Asi (orintus) taa Lübnan’dan
Suriye’ye oradan da Hatay’a girer, nazlı nazlı, kimi zaman da deli coş bir
şekilde Akdeniz’e Samandağ taraflarından akar giderdi…
Asi nehri bir seyyahtı ülkeleri, insanları, coğrafyaları,
dinleri, dilleri, ırkları ve mezhepleri, renkleri, yoksulu, varsılı, güzeli, çirkini
seyreden, Aktığı kimi yerlerde barış, kiminde savaşlar vardı. Samandağ’ına, vardığında
denizle buluşması bir sevgilininki gibiydi. Çevlik onun buluşma yeriydi. Tam
karşısında kel dağ, hemen yanında hazreti Hıdır türbesi bulunurdu, buluştuklarında
birbirlerine sarılır doyasıya öpüşür, koklaşırlardı. Birlikte okyanuslara
yolculuk etmek için sabırsızlanırlardı.
Amik Gölü’nün kurutulup, yok edilmesine rağmen sevgi
sularının fışkırmasıyla tekrar eski göl meydana çıkıyordu. Göllerin
sevgililerin katili Süleyman Demirel Asi’nin büyük bir damarı olan Amik Gölü’nün
şah damarını kesmişti, fakat yıllar sonra da olsa yağmur sularının birikmesiyle
göl tekrar oluşuyordu, Demirel’e inat. Demirel bir televizyon kanalında papaz
edasıyla “hayatımın en büyük hatasını Amik Gölü’nü kurutmakla yaptım” diyerek
günah çıkartıyordu ama bunlar timsah gözyaşlarıydı. Oy avcısı Demirel
köylülerden oy almak için böyle davranmış herkese onar dönüm verimsiz, kumlu
toprakları dağıtmış ve gölü kurutmuştu. Uzunluğu doksan, genişliği otuz
kilometre kare olan bir gölünün şahdamarına vurulan jiletle kesilmişti, on
binlerce kuş Demirel’in inadına her yıl ovaya gelerek sanki protesto ediyorlar
ve isyanlarını açıkça dile getiriyordu, bin bir çeşit kuşlar Demirel’e
ellerinde, senin inadına biz yaşıyoruz, der gibiydiler.
Reyhaniye barajı ise, yıllardır bir türlü yapılamıyor,
politik oyunlara alet ediliyordu. Hippi Murat Sökmenoğlu ve tayfasının yazdığı
raporlar sayesinde baraj yapılamıyor iddiası tartışılıyor, nedeni ise burada
yaşayan halkın çoğunluğu Araplardan oluşuyor, yarın Türkiye ve Suriye arasında
bir referandum yapılırsa halkın çoğunluğu Suriye’yi tercih ederdi, yaz
mevsiminde ise Suriye, Asiden akan, Afrin’den akan tüm suları kesip ovayı
susuzluğa mahkûm ediyordu, kış mevsiminde sular boşu boşuna akıp gidiyordu, tahtası
kırık kaymakam ve tayfası atlarla, itlerle, eşeklerle, davarla uğraşmaktan
böylesi büyük projelerle uğraşmaya zaman bulamıyordu, hele makam odasını harem
gibi kullanıp aşna, vişne yaptığı yosmalar dillere destandı, bir de hizmetçisi
ile aşk yaşadığı zina sonucu olan veledi, zinada herkes tarafından
konuşuluyordu, bunlara aldırmayan tahtası kırık kaymakam kafasını kuma, kıçını
havaya kaldırıyor bayrak gibi dalgalandırıyordu, tetikçi gazetesi bu adamı
göklere çıkartıyordu, diye, cukka tatlıydı.
Gün olur da Reyhanîye barajı bu ovaya bir heykel gibi
dikilecek olursa köylülerin ürünleri on katına çıkacaktı, kahpe ağalar bu
barajı yaptırmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı, çünkü sular altında
kalacak kendi tarlaları da bulunuyordu, bunları temsil eden kıçı kırık bir
vekil mecliste bulunuyordu… Reyhaniye barajı yapıldığında halk artık Kıbrıs, İstanbul,
Mersin, İzmir’e çalışmak için gurbet yollar düşmeyecekti.
Nalbant Kemal’in bindiği atta bir zamanlar taydı, şimdilerde
ona binip Reyhaniye köylerini dolaşıyordu. Amik Ovasını bir baştan bir başa
dolaşıyor ekmeğini kazanıyordu. Suriye sınıra sıfır noktada olan köylerden
Harrandan (kavalcık-karham-havram) başlayıp Çatalhöyük, Cüdeyde, Kuletepe
(avara), Varışlı, Amada (beş aslan), Davutpaşa, Oğulpınar (tizin-tizeya) Uzunkavak
(iskan) Alakuzu (tiyaz-kefar tizeya) Çakıryiğit (muğur şems) Terzihöyük (Tel-al
Terzihöyük) Kuşaklı (sansarin) Suluköy, Kara Süleymanlı (uzunköy) gibi köyleri
gidip dolaşıyordu. Reyhaniye ile kumlu arası birbirine yakın olduğu için
oralara kadar gidiyordu, hatta Kırıkhan’ın bazı köylerine ulaşırdı. Amik
ovasında at ve at arabaları çoktu. Kumlu ilçesi bir zamanlar Reyhaniye’nin
köylerinden birisiydi, üçüncü sınıf taşra politikacılığından kurtulamayıp
burayı ilçe yapmışlardı, Özal, halk avcılığının kötü bir örneğiydi Kumlu, halk
arasında bile ilçe olmasına rağmen köy diye anılmaktadır…
Kemal, Reyhaniye, Kumlu ve Kırıkhan arasında gider, gelirdi,
ovayı karış karış bilir ve dolaşırdı. Köylerde olup bitenleri ilk o duyar, görürdü.
Köylülerle içli, dışlı olmuşlardı, Yaz kış köylerde biberli ekmek ve katıklı
ekmek yiyip, üstüne de yağlı ayran veya kaçak çay içer, tütün sarardı. Köylüler
Kemal’e hürmet ederdi, oda Reyhaniye’ye geldiklerinde onları ağırlardı. Karşılıklı
dostluk sürer giderdi yıllardan beri, ovadaki kimi köylüleri ırmaklarda balık
avlarken, kimisini tarlasını sularken, çapa yaparlarken, anız yakıp darbızlarken
(tarlayı sulamak) görüp, selamlaşır geçerdi.
Reyhaniye’de çeşit çeşit topraklar vardı, kimisi boz, kimisi
killi, kimisi alüvyonlu, kimisi kırmızı topraklardı…
Doğu köylerinin toprakları vişneçürüğü renginde
topraklar, öyle verimliydi ki bir günde atılan tohum ertesi gün yeşerirdi, bu
topraklar altın değerindeydi, taş eksen yeşerir sözü sanki bu topraklar için
söylenmişti…
Amik Ovası’nın köylüsüne Suriye’ye, ait topraklar
baklava dilimi gibi edilip, onar dönüm verilmişti, köylüler bu toprakları ecri-misil
karşılığında ekip, biçiyorlardı…
Köylüler koyun sürülerini sınır bölgelerinde, tampon
bölgelerde otlatırdı. Sürüler tel örgülere kesinlikle yaklaştırılmazdı, çünkü
bu bölgeler mayınlıydı, bin dokuz yüz ellili yıllarda mayınlanmıştı, o günden
bugüne kadar ne canlar bu katil mayınlarda yok olup gitmişti, binlerce insan
sakat kalmış, yarım adam olmuştu. Mayınlar bin dokuz yüz otuz sekiz yılından
beri döşenmeye başlamış ve bin dokuz yüz ellili yıllarda bitirilmişti. Türkiye
ve Suriye devletleri sınırları belirlendikten sonra sınır kaçakçılığını önlemek
için yapılmıştı…
Amik Ovası, uygarlıkların beşiği bir yerleşim
alanıydı, kimler gelip geçmemişti ki? Hititler ilk Ana doluyu gelen ve uygarlık
kuran kavimlerdendi.
Arkalarında nice tarihi öneme sahip eserler
bırakmışlardı, höyükler, kiliseler, manastırlar, kaleler, köprüler, başkent
kalıntıları, Helen, Roma, Bizans gibi uygarlıkların izleri bulunmaktaydı
buralarda, Binlerce yıl öncesinden kalan höyükler halen bir genç delikanlı gibi
ayakta durmaktaydı. Bunlardan Tell-Cüdeyde, Tell-Açana (alalah) Tell-Kanula, Kaztepe,
Ömer Cedid, İmarel-cedid, Terzihöyük, Herapali, tabarak, üçtepe (kanula)
karacanlık, Tell-kurdu, Tell- Tabarat, Tell-akred, Tell-Tainat, Tell-yarkuyu.
