YALANCI ŞAHİT
ÖYKÜ-ERHAN PALABIYIK
Bardağın İbram, bir zamanlar ağa oğlu olduğu için
rahat yaşamış, yiyip içmiş, gezip tozmuştu. Babası öldükten sonra da miras
kalan tarlaları bir bir satıp Yozgat’ta, Ankara'da har vurup harman savurmuştu.
Yozgat'ın ve Ankara'nın tüm gazinolarını, pavyonlarını avucunun içi gibi
bilirdi. Babasının boyu kısa olduğu için “Bardak” lakabını takmıştı köylüler.
İbrahim'e de “Bardağın İbram” derlerdi. Bardak, çamdan yapılmış su testisidir.
Eskiden köylüler, sularını bu bardaklarda saklarlar ve oradan içerlerdi.
İbrahim'in, iki
karısı ve on tane çocuğu vardı. Tüm malı mülkü satıp paraları da zevki sefada
yiyip bitirdikten sonra evine kapandı. Ağa oğlu olduğu için kimsenin kapısına
gidip iş isteyemiyor, çalışmayı kendisine yakıştıramıyordu. Evi tepenin en
yüksek yerindeydi. Bahçedeki çardağa bakıp bakıp, burada kurduğu alem
sofralarının hayaliyle yaşıyordu. Cebinde bir çay parası bile yoktu ve artık
kahvehanelere de gidemiyordu. Evdeki iki sağlım ineği de satıp yedikten sonra
karılarıyla kötü olmuş, çoluk çocuğuna bakamaz olmuştu. Çaresizlikten
karılarını ve çocuklarını ameleliğe göndermeye başladı. Onlar, pancar çapasına
gidip para kazanmaya, İbrahim de zıkkım yer gibi onların kazancını yemeye
başladı. Yine rakısını alıp çardağına kurduğu sofrasında yiyip içiyor,
köylülere konser verir gibi gece yarılarına kadar avaz avaz türküler
söylüyordu. Köylüler, sabahtan akşama kadar ark açıyor, tarla suluyor, çapaya,
hamallığa gidiyor yoruluyorlardı. Tam uykuya yattıkları zaman İbrahim, “Köprüden
geçti gelin, saç bağın düştü gelin.” diye bir türkü tutturuyordu. Sanki birine
sevdalı gibi diline dolamıştı bu türküyü. Köylüler, “Utannıaz arlanmaz adam.
Avrat parasıyla rakı içip bir de bağıra bağıra türkü söylüyor.” der,
kızarlardı.
İbrahim, babası gibi bardak değildi ama uzun boylu
da değildi. Kendisine çok özen gösterirdi. Her gün tıraş olur, kaşlarına,
bıyıklarına sürme çeker, saçlarına briyantin sürerdi. Sık sık cebinden aynasını
çıkarır favorilerini, saçlarını düzeltirdi. Kadınlara çapkın çapkın bakar,
bıyıklarını sıvazlardı. Çarşıya çıktığında herkes ona bakar, içlerinden:
“Dürzüoğlu dürzü! Avrat parasıyla süslenip püslenip geziyor.” der, ana avrat
söverlerdi. Herkes karılarına ve çocuklarına acıyordu. Bardağın İbram, parasız
pulsuz kaldıktan sonra iyice arsız bir adam olmuştu. Belki de ağalığa bok
sürmemek için işi arsızlığa vurmuştu. Eskisi gibi itibarı, değeri kalmamıştı
köyde. Eskiden, daha kahveye gelmeden masası, sandalyesi ayrılmış olurdu. Şimdi
köylüler, selamını bile almamak için köşe bucak kaçıyorlardı. Ağzı da çok pisti
İbrahim'in. Ulu orta söverdi.