Amik Ovası’nda yaklaşık dört yüzden fazla höyük,
kalıntı bulunmaktaydı. Binlerce yıllık bu höyükler Amik Ovası’nın gelin tacı
süsleriydi. Herkes bu höyüklerin içinde neler var diye merak ederdi, kimler
tarafından yapılmış, ne zaman yapılmış ve içine ne gibi değerli eşyalar
konulmuştu bölge, halkı bunları sürekli merak ederdi. Bu höyükleri yapanlar
kimlerdi ve nasıl bir uygarlık kurup, yaşamışlardı? Tell-Acana (alalah) da
yapılan kazılarda ve Tell-tainattaki kazılarda neler çıkmamıştı ki, bu
buluntular ülkemizin ve dünyanın tarihini değiştirecek değerlerdeydi. Höyükler
tüm ihtişamıyla doğaya meydan okuyor ve insanlığı selamlıyordu… İnsanlarla
binlerce yıl beraber yaşayan, bu höyüklerin daha kim bilir kaç bin yıl ayakta
kalacaklarını kimseler bilmiyor. Bunlar dünyanın sekizinci harikalarıydı…
Amik Ovasındaki sulfata (okalüptus), çam ağaçları, zakkum,
söğüt, gül ağaçları, zeytinler ovaya birer sahne dekor havası veriyordu ve
kraliçe gibi süslüyordu. Ağa çiftlikleri selvi çamlarla, sulfatalarla, çepeçevre
sarılmıştı. Bin bir nimet ve güzellik özellikle bur ovaya verilmişti, diğer
coğrafyalardaki insanları kıskandırmak
için, İlkbaharda bir başka, yazda başka olurdu ova, bin bir renge ve şekle
girer tarif edilemeyen kokular ve renklerle sarhoş ederdi insanları, ovanın
havasını, kokusunu bir kere nakşettiniz mi içinize artık asla söküp atamazdınız
içinizden, gizemli ve büyüleyici bir özelliği vardı ovanın, ayrıca tüm kutsal
kitaplarda adı geçer ve dünyanın helakinin bu ovadan, Amik ovasından
başlayacağı duyurulurdu, Tüm dinlerin buluştuğu kutsallıktan mı kaynaklanır bu
özellik, yoksa başka bir şeyden mi anlaşılmaz bir türlü…
Nalbant Kemal’in, sembolü çift gözlü heybe, işlik,
yelek, şalvar ve başındaki kırmızı beyaz dolaktı, Her şey şu reis denen adam
geldikten sonra kötüye gitmeye başlamıştı. Gündüzleri ağzının tadı, geceleri
ise uykuları, evinin huzuru tümden bozulmuştu. Belalardan kaçıyor, kaçıyor bir
o yana bir bu yana savruluyordu, nereye kadar kaçacaktı? Urfa’daki kutsal
Balıklı Göl’deki balıklar kadar adam olurdu Sümerbank Caddesi’nde. Kimi atını,
kimi Halep eşeğini getirip nallatırdı. Şimdiyse bir kovalamaca oynuyordu zabıta
denen iblislerle, sanki kan davalılarından kaçıyordu oysa kanları beş para
etmez adamlar köşeleri tutmuştu, bu memlekette. Halep eşekleri iri ve kar
beyazı renge sahiptiler. Torosların kardelenleri varsa Amik Ovası’nın da
kardelenleri bu eşeklerdi. Koyun sürülerinin önünde gider ve sürüye rehberlik
ederdi. Davar köpeklerinin bile yapmadığını bunlar yapardı, sürüyü ovanın bir
ucundan bırakırsınız bu eşekler sürüyü alıp sürünün sahibinin evine kadar
götürürdü. Dünyada bir Amik Ovası’nda, bir de Asya bozkırlarında olurdu.
Amik Ovası’nda sürüye alnı kırmızı boyalı ve mavi
boncuklu koçlar, Halep eşekleri rehberlik ederlerdi. Çobanların abaları, su
testisi ve yiyecek azıkları, her türlü eşyaları ne bulunursa bu kardelenlere
yüklenirdi…
Şakır, Şükür karabaş adlı kafası kırık kaymakam
ovadaki tüm Halep eşeklerini kısırlaştırmaya kalkmıştı. Bir gazeteci olayı
haber ajansına haber yapınca Ankara’daki yöneticiler kaymakamı uyarmış ve bu
işten zoraki vazgeçmişti. Ovadaki eşeklerin sahipleri ise bu duruma isyan
etmişlerdi. Adamın işi gücü yok ta eşeklerle mi uğraşıyordu, hem her canlının
yaşama hakkı varken eşeklerin mi yoktu?
Nesli tükenen bu hayvanların çoğalmasını sağlayacağına
kısırlaştırmak istemesi ilginçti. Gazete haberinden sonra kafası kırık kaymakam
bir gazetede kart zampara diye manşet yapılınca rezil, kepaze olmuştu. Kafası
çalışmayan, zekâ düzeyi düşük bu adam nerede basit işler var onunla uğraşıyordu.
Kafası bir domuzun kafası kadar büyük fakat beyni küçüktü. İşkembesi büyük bir
hayvandı işte, özellikle de kocaman kulak ve burnu, bir ayının ayakları kadar
büyük ayaklar, kocaman eşek tırnağı gibi tırnaklar, kıllı vidalı gibi duran
kollar, iğrenç bir görünümü vardı bu kırık adamın. Gazeteciler ve halk arasında
lakabı şakır, şükürdü, hayvanat bahçesinden kaçmış bir goril gibiydi. Vahşiliği
kadar da yobazlığı yüzünden okunurdu. Halep eşekleri bu ayının yanında dünya
güzeliydi, bunu kıyaslamak bile bu güzel eşeklere büyük hakaretti. İnsan
ırkının evrimleşmemiş hali bu adamda görülebilirdi. Bilim adamlarının bu adamı
keşfetmedikleri gözden kaçırdıkları kesindi, eğer bilselerdi bunu bir kafese
kapatıp önce laboratuvarda inceleyip, sonra da hayvanat bahçesine kafese
kapatırlardı. İnsan ırkının en adisi, çirkiniydi bu kafası kırık kaymakam…
Reyhaniye’de alış verişini yapan, işini gücünü
bitirenler Cüdeyde’ye gelip atlarını koşup köylerine gidiyorlardı. At
arabalarının kimisi tek kimisi çift atla çekiyordu. Kemal köylünün atları
getirdiği yöne baktığında at arabalarını gördü, birçok değişik cinslerde atlar
vardı burada.
Kemal hazırladığı malzemelere bir kez daha baktı her
şey tamamdı. Köylüye atı yere yıkarken yardımcı olmasını istedi, nasıl
yapacağını anlattı, tarif etti köylü anladım der gibi baktı, başını salladı
hafifçe, iri yarı bir aygırdı nallayacağı atta, acaba yere yıkabilecek miydi?
Yıktıktan sonra gerisi kolaydı, kim bilir belki de
zorlanacaktı, at başını havaya kaldırıp acı acı kişnedi ve ayağıyla yeri eşelemeye
başladı, Kemal, dur oğlum dur, höst, at başını bir aşağı, bir yukarı indirip
kaldırıyordu, sanki birilerinden kendisini kurtarması için yardım bekliyordu, kişnedikçe,
kişniyordu, iyice huysuzlanmıştı, bu kez kuyruğunu sallamaya başladı, yelpaze
gibi sallıyordu, sağrısının ortasından elektrik çarpmışçasına titriyordu. Orhan
ani bir hareketle üstündeki ceketini çıkartıp atın başına geçirdi, güya atın
rahat nallanmasına yardım edecekti, fakat Kemal buna kızdı ve bağırarak;
-Çıkar ceketi ammoo çıkart temelli dellenir at dedi. Kemal’in
elleri sanki sihirliydi sanki nice deli huysuz atları hipnoz yapıp nallayıp
salıvermişti ortaya, ovaya, çayıra, tarlalara, bu attan mı tırsacaktı sanki?
Atın başını, perçemini okşadı, sonra elini boynundan, gıdağına gezdirdi,
böğrünü, kalçasını, kuyruk ve budunu okşadı bir bir, at hipnotize ediliyordu, seans
başlamıştı, elini değdiği, gezdirdiği yerlerdeki seğirmeler, titremeler
kesiliyordu biranda…
Elinde tuttuğu ipi dikkatli ve usulca gevşetiyor veya
topluyor, geriyordu. Atı bir yandan okşayıp dururken, aniden atın ağzını açıp
burnun altına ağaçtan yapılmış olan yavaşçayı vurdu, bu aletle atın üst
dudağını kıstırmıştı. Kemal birden atın tüm dişlerini saydı, tam tamına kırk
taneydi dişleri, beyaz, parlak sağlam dişlerin arasında yeşil ot kırıntıları
vardı. Hızlı bir hareketle elindeki ipi atın arkasından dolanıp kuyruğuna
bağladı, tüyleri vişneçürüğü rengindeydi, iri gözleri, dikleşen kulaklar, ince
ve uzun bacaklar, güçlü pazılar, mermerden yontulmuş gibi duran dizler ve topuk,
mahmuz, pürüzsüz incikler, paşa, bukağılık ve toynaklar mükemmeldi.
Kemal usta, kuyruk tarafından ipi çekti hızlıca, atın
beli yaş söğüt dalı gibi eğilmişti. At kafesi kapatılmış vahşi bir hayvan
gibiydi, terbiyecisinin eline düşmüş kurtuluşu yoktu… İpi çektiğinde atın canı
yanmış sakinleşmişti, bir anda şimdi rahat duruyordu, her türlü önlemi
almalıydı atları nallarken yoksa canı yanan at birden ejderhaya döner ve
saldırırdı… Fırsat bulursa çifteler ve hatta ısırırdı, kurtulmak içinde her
şeyi yapardı, yeter ki fırsat bulsun.
İnsan ne kadar doğaya ve canlılara egemense, baş
edemediği boyun eğdiği hayvanda bulunurdu, elbet. Bir zamanlar vahşi doğada
özgürce dolaşan yaşayan, kişneyen, üreyen atlar insanoğlu tarafından altmış
milyar yıl önce keşfedilmiş ve evcilleştirilmişti, yine de binlerce yıl almıştı
bugünkü sürece gelene kadar, Otçul memelilerin tek tırnaklı sınıfından olan at
aynı zamanda asil bir hayvandı. Atı ilk keşfeden insanoğlunun milliyeti
bilinmese de o zamanlar insanlar vahşi birer yaratıklardı, ussal bilince
ulaşmamışlardı henüz nalın ilk olarak Altay bozkırlarında keşfedildiği
araştırmalarda ortaya çıkmıştı, günümüzde atların toynağını korumak için
çakılan nal, asırlar önce nalça olarak akarsuları geçmek için kullanılmıştı. Atların
ayaklarına tahtadan çarıklar geçirilmiş, sonradan ise ayağına nal çakılmaya
başlanmıştı. Yüz binlerce yıl sonrasında nalı Gabyalılar, ince sırımları
keserek bağlamışlar, Romalılar ise, atın toynağını korumak için, sandallar
yapmışlar ve böylece yıllarca kullanmışlardır. Hz. İsa’nın ölümünden tam dokuz
bin yıl sonra, mıhla ayağa çakmak keşfedilmiştir. Bir küçücük mıh bile
insanoğlunun en büyük buluşlarının başında geliyordu, o çağlarda, şimdilerde
ise insanlar bunları buluşlar kitabından okuyup, öğreniyorlar. Atlar tarihe
geçen kanlı savaşların başındaki birçok komutanın ve kralın, taşıyıcısı
olmuşlar, bu nedenle oku, mızrağı ve kılıç darbesini yiyen atlar olmuştur. Atın
üzengisini Çinliler bulmuş, eyer ve koşumları tunç çağının eserleridir. Ata
binmede İranlılar ve Türkler en usta ulus olarak bilinir.
Göçebe yaşayan Hiksoslar bugün ki Mısıra atla ve
arabayla gelen uygarlığın ilkleriydiler. Tek at savaş arabasına koşulmuş ve
tekerleklerine de keskin kılıçlar takılarak savaş meydanlarında insanlara karşı
öldürücü bir silah olarak kullanılmış ve nice canlar yok edilmişti…
Özellikle Mısırlılar ve Hititler arasında yapılan bu
tür ilk savaşta atların çok büyük rolü olmuştu uzun bir süre yenişemeyen iki
ordunun komutanları tarihi “kadeş anlaşmasını” yaparak barışa kadeh kaldırmışlardı.
Kadeş anlaşması dünyanın ilk yazılı anlaşması olması nedeniyle tarihi bir önem
taşımakla birlikte, uygarlığa, barışa giden yolu açmıştır.
M.Ö. 1274 tarihinde II. Ramses ile Muvattalli arasında
Suriye’nin Kadeş şehri önünde büyük bir meydan savaşı yapılmış ve Kadeş Barış
Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Bu antlaşmaya bağlı olarak II. Ramses savaştan
önce aldığı yerleri boşaltmış, Kadeş Şehri Hititlere kalmıştır. Kadeş Barış
Antlaşması sırasında orduda çıkan bir isyanda, Muvattalli öldürülmüştür. Antlaşma,
onun yerine geçen III. Hattuşili tarafından imzalanmıştır. (M.Ö.1269) Bu antlaşma
dünya tarihinde eşitlik ilkesine dayanan en eski antlaşmadır. Antlaşma çivi
yazısıyla gümüş plakalar üzerine Akadca olarak yazılmıştır. Ayrıca Kralın
mührünün yanında Kraliçenin mührü de vardır. Bu antlaşmanın gümüş levhalara
kazınmış olan asıl metinleri kayıptır. Mısır’da tapınakların duvarlarına
kazınan antlaşmanın bir nüshası da, Boğazköy (Boğazkale) kazılarında kil tablet
olarak bulunmuş olup İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.
Kadeş anlaşması kimi tarihçilere göre Suriye’de
yapıldığı yazılırken, kimi tarihçilerde bu anlaşmanın bu günkü Hatay, Reyhanlı
ilçesi sınırları içerisinde kalan Alalah (açana) da yapıldığını
savunmaktadırlar. Hititlerin öncelikli şehri olan Alalah o zamanlarda Hitit
uygarlığı için önemli bir merkezdi. Anadolu’yu ilk gelen uygarlık olma
özelliğini taşıyan Hititlerin Amik Ovası’nda yüzlerce arkeolojik ve tarihi kalıntıları
bulunmaktadır…
Çinliler tek atların yerine daha çok sayıda atı altılı
ve sekizli olarak koşmuşlar ve kullanmışlardı. Tuna ovalarında atlar nallanmış,
arabalara koşulmuştu. Taa o günden günümüze kadar gelmiştir, bu zanaat Barut, cam,
matbaa, tekerlek, araba, gemi, uçak, buharlı tren, bilgisayar, cep telefonu
gibi nice teknolojik yeniliklere insan imza atmasına rağmen atı ve arabayı
tarih sahnesinden ne yazık ki silememiştir ve bu gidişle silmeyecek gibi
gözükmektedir. Yolda kalan, Son model arabaları atların ve at arabalarının
çektiklerini gören insanlar bunun ne kadar gerekli ve zorunlu olduğunu usundan
çıkarmıyor olsa gerek…
At ve araba insanlığın hizmetinde milyarlarca yıl
olmuş ve olmaya devam edecektir elbet, dünyada birçok ulus atlar yetiştirmiş
ancak-Macar, Leh, Kazak, Çerkez, Arap, Türk, Nemçeli, Rus, Alman, Tatar, Fransız
atları gibi ünlü olamamışlardı. İnsan ırkından da soylu olan bu atlar, halen
yarışların, ırkların, gözdesi olmayı sürdürüyor olsa gerek. Her at ırkıyla, insan
ırkının gizli ve ortak bir özelliği olsa gerek…
Kemal usta, atın ön ayaklarından işe başladı. Uzunca
bir bismillairrahmanirahim çekti ve sol ayağını havaya kaldırıp, bir çiviyle
çamurlarını, temizledi iyice, eğilip yerden kerpeteni aldı, nala çakılı olan
mıhların uçlarını bir bir doğrulttu sonra ise çekiçle mıhları iyice dik hale
getirdi. Mıhlar paslanmıştı, kerpetenin ucuyla altı mıhı ustalıkla birer
hamlede çekip bir bir otların üstüne attı. Eski ve kırık olan nal ortaya
çıkmıştı, eskimiş olan nala göz ucuyla bir bakıp onu da attı. Şimdi atın çıplak
toynağı ortaya çıkmıştı, toynağı kerpetenin ucuyla temizlemeye çalıştıysa da
temizleyemedi, yere attığı eski nalı tekrar eğilip aldı ve kurumuş, yapışmış
çamuru temizlemeye başladı, iyice temizledikten sonra elinin içini toynağa
sürdü, kontrol etti, şimdi dümdüzdü, tavuk eti gibi bembeyazdı toynak. Kerpeteni
ve çekici ayağının dibine koydu gerektiğinde hemen alabilsin, atın sol bacağını
eklem yerinden hafifçe büküyor ve öyle çalışıyordu. Kemal usta ceketinin cebine
daha önceden yerleştirdiği nallardan bir tanesini elini sokup çıkardı ve
toynağın üstüne koydu, tam oturtmamıştı nalı çekip yerini yontacakla biraz
yonttu, işini özenle yapıyordu, attan en ufak bir ses, hareket yaşam belirtisi,
işareti dahi yoktu.