Bir gün köyde, iki aile arasında kavga çıkmış,
İbrahim de yoldan geçerken olayı görmüş, durup seyretmişti. Kavgada ağır
yaralananlar olmuştu. Her iki taraf da mahpus yatmak istemedikleri için
mahkemede İbrahim'i şahit yazdırmışlar, sonra her iki taraf da ayrı ayrı
yiyecek içecek alıp İbrahim'in evine geldiler. “Seni şahit yazdırdık. Bizim
lehimize mahkemede şahitlik yap” diyerek cebine bolca para ve sigara koyup
gittiler. Duruşma günü İbrahim, mahkemeye gitti. En çok para verenin lehine
şahitlik yaptı. Gelirken de bir büyük rakı sardırıp getirdi. Akşam, çardağına
oturup şişeyi açtı ve içmeye başladı. Oh be! Ne güzel paraydı? İki çift laf
etmiş ve bol para kazanmıştı. Kendi kendine: “Bu işte iyi para var. Bundan
sonra nerede bir kavga olursa, gidip şahitlik yapacağım.” dedi. Kalktı, tahta
kaşıkları eline alıp şıkır şıkır oynadı. Bir yandan içiyor, bir yandan oynuyor,
bir yandan da: “Teey teey, tey tey!” diye naralar atıyordu. Neşeli olduğu zamanlar
hep böyle oynar, naralar atardı. Tüm köylüler, gecenin sessizliğinde İbrahim'i
dinliyordu.
Seksek köyünde senlik benlik kavgaları hiç eksik
olmazdı. Bardağın İbram, nerede bir kavga çıksa hemen oraya gidip kendini şahit
yazdırıyordu. Şahit yazdıranlar, duruşma gününde evinden özel arabayla alıyor,
yedirip içirip mahkemeye götürüyor, sonra tekrar evine getiriyorlardı. İbrahim,
krallar gibi yiyip içiyor, namus şeref üzerine yeminler edip yalan ifade
veriyor, paraları da cebine doldurup çıkıp geliyordu. İnsanlar “Vallahi” demeye
korkarken o, hiç çekinmeden Allah, kitap, din, iman, namus, şeref üzerine
yeminler ediyordu. İbrahim, tüm inançlarını yitirmiş, para uğruna yalan
söyleyip yeminler ediyor, ocaklar söndürüp insanları cezalara çarptırtıyor, mahpuslarda
yatırıyordu. Bir de utanmadan sağda solda: “Nasıl da içeri dıktırdım? İyi oldu
dürzüye!” deyip övünüyordu. Kendisine, “Yalan yere şahitlik yapma İbram. Günaha
giriyorsun.” diyenlere, “Ben yalancı şahitlik yapmıyorum. Bilirkişilik
yapıyorum.” diyerek kendini saklamaya çalışıyordu. Köylü milleti o kadar da
enayi değildi tabii. Akla karayı ayırt edecek kadar akıl sahibiydi.
İbrahim, gün oldu çevre köylerden de iş almaya
başladı. Tüm köylerdeki tarla davalarına, cinayetlere, ırza geçmelere kadar
şahitlik etmeye başladı. Yerköy'de, Yozgat'ta namını duymayan kalmadı. Her gün
köylerde onlarca kavga dövüş oluyor, İbrahim de hemen hepsinde şahitlik
yapıyordu. İşini öyle iyi yapıyordu ki hakim kendisine: “Sen Seksek köyünde
oturuyorsun. Nasıl oluyor da Çalıklı'daki dövüşü görüyorsun? Doğru söyle, yoksa
seni tutuklarım.” dediğinde İbrahim, hemen bir yalan uydurur: “Hakim bey. Ben
Çalıklı'ya bir alacak verecek meselesi için gitmiştim. Köy meydanında bir kavga
çıktı, ben kavganın ortasında kaldım. Canımı zor kurtardım. Ekmek Kuran çarpsın
ki doğru söylüyorum.” diyerek hakimi inandırırdı. Davalı taraflar da İbrahim'in
söylediklerini doğrulayınca hakim inanmak zorunda kalırdı. Tüm kavga
dövüşlerde, sınır geçmelerde, kız kaçırmalarda, çobanların tarlaları yayma
davalarında İbrahim mutlaka vardı. İşinde iyice uzmanlaşmıştı. Mahkemelerde
nasıl konuşulur, edilir iyi biliyordu. Hakimler, savcılar, mübaşirler, katipler
iyi öğrenmişlerdi İbrahim'i. Kimlik tespitini bile yapmıyorlardı artık. Ana
adı, baba adı, doğum yeri, tarihi, köyü, her şeyini ezberlemişlerdi İbrahim'in.