Kemal işini bir zanaatkâr inceliği ile yapıyordu. Toynağı
iyice yonttuktan sonra nalı üstüne oturttu şimdi tam oturmuştu. Ağzına aldığı
mıhlardan birisini eliyle çekip aldı, nalın üstündeki deliğe denk getirdi ve
göz kararı ile çekiçle birkaç darbe indirdi mıha, mıh toynağın içinde birden
yitip gitmişti sadece dört köşe başı kalmıştı açıkta, at huysuzlanır gibi
olduysa da elindeki ipten hafifçe çekince atın kıpırtısı kesildi. Ata gözdağı
vermek için ara sıra ipi çekip canını yakıp, tekrar geri bırakıyordu ipin ucunu,
bu da uslu dur mesajıydı. Diğer dört mıhı peş peşe çaktı ve uçlarını hafif bir
kavis verdi, sırayla büktü. Yerden ağaç takozu alıp, toynağın arkasına koyup
çekiçle tekrardan vurdu, çelikten yapılma paslanmaz mıhlar yerine iyice
oturmuştu. Çekici yere atıp törpüyü aldı ve tırnağın kenarlarında kalan
çıkıntıları iyice törpüledi. Ata ünlü bir kuaför manikür yapıyordu sanki at
gayet sakindi, atı ürkütecek en ufak bir hareket yapmıyor ve köylünün de bir
şey yapmasına izin vermiyordu. Köylü Orhan hemen yanında sağır ve dilsiz bir
adam gibi sadece seyrediyordu, hiçbir şeye karışmadan.
Nala çakılan mıhlar Maraş’tan geliyordu, buradan ise
Hatay’ın, tüm ilçelerine dağılıyordu, hemen hemen her yerde at ve arabalar
mevcuttu, ilin birçok yerinde nalbantlar vardı. Hataylı Antakyalı demirciler
artık nal ve mıh yapmıyorlardı. Şimdilerde zanaatkârları Antakya bıçağı ve
satır, tahra, kazma, balta, nacak türü el yapımı aletlere yönelmişti. Teknolojide
değiştikçe her şey fabrikalarda seri olarak üretiliyordu. Zanaatkârlar iş
yerlerini kapatıp, başka mesleklere yöneliyordu, dükkânlar tezgâhlar bir bir
kapatılıp, künefeci, peynirci, market gibi yerler açılıyordu. Baba meslekleri
bir köşeye atılıp çok para getiren işlere yöneliyordu zanaatkârlar…
Kapitalist sistem, el zanaatlarını piyasadan
acımasızca silip süpürüp atıyor ve seri üretimlerle bu ata mesleklerini
tarihten siliyordu, çok az usta bu koşullarda mesleğini sürdürebiliyordu.
Antakya ustalarının yıllardır yaptıkları mesleklerden olan dokumacılık,
bakırcılık, kalaycılık, semercilik, ahşap oymacılığı, dericilik gibi zanaatlar
terk ediliyordu, bunun yanı sıra ayakkabıcılık mesleği gelişmişti, herkes
zanaatını terk edip ayakkabıcılık öğrenmeye başlıyordu, Roma uygarlığından
kalma bir zanaat olan dericilik, ayakkabıcılık, köşkerlik son yıllarda iyice
gelişiyordu. Antakya’nın ustaları gerçekten marifetli ustalardı. Bir taşı bile
ustalıkla işleyip ona şekil, biçim verirdi. Taş oymacılığında ünlüydü Antakyalı
sanatçılar, özellikle Harbiyeli ustalar mozaik, heykel ve sikke alanında
ünlenmişlerdi. İpekçilik alanında ise Harbiyeli kadar, Samandağlı ustaların
namları ülkenin her tarafına yayılmıştı, değişen ve gelişen ülke, dünya
ekonomisine göre meslek yaratmaya başlamıştı Antakya’nın zanaatkârları, yoksa
aç kalacaklardı.
Antakya’da bu tür el zanaatlarını yapanlar atalardan
öğrenmişti her şeyi. Çocuklar daha küçükken babalarının yanında çalışır ve
mesleği öğrenir ve bir sonraki kuşağa öğretirdi. Şeytani bir zekâya sahip olan
Antakya zanaatkârları, yaratıcı, farklı bir özelliğe sahiptiler. Antakya’nın
insanı hem akıllı, hem ince bir zekâya, hem şeytani özelliğe sahipti. Bir Japon
zekâsı kadar gelişmiş, pratik bir anlayışa sahipti. Değişik dil, din ve ırktan,
mezhepten olan bu insanlar ne farklılıkları bir arada barındırıyorlarsa, öyle de
üretirdi. Her zaman dostluk ve barış içerisinde yaşamayı temel bir ilke olarak
kabul eden ve ona göre geleceğini biçimlendiren, planlayan insanlarda zanaatkâr
ahlakı gelişmiş, evrensel ticaret anlayışını, uygarlığı kavramıştı.
Yüzlerce yıldır birlik ve beraberlik, kardeşlik
içerisinde yaşayıp giderlerdi. Böylesi bir mozaik barındıran çok az il, ülke
vardı yeryüzünde, camiler, kiliseler, havralar yan yanaydı, güneş herkes için
doğardı bu kentte. Sevgi ve hoşgörü burada bir yaşam biçimi, felsefesi olmuştu,
yabancı insanlar bunları anlatırken bile inanamazlardı, ancak buraya bizzat
gelip görüp, tanık olduklarında inanırlardı. Dostluk, barış, sevgi ve hoşgörü,
uygarlıkların kentiydi Hatay, Samandağ, Reyhaniye, İskenderun, Dörtyol,
Kırıkhan, Belen, Erzin, Yayladağı, Altınözü, Hassa, Kumlu ayrı ayrı tatları,
lezzetleri, dil, din, ırk, mezhep ve düşünce, inançları barındırıyordu.
Gökkuşağı kadar renkli ve canlı olan Hatay’daki
uygarlık anlayışı binlerce yıl öncesinde kurulmuş ve halen günümüzde sürüyordu,
kim bilir daha kaç bin yıl sürecekti bu birliktelik, kardeşlik…
Dünyanın en eski kentlerinden birisi olan Antakya, Hatay
tarihte kaç kere depremler, savaşlar, sellerden yıkılmış ve kısa sürede tekrar
kurulmuştu. Yıkılmayan ise birlik, kardeşlik, dostluk temelleriydi. Birçok
uygarlık kalıntıları halen ayaktaydı, St. Pierre kilisesi, Habib-i Neccar Cami
kentin hoşgörü sembolleriydi.
Nalbant Kemal’in, kullandığı nallar Maraş ilinden
geliyordu. Maraşlı Sümbül lakabıyla tanınan Zeki Sarı’nın marifetleriydi, emeğiydi
bu nallar ve mıhlar. On ikilik demirlerden yaptığı nallar, bu bölgede çok
tutuluyordu. Kimi zamanlar olurdu ki Zeki Usta Hatay’a nal yetişmez olurdu. Böyle
zamanlarda İstanbul’dan nal siparişi verilirdi zorunlu olarak. Zeki Ustanın
zanaatkârlığı dillere destandı. Ocağı yakıp nar gibi edinceye kadar körük çeken
çıraklardan sonra iş Zeki Ustaya düşüyordu. Eline aldığı demirlere öyle bir çekiç
sallardı ki ezim ezim olurdu. Tren raylarının altında kalmışçasına yamyassı
olurdu. En yola gelmez demirleri bile istediği şekle sokar, maşayla ucundan
tutup dansöz gibi oynatır, bir o yana, bir bu yana döndürür, daha sonra ise
soğuması için su varilinin içine bastırırdı. Bastırmasıyla cossss sesi çıkar ve
tekrar soğuyan demiri çıkartıp ateşin içine yatırır tekrar tekrar döver döverdi
çekiçle, örsle, keskiyle, maşayla evire çevire yaptığı nalların üstüne de
“Sümbül Usta” mührünü basardı sıcak iken. Her bir aletin bir görevi vardı, bunlar
demire boyun eğdirenlerdi. Sümbül usta Maraş yazısını gören ve okuyan
nalbantlar, hırdavatçılar malın iyi olduğunu anlar, tereddüt bile etmezlerdi. Bu
isim aynı zamanda nalbantlara bir dost selamıydı, sıcacık alın terinin,
emeğinin olduğu Sümbül Usta hiç tanımadığı nalbantlara bir selam gönderirdi bu
demir parçasıyla.
On ikilik demirler ustasının önünde eğilen çıraklar
gibiydi. Sümbül ustanın eğemediği, söz geçiremediği bir demirde daha yoktu, en
maşaya gelmezini, boyun bükmezini ezim ezim ezmiş, sıraya, iplere dizmişti
Sümbül usta, nalların kenarlarına özel olarak açtığı yarıklarda ustanın
marifetiydi. Bu yarıklar atların ayaklarının kayıp ta düşmesini önlüyordu…
Kemal usta, atın diğer ayağını da nallayıp birkaç
dakika içerisinde nallayıp bıraktı, Attan hiç ses çıkmıyordu. Bazı nalbantlar
atları nallar iken olmadık, akla gelmedik işkenceler yapardı. Bundan dolayıdır
ki atlarda nalbantları, çiftelerdi nalbantların kafalarında, kollarında
göğüslerinde kırıklar oluşur, kimi de ölürdü. İşinin ehli insanlar, nalbantlar
bunları yaşamazdı. Kemal’in insancıl yanı olmakla birlikte hayvanları severdi,
büyük bir hayvan sevgisi yaşatırdı içinde, babasından, dedesinden öyle görmüş, bellemişti.
Atları severek, isteyerek, okşayarak nallıyordu…
Kemal yoksulluktan ve suskunluktan herkesten, hatta
yaşıtlarından dahi olgunlaşmıştı. Kimsesizlik, yoksulluk insanın alnında bir
soğuk damga gibiydi uzaktan bakıldığında eğreti yamalık gibi sırıtan, yaşadığı
ömür boyunca çıkmayan.
İki nalı çekip bitiren Kemal, atın burnundaki
yavaşçayı usulca çıkartıp malzemelerinin yanına fırlattı. Yavaşça atın burnunu
kıstıran ve ona çok büyük acılar yaşatan bir aletti. Burnu ve kuyruğu atın en
hassas yerlerinden birisiydi.
Kemal kendisini otların üstüne attı ve bir sigara
sardı, yaktı ve tabakayı da Orhan’ın önüne sürdü. Terlemişti, elinin tersiyle
alnını ve yüzünü, ensesini sildi. Atta biraz huzursuzluk vardı, ancak Kemal
anlayamamıştı nedenini ağzında sigarası, ayağa kalkıp tekrar nalları, mıhları
bir bir kontrol etti, her şeyde normaldi oysa Allah Allah dedi içinden. Bazen
hatalı bir nal ve mıh atın çıldırmasına, saldırmasına, dellenmesine neden
olurdu. Atlar nallandıktan sonra birkaç gün içinde ayakları acır ve topallardı.
Ancak nalın üzerine bastığında anlaşılırdı, tıpkı uygun bir ayakkabı giymeyen
insanın ayağını nasıl ayakkabı vurur, acıtırsa nalda ilk günlerde, saatlerde
acıtırdı. Nallar iyi çakılmışsa, kaliteli malzeme kullanılmışsa altı ay veya
bir yıl dayanabilirdi, en ufak bir nal kırığı bile atın yürümesini, koşmasını
engellerdi…
Orhan atın ipini elinde sıkıca tutuyordu, fakat
birazda olsa ipi gevşetmişti, ipi bacağına dolayıp, sigarasını sarmıştı, ne olur,
ne olmazdı, önlem almak gerekirdi. Aniden bir kısrak görse, bu aygır kişner ve
zapt olmazdı. At böylesi durumlarda Köroğlu’nun atı olurdu. Yavaşça vurulan
yerde tam atın dudağının sinir uçlarının toplandığı bir yerdi. Bundan dolayı at
zoraki olarak kuzulaşırdı, aksi olunca canı çok yanardı…
Doğu köylerine giden yol kervan yolu gibi işlekti.
Taksi, kamyon, TIR, at arabaları, yayalar, hatta koyun sürüleri bile bu yolu
takip eder ve köylerine gider gelirdi…
Hele motosikletler köy yolunu tenha bulmuş yarış
ederlerdi birbirleriyle… Yoldan gelip geçenler meraklıydı, durup atın
nallanmasını seyrediyorlar, bakıyorlardı ustaya…
Kemal usta sigarasını içip bitirdikten sonra
izmaritini toprağa bastı, fırlayıp ayağa kalktı. Köylünün bacağına dolanmış
ipin dolaşığını açtı, köylüde ayağa kalktı. Usta atın arka ayaklarının ikisinin
eklem ve kaval kemiğine gelecek bir şekilde sıkıca bağladı, ipin ucunda ön
ayağından dize gelecek şekilde geçirdi, kalktığında ise yavaşçayı tekrar
vurmuştu, yavaşçada nalbantların hayat sigortasıydı. Atı ancak böyle zapt
edebilirlerdi.
Kemal güçlü ve çevik birisi olmasına rağmen yine de
her türlü önlemi alıyordu. Dedesinden, babasından dinlediği atların vurduğu
çiftelerini hikâyelerini unutmuyordu. Şimdiye kadar bir tekme dahi yememişti, şükür
ancak atların ne yapacağı belli olmazdı…
Kemal atın ön ve arka ayaklarına bağladığı ipin ucunu
aniden çekip ayakta duran atı omuz darbesiyle yere yıktı ve üstüne çullandı. Bunu
gören atın Orhan’da yardımda bulundu ve oda çöktü. At iri ve güçlü olduğu için ancak
yerde nallayabileceklerdi. Arka ayaklarını zayıf olan atları yerde
nallayabilirdi Kemal arka ayakları bağlı hiç yere yıkmadan ayakta
nallayabilirdi arka ayaklarının bağlı olduğu ipi daha sıktı, sonrada ön
ayakları, birkaç dakikanın içinde soluk soluğa kalmışlardı, ipin ucu elinde
derin bir soluk aldı ve atı yan böğrünün üstüne yatırdı. Biraz önce sıktığı
ayaklarından hafifçe gevşetti, diğerlerini de iyice sıktı, at aldığı derin
soluklardan yerdeki otları dalgalandırıyordu. Boğazı sıkılıyormuşçasına soluk
alıp veriyordu, biraz da olsa canı yanmıştı, ancak yapacak bir şeyde yoktu,
sürekli yerde çırpınıp duruyordu, ama yapacak bir şeyde yoktu, insanoğlunun
eline düşmüştü bir kere yere yatırılan atında tüm cinsel organları ortaya
çıkmıştı…
Kemal Usta, atın karın bölgesine yapışmış kalmış
keneleri gördü ve elini vurmadan kerpetenle tutup kopartıp, kopartıp attı yere.
Dikkatlice kopartıyordu, kopartıp attığı keneleri yerde ayağının ucuyla eziyor,
öldürüyordu, uzun bir süre atın karın bölgesinde yaşadığı belli olan bu
asalaklar, emdikleri kandan sonra irileşmişlerdi. Aç bir çocuğun anasının
memesini emdiği gibi atın kanını emim somurmuştu bu keneler. Reyhaniye cücükcüleri
halkın kanını böyle emiyorlar, servet sahibi oluyorlardı. Atın ipini biraz
gevşetti, bu şekilde at depreşmeyi bıraktı.
Kemal, atın arka ayağının birisini tutup nallarla
üstünü temizledi. Mıhların ucunu bulmaya çalıştı, elindeki kerpetenle bulduğu
mıhların uçlarını yukarı kaldırdı, hepsini bulduktan sonrada yine aynı hızla
söküp söküp attı yere. Arka ayaklarına daha bir özen göstermesi gerekiyordu. Kemal’in
yanlış vuracağı bir mıh atın dellenmesine neden olacaktı, böyle durumlarda at
sahibine etmediğini koymazdı, önüne geleni çiftelerdi. Sabahlara kadar kişner
durur, dağ taş koşmuş gibi ak köpükler içinde kalırdı. Ön butları bacak
aralarına kadar Atın kuyruğuna bağladığı ipte iyice kısalmıştı ama ucunu da
bırakmıyordu. At ise yekinip kalkmak için hamlelerde bulunuyordu, işte o zaman
Kemal usta yavaşçayı hafifçe çekip bırakıyordu.
Atın en çok canının yandığı bir diğer bölgede karın
bölgesiydi, buradaki sinir uçları hassastı, arabacılar genelde kamçıyı bu
bölgeye vururlardı ki at hızlansın ve tırısa kalksın diye biniciler atların en
hassas yerlerinin olduğu bölgelerin yerlerini iyi bilir ve oralara vuruşlarda
bulunurdu.
Orhan’ın eşi ve çocukları olayı uzaktan izliyordu.
Atın hareketine göre ya yüzleri buruşuyor veya gülüyordu. Ancak şimdiye kadar
hep atın üzüldüğünü görmüşlerdi, Ayağa kalkınca onlarda rahatlıyorlardı sanki
sinirleri gerilmiş bir vaziyette onlarda arabanın gölgesinde oturuyordu,
gözlerini biran bile olsa ayırmıyorlardı, oradan sabırsızlıklarının nedeni atın
nallanması değil, akraba ziyaretine gidecek olmaları ve alış veriş
yapacaklarıydı…
Her zaman mı Reyhaniye’ye geliyorlardı ki! Köyden
getirdikleri üzüm, yemiş, nar, tuzlu yoğurt, peynir gibi yiyecekleri arabanın
gölgesine koymuşlar ve üstünü örtmüşlerdi, üzümün, yemişin üstleri kendi
ağaçlarından kopartılan yapraklarla örtülmüştü.
Doğu köylerinin zeytinleri meşhurdu, siyah renkte, mor
renkte olan yemişler ise baldan, kaymaktan, baklavadan da daha tatlıydı, tadına
doyum olmazdı. Gün boyu üzerlerinde arılar, kuşlar eksik olmaz dolaşır, tadına
bakarlardı, köylüler bu yemişlere “Lokma” derdi yol kenarından gelip
geçenlerinde azığıydı bu yemişler, gelen, geçenler de mutlaka tadına bakardı bu
yemişlerin, ne de olsa göz payı olurdu görenin.
Reyhaniye doğu köyleri bolluk ve bereketin olduğu
yerlerdi Suriye tarafında kalan akrabaları tel örgülerinin arkasında, karşıda
yaşarlar, yılda ancak dini bayramlarda iki kez giderler ve akrabaları onlara
gelirdi, karşılıklı olarak devletlerin izin verdiği ziyaretlerde bulunulurdu.
Cilve gözü sınır kapısından geçip, Babül-Havaya ulaşıp,
oradan da Suriye’ye giderdi köylüler, oradan hangi şehirde akrabaları varsa
oralara giderlerdi, kimisi Halep, Şam, İdlip, Hama, Humus gibi yerlere giderler
ve dönerlerdi.
Akrabalarına giderlerken onlarca hediyeler götürürler,
oradan çay, şeker, sigara getirirlerdi. Kimileri de Yayladağı’ndan ziyaret için
geçerlerdi. Suriye devletine, Urfa’ya kadar sürerdi bu bayramlaşmalar.
Nalbant Kemal tüm bu yaptığı iş için topu topu on iki
lira para alacaktı, bu zahmete ve riske karşılık, bir doktor gibi ameliyata
girmiş ve başarılı olarak çıkması gerekiyordu…
Cüdeyde Gölü’nün yaz mevsiminde suyu iyice azalır,
çekilirdi, kışa doğru tekrar eski düzeyine ulaşırdı. Bu suyun ana damarının
Suriye’den geldiği halk arasından yaygındı. Reyhaniye’deki Yenişehir Gölü de
yazları su seviyesi iyice düşerdi. Belediye reisi gölün suyunu boşaltıp
kepçelerle gölü kazmış ve suyu başka bir yere kaçırmıştı, gölde su kalmamıştı
artık, gölün tabanında kocaman midye kabukları çıkmıştı, buda gölün yaşını
ortaya çıkartıyordu.
Göl eski özelliğini ve önemini yitirmişti reisin
sayesinde, iş yapayım derken gölü kurutmuştu, kendi bildiğinden bir milim dahi
şaşmayan bu adam tarihi gölü ve güzelliğini katletmişti. Artık şehre içme suyu
sağlayan pompalardan sular veriliyordu bu göle. Reyhaniye halkı isyan ediyordu
duruma ama yapacak bir şeyde yoktu artık. Dışarıdan gelenlerin ilk uğrak yeri
artık bir beton havuza dönüşmüştü, oysa ziyaretçiler bu gölün etrafına kurulmuş
restaurantlarda “Tuzda tavuk yenirdi, tuzda tavuk sadece Reyhaniye’ye has bir
yemekti, kilolarca tuzun içerisinde ateşte pişirilir ama ete bir gram bile tuz
değmezdi. Bu tavuğun mucidi Durmuş Ali Alkan’dı.
Yenişehir Göl Gazinosu olarak bilenen Reyhaniye’ye
yıllarca hizmet veren Alkan yaşlanınca işletmeyi başkalarına devretmek zorunda
kalmıştı. Tuzda tavuk bir tavuk harikasıydı, eşi ve benzeri olmayan tavuk
insanlara da lezzeti tattırıyordu.
Cüdeyde Gölü’nde sular akşamüstü, günbatımında rengi
değişir ve turkuaz renge dönüşürdü. Sihirli bir yapısı vardı bu gölün de, kimselerin
anlamadığı ve anlayamayacağı. Doğal olarak oluşmuş Cüdeyde mağarası başını delikten
çıkartmış adama benziyordu. Cüdeyde Gölü, Cüdeyde mağarası ve Cüdeyde höyüğü
bir aradaydılar ve yan yanaydı, komşuydular. Tell-Cüdeyde höyüğünün Türkçesi
“Altıntepe” anlamına geldiği için halkın dikkatini çekerdi, büyük bir uygarlık
anıtıydı.
M.Ö 4000-1100 yıllarında oluşturulmuştu. Büyük bir
uygarlık anıtıydı. Höyükte geceleri gizlice kazılar yapılırdı, kimi haremiler
vardı ki paslı kazmaları karnına vurup deşerlerdi höyüğü, canını yakar
incitirlerdi, son yıllarda korunması daha sıklaştırılmıştı, bundan dolayı
ayakta kalmayı başarmıştı, yoksa haramilere kalsa bir gecede talan edeceklerdi.
Cüdeyde höyüğünün bir benzeri, kardeşi eşi ve benzeri görülmemiş bir tarihi
katliama maruz kalmış ve Reyhanlı belediyesi tarafından tamamen yok edilmişti, sözde
haramiler buraya şantiye yapacaklardı.
Yıllardır mahkemelerde yargılanmalarına karşılık
yapılan bir şeyde yoktu, sanki asrın davası olmuştu, oysa amaçta belliydi zaman
aşımından davayı düşürmekti, suç belli, suçlular ortadaydı, vur ellerine
kelepçeyi gelsin adalet?
Haramilerde ellerini, kollarını Reyhaniye sokaklarında
sallayarak geziyorlardı. Bu höyükten yüklüce hazinenin çıkartıldığı ise halk
arasında söylenmekteydi dönemin belediye başkanı olan zatın hiç mi vicdanı
sızlamamıştı acaba?
Cüdeyde Höyüğünün tam karşısında bulunan ”Vadi
el-hamam”da bu uygarlığın başka bir parçasıydı, Hititler, Romalılar, Helenler
hepsi buralarda yaşamışlar ve kalıtlar bırakmışlardı.
Bu bölgeye “Güvercinler Vadisi” deniyordu Türkçede. Bu
vadiden girildiğinde Yenişehir mahallesinde bulunan “IMMA” kalesinden çıkıldığı
rivayet ediliyordu, İmma kalesi Roma döneminin en önemli yapılarından
birisiydi, orası çarpık yapılaşmanın kurbanı olmuştu, bir kişinin mülkiyetine
geçen kaleyi belediye başkanları satın alıp restore edip iç ve dış turizme
sunmanın yerine, yıkılmasını bekler olmuşlardı, tinerciler, ayyaşlar, serserilerin
mekânı olmuştu bu tarihi kale, tarih ve kültür bilincinden yoksun cahil, ırkçı,
önyargılı belediye reisleri bu memleketin rantına sahip çıkarlarken, tarihi,
doğal ve kültürel değerlerine sahip çıkmamayı alışkanlık haline getirmişlerdi, oysa
Reyhaniye turizmle dışa açılıp, sosyal ve siyasal yobazlıktan kurtulabilirdi,
köyden gelip elindeki değneği atıp belediye reisi olan adamlar yok değildi,
bunlar Halep eşeklerinden daha değersizdi.
Atın sahibi olan Orhan, Kemal’den de çok yorulmuştu. Sık
sık terini ceketinin yeniyle, elinin tersiyle, kolunun içiyle siliyordu, Kemal
ustanın kafası darmadağınıktı, kafasının içinden kovamadığı bir takım adamlar, şeytanlar
vardı, belediye reisi, zabıtalar, kaymakam daha kimler. Karşısına dikilmiş, duruyorlar
ve bir türlü gitmiyorlardı, özellikle de şu tahtası kırık kaymakam bozuntusuna
ne demeliydi ki? Bunlar evlerinde avratlarından bir tas su bile istemeye korkan,
burada ise Hammurabi kanunları çıkartan dürzülerdi, utanmadan, arlanmadan
köylünün atıyla, arabasıyla, ekmeği ile oynuyorlardı, reis denen dürzüye ne
demeliydi ki oy vermişlerdi en çok zoruna o gidiyordu, hadi siktir at kırık
kaymakamı elin adamı, gelir giderdi reis sana ne demeliydi, sen bu memleketin
çocuğu değimlisin?
Ulan reis sen hiç Reyhaniye ekmeği yiyip, suyu içmedin
mi acaba? Üç beş yıl Ankara’larda memurluk yapınca kendini bir bok mu
sanıyorsun ki; Ah ulan ahhhh, kulun olmadığı, Allah’ın bol olduğu yerde
yakalanacaksın ki mecelinen kulağını, Boynuzunu doğrayıp atacaksın kendin
kendisiyle cebelleşip duruyordu Kemal. Birden ağzından “İbin Şarmuta” küfrü çıktığında
yanında bulunan Orhan da şaşırdı, acaba kendisine mi söylüyordu, Kemal bunun
bile farkında değildi işine devam ediyordu aldırmadan, Orhan yine de hafif bir
tebessüm etti ustaya ipin ucunu gevşettiğinin bile farkında değildi Kemal.
Orhan hiçbir şeye karışmıyor sadece seyrediyordu.
Kemal’in kafası Amanos dağında geziyordu, gövdesi Amik
ovasındaydı ama avının peşine düşmüş bir şahin gibi dağlarda gezinmekteydi. Birden
bire kafasına bir şeyle vurmuşlardı sanki Antakya demircilerini ağır çekicini
yemişçesine gözünün önünde şimşekler çaktı, elinde tuttuğu ipi iyice çekti ve
olduğu yere oturdu kaldı. At bir anlık dalgınlıktan yararlanıp, silkinip ayağa
kalkmak istemişti o anda atın ayağı ustanın şafağına değmişti, hafifçe
değmesine rağmen kanamaya başlamıştı kafası.
Orhan hemen Kemal’in elindeki ipi alarak iyice çekti
ve atın üstüne oturdu, diğer taratanda ata “höst höst” diyerek sakinleştirmeye
çalıştı, telaşından da ne yaptığını bile bilmiyordu, köylünün hanımı çocukları
atın vurmasını görmüşler ve koşarak yanlarına gelmişlerdi, Kemal yediği
tekmenin etkisi ile gözlerini açmak istedi ama açamadı, eli şafağında otların üstüne
yığıldı kaldı, bayılmak üzereydi, elini şalvarının cebine attı telaşla ve
cebindeki mendili çıkartı ve kanayan yere bastırdı, halen başı topaç gibi
dönüyordu, kendisini kaybetmemek için çaba gösteriyordu, yerde yatan atın
çekilen ipten dolayı karın bölgesine elektrik vermişçesine seri bir şekilde
titriyordu, tir tir titreyen atın karnı seğiriyordu…
Orhan’ın karısı arabanın yanından kaptığı bir bidon
suyu Kemal’in başına boşalttı, başı öyle kanıyordu ki sanki başının üstünde
meşe kömüründen bir mangal yakılmıştı, közleri başının üstüne dökülmüşçesine
yanıyordu…
Kemal, erkekliğe bok sürmemek içinde ne bağırıyor,
nede sızlanıyordu.
Köylü Orhan hanımına bağırdı ve yanına gelip, ipin
ucundan tutmasını söyledi “Teal, teal, inte ismet alhabil ana zahibli ara al
usta” diye seslendi karısı da ona “temam, temam, asraı ol raçil haymuut ısrra
raçann, tamam tamam çabuk ol adam iyi değil ölüyor.” demişti.
Kemal usta, telaşı duymuştu, daha fazla telaşa gerek
yoktu “yok bir şeyim iyiyim, iyiyim, birazdan kalkarım, biraz dinleyim hele” dedi.
Köylünün rengi atmıştı, oda korkmuştu eşi bir şey olmasın istiyordu garibana…
Zor zanaattı nalbantlık? Atın ne yapacağı belli
olmuyordu, bu kez hafiften sıyırmıştı, eğer çiftesini yemiş olsaydı öldürürdü veya
sakat bırakacaktı, buna bir şükürdü Kemal’e göre. Birden babasından, dedesinden
dinlediği çifte yeme hikâyelerini gözünün önüne getirdi, ses hızını da hepsi
gelip geçti. Her hikâyesinin birer gerçek olduğuna yediği ilk darbe ile daha
iyi inanmıştı… Bir keresinde Reyhaniye’li nalbant döşüne yediği çifteyle önce
havaya savrulmuş ve daha sonra olduğu, düştüğü yerde ölmüş kalmıştı.
Kemal, yıllardır nalbantlık yapıyordu ama ilk defa
böyle bir darbeyle karşı karşıya kalmış ve yaralanmıştı. Yattığı yerden
doğruldu elindeki mendil kızıl kana bulanmıştı, suyla tekrar yüzünü ve başını
yıkadı, mendili yıkayıp tekrar sıyrığın üstüne koydu, sıyrıktı ama koca atın da
ayağı, değmiş, sıyırmıştı. Şafağından bir parça deri de sıyrılıp kalkmıştı
yediği darbeden dolayı başında sarılı olan dolağı düşmüştü. Yerden aldı çırptı,
ne yaptığını bilmiyordu, bilinçsizce yapıyordu yaptıklarını da…
Orhan tütün tabakasını acele açıp tek eliyle bir avuç
tütünü Kemal’in şafağına bastırdı, Keskin bir acı hissetti, içini çekti ve
mendili iyice yarının üstüne bastırdı, tütün kanı bir sünger gibi emmişti. Kemal’in
elinden dolağı aldığı gibi başına sardı, sıkıca çekti, kadın Kemal ölecek diye
korkuyordu, eşinin elindeki ipi oda çekmişti, çektikçe çekiyordu bilinçsizce. Kemal’in
gözlerinin önü kararıyor, gece karanlık bir korkuya dönüşen “Amik Ovası” gibi
olmuştu. Her şeyi çift görmeye başlamıştı, şafağından akan kanlar göz çukuruna
dolmuştu, tekrar yüzünü gözünü yıkadı, gözlerini açtı kapadı, biraz daha iyiydi,
kan tütünün etkisi ve dolağın sıkıca sarılmasıyla birlikte durmuştu.
Orhan “Ammoo hastaneye götürelim” dedi Kemal’e ama Kemal,
bir şey olmaz iyiyim dedi ve gitmek istemedi. Gidip rezil olmak da istemiyordu
doğrusu, milletin diline düşmektense Afrine düşüp ölmeyi tercih ederdi, ne
derlerdi sonra “bak bizim baytar Hasan’ın torunu at nallarken kafasını, gözünü
dağıttırmış, bilmiyorsan bu işi başkası yapsın demezler miydi”, hele zabıtaları
hiç mi ama hiç sevindirmek istemiyordu, şarmutaları…
Kemal yerde yatan aygırın burnundan kan geldiğini
gördü, acaba yanılıyor, doğru görmüyor muydu, gözlerinin önü, puslanıyor, sonra
tekrar açılıyordu, yanındaki Orhan’a sordu o da kanadığını görmüştü, burnundan
kanlar akıyordu. Kemal burada, aygırda yattığı yerde yaralanmıştı, Kemal
aceleyle kalkıp atın yanına gitti ve başını okşadı, yavaşçayı gevşetmek için
Orhan ve eşinin elinden ipi çekip aldı. Atı aygırın yelesinden boynuna doğru
kayıyor okşuyordu. Yerden bir tutam yeşil ot kopartıp atın kanayan burnunu
sildi ikinci ket ot kopartıp dağılan kanları tekrar sildi, bayağı kanamıştı
atında burnu üzüldü birden kendisini ve yediği darbeyi unutmuştu, ata
odaklanmıştı.
Öyle duygusal birisiydi Nalbant Kemal. Orhan’ın
hanımına, Bacı ipi çok çekmişsin dedi üzgünce, karşısındakini de kırmak
istemeyen bir tarzda… Orhan anında “bir şey olmaz usta hayvan değil mi, gebersin
nolur ki? Yeter ki sana bir şey olmasın” dedi. Kemal, yerdeki çekice baktı ve
eğilip aldı, son nalı o yaralı haliyle çakıp bitirdi. Rahatlamıştı, işini
bitirmiş huzura kavuşmuştu, şimdi mutluydu. İşte toynağı itina ile törpüledi ve
atın kuyruğundaki ipi çözdü, ön ve arka ayaklarındaki ipi çözerek atı serbest
bıraktı. Atın ipinden tutup ayağa kaldırmak istedi ama at bağlıymış gibi
kalkmak istemedi.
Kemal, Haydi oğlum kalk dedi ve ayağa zorla kaldırdı,
olanlara köylü ve eşi, çocukları hayretle bakıyorlardı. At ayağa dikildiğinde
ön ve arka ayaklarını bir bir kontrol etti, sol ayağının kenarında hafif bir
parça kalmıştı, onu yontacakla aldı ve törpüledi bıraktı yaptığı iş içine
sinmişti, ipin ucundan tutup çayırda gezdirmeye başladı, nallar atın ayağına
alışıyordu at önce törende kaz adım yürüyen bir asker gibi yürümeye başlamıştı,
ancak kısa süre sonra adımlarını düzeltti ve ağır ağır nalın üstüne basmaya
başladı adımlarını daraltıyordu, ayakları ağırlaşmıştı buna alışması gerekiyordu,
böyle bir müddet atı yürütmeye başladı atı alıştırıyor, at aniden direndi ve
olduğu yerde kaskatı kesildi arka ayaklarını dikçe açarak işemeye başladı, uzunca
işedi, sarı renkte ve bira gibi de köpüklüydü sidiği, tümünü boşalttı, rahatlamıştı
tüm çektiği acılarda son bulmuştu… İşediği daireler gittikçe büyüdü ve
bittikten sonra da dönüp eğildi ve sidiğini uzunca kokladı, dudaklarını sırıtır
gibi açtı başını yukarıya kaldırdı, bunu birkaç kez yaptı ve sonra yürüdü…
Kemal önde at arkasında gölün kenarına kadar
yürüdüler, At sakinleşmişti, sanki başka bir at nallanmıştı, nallanan kendisi
değildi az ilerisinde yayılan atları gördüğünde uzun uzun kişnedi “İnyaaa, inyaaa”
ön ayaklarıyla bir yandan taze toprağı eşeliyor, sanki bir şey arıyordu. Her
ayağını kaldırıp indirdiğinde ayağındaki nallar ayna gibi parlıyordu, atın
sağrısını okşayan Kemal atın üstüne yapışan kuru otları temizledi. Atın hoşuna
gidiyordu sevilmek, okşanmak…
Tüyleri tertemiz olmuştu, vişneçürüğü tüyleri güneşte
parıldıyordu… Usta yediği tekmeyi çoktan unutmuştu bile çıplak atın sırtına bir
hamleyle bindi ve sürdü karnına bir şaplak vurdu sağ eliyle, haydi biraz hızlı
ol dercesine, at arabasının yanına ulaştıklarında koşumların hazır olduğunu
gördü, attan indi.
Orhan atın koşumlarını üstüne geçirmeye başladı ve
kilitlerini sıkıştırdı, koşumları giydirdikten sonra atı höst höst diyerek geri
bas geri bas diyerek, atı okun içine soktu, yan kayışları bağladı, okun ucuna
gitmeye hazırdı. Orhan önceden hazırladığı parayı aniden Kemal’in cebine indirdi
ve ellerine sağlık ustam, Allah senden bin kere razı olsun, uzun ömürler
versin, çoluk çocuğuna bağışlasın, geçmişler olsun diyerek defalarca teşekkür
etti ve ekledi, aygır bir namussuzluk etti ama yapacak bir şeyde yok ammoo
kusura bakma, deli aygır böyle yapıyor…
Kemal, olur ammoo bu hayvandır, insan bile her türlü
kötülüğü yapıyor kaldı ki bu hayvandan bir tekme yemişsem çok mudur? O
şerefsizlerin yaptıklarının yanında bunun lafı bile edilmez, at yapacağını
açıktan yapıyor onlar ise sinsi sinsi yapıyor, atın zararı küçük bir yara, ya o
tahtası kırık kaymakam, reise ve itleri zabıtalara ne dersin? Bunlar gâvur
ammoo gâvur, hem de gâvurun en büyüğü, Amik’teki kara yılan gibi sokuyorlar, at
onlardan daha temiz ve asildir, onlar ata kurban olsunlar dedi. Orhan “hadi
ammo atla arabaya seni de evine bırakalım, böyle bırakamam seni bilesin, yaralandın”
dedi.
Kemal Orhan’ın hanımı olduğu için arabaya binmek
istemedi, Orhan anlamıştı: Yahu ammo bu senin anan bacındır ne var çekinecek
ki? Haydi atla, gidelim, daha yapacak, varacak çok yerimiz var, haydi, Kemal
inatlaşmıştı, yaya giderim dediyse Orhan kolundan tutup zorla arabaya bindirdi,
arabasının ön tarafında Orhan ve Kemal birlikte oturdular, Orhan Kemal’e atın
saman dolu torbasını verdi.
Orhan, Gavvatların yasağı bir kerede biz beraber
çiğneyelim görsünler, kafası kırıkla, yasakları koymuşsa biz köylülerde
çiğniyoruz, hodri meydan işte hem yasağı bu çatlar koymuşsa yasak bile
sayılmaz, hem jandarmada yolakta gözükmüyor gitmişler herhalde yola çıkıp
arabayı sürdüler, şimdi asfalta çıkmışlardı.
Atın ayaklarından şakur şukur nal sesleri geliyordu
asfaltta, Orhan hafifçe bir kamçı vurdu ata, hızlandı anayola çıktıklarında
kızak gibi uçarak, kayarak gidiyorlardı, Gültepe mahallesinin oradan,
mezarlığın önünden geçip, Reyhaniye çarşı merkezine doğru saptılar, alt yoldan
Mustafa Kemal mahallesinden Fidanlık yoluna döndüler. Burada değirmenler vardı,
meydana gelmişlerdi. Kemal arabadan izin isteyip indi ve Orhan’a, hadi ammo
sizler de acıktınız, Allah ne verdiyse beraber yeriz, birde acı kahve içeriz
buyurun bize çıkalım dediyse Orhan, Ammoo vallahi çok geç kaldık söz başka bir
zaman uğrayıp kahveni içerim, yemeğini yeriz meraklanma sen olurmu? Seni de
çocuklarını köye beklerim, topla gel hepsini bağda, bahçede dolaşsınlar dedi, el
sıkıştılar ayrıldılar.
Atın başındaki küçük ziller araba hareket edince
şıngırdamaya başladı. Amik ovası cayır cayır yanarken, Amanos dağında bir körük
gibi küfül küfül serinlikler üflüyordu ovaya…
Kurutulan Amik Gölünün su birikintisine konmuş
yüzlerce, binlerce leylek, inip inip kalkıyor, etrafında dolaşıyor, garip
çığlıklar atıyordu, yukardayken aşağıya doğru pike yapıp, kanalların kenarına
inip kurbağa, yılan avlanıyorlardı…
Aktaş ve Comba iki şirin Arap köyüydü. Ovada çalışma
mevsimiydi, herkes bir şeyler yapmakla meşguldüler, kimi tarlasını suluyor
kırmızı, kara, boz toprakları doyuruyordu, kimi ise yeni ekilecek yerlerini
darbızlıyordu… Nalbant Kemal helal para kazanmanın mutluluğunu yaşıyordu
bugünde sağ, salim evine ve çocuklarına kavuşmuştu. İbin, Şermutalar bugünde
peşini bırakmamışlardı, bir daha yüzlerini görmemişti. Amik Ovasında her şeye
rağmen atlar kişniyor, at arabaları köylerin yollarından tozu dumana katarak
gelip gidiyorlardı. Amik Ovası’nın o iyi insanları güzel atlara binip,
gitmişler, meydanda demirin tuncuna, insanın piçine kalmıştı, Amik Ovası’nın
yoksulları ve ezilenleri, sömürülenleri…