Her davanın sonunda bir zafer kazanmış gibi sevinir, kasketini eline vurarak
çıkardı duruşma salonundan. Bu kadar azmış, bu kadar arsızlaşmıştı. Köylüleri,
çoluğu çocuğu, bu işi bırakması için yalvarıyorlardı İbrahim'e. Küçük karısı:
“Yalan söylemek iyi değil İbram. Allah, bunun hesabını sorar senden. Eteğindeki
taşları dök, tövbe et. Biz çalışır, evin geçimini sağlarız. Çoluk çocuğumuz
var. Bir gün seni vurur, gebertirler. Kendine acımıyorsan bize bari acı.”
dediyse de İbrahim, aldırmadı. O, sadece bilirkişilik yapıyordu ve ocaklar
söndürmeye devam ediyordu.
İbrahim, bol paraya kavuşunca yanına bulduğu birkaç
zampara ile Yozgat çamlığını mesken tutmuştu. Oradan buradan kadın getirip
sabaha kadar oynatıyordu çamlıkta. Özel arabalarla Ankara'ya gidiyor, Rüzgârlı
sokaktaki pavyonlarda sabahlara kadar eğleniyordu. Haftada bir elbise ve
iskarpin değiştiriyor, yine har vurup harman savuruyordu.
Bir gün köyde bir cinayet işlenmiş, İbrahim de yine
şahit yazdırılmıştı. Bu davada aleyhine şahitlik yaptığı adam, yirmi dört yıl
hapse mahkum edildi. Aradan günler geçti. Adamın yakınları, bir gece İbrahim'
in evini kurşun yağmuruna tuttular. İbrahim'in küçük karısı yaralandı ancak
İbrahim'e bir şey olmadı. Sabah jandarmaya haber verdiler. Karısını, iki
çocuğuyla birlikte Yerköy'e, hastaneye gönderdi. Jandarma ile birlikte savcı da
gelip İbrahim'in evinde inceleme ve araştırma yaptılar. Evin etrafında bulunan
mermi kapçıkları o kadar çoktu ki kurşunlayanların sekiz-on kişi kadar oldukları
söylendi. İbrahim, bu olayın faillerinin, geçen gün yirmi dört yıla mahkum
edilen adamın yakınları olabileceğini söyledi. İfadeler alınıp zabıtlar
tutulduktan sonra zanlılar tutuklanıp hapse atıldılar. İbrahim"in keyfine
diyecek yoktu. Aynı gün akşam yine çardağında, tutuklattığı adamların şerefine
rakısını içiyordu. Karısı hastanede yatadursun İbrahim, içti içti oynadı,
oynadı, oynadı naralar attı. Köylüler, öfkeden çıldırıyordu ama hiçbir şey
yapamıyorlardı. Yine kendi kendilerine: “Bu adam iyice kudurdu. Bunun başına
bir elek un elemek lazım ki aklı başına gelsin.” deyip dişlerini sıktılar.
İbrahim, ne olursa olsun işini bırakmıyordu. Zaman
zaman dayak yediği de oluyordu. Öyle, yaralı bereli mahkemeye gidiyor,
dövenleri hapse attırıyordu. Evinin kurşunlanmasından, karısının
yaralanmasından ve bu dayaklardan sonra biraz korkmaya başlamıştı ama
vazgeçmeye niyeti yoktu. Kendisine kaçak bir tabanca aldı. Artık her yere
belinde tabancayla gidip geliyordu. Seksek köyünün yaşlıları, belki bizi dinler
diye İbrahim'in evine gittiler. Oturup: “Bak İbram. Dost acı söyler amma
doğruyu söyler. Senin atan, deden eyi adamdı. Atana, dedene sövdürme. Lanet
ettirme. Köyümüzün adını bok ettin. Senin yüzünden herkes bizim köye söver
oldu. Senin sonun eyi olmaz. Çoluk çocuğuna yazık edersin. El yaman olur. Bir
kötülük ederler, sonra baş edemezsin.” diyerek uzun uzun nasihat ettiler.
İbram, hepsini dinledikten sonra: “Benim cebimde param yokken beş kuruş para mı
verdiniz? Şimdi ne hakla gelip de nasihat ediyorsunuz? Gidin, kendi işinize
bakın siz!” dedi kovarcasına. Yaşlılar, neye uğradıklarını bilemediler. Söz
geçiremeyeceklerini anlayınca kalkıp gittiler. Giderken de “Allah ıslah etsin.
Allah bildiği gibi yapsın bunu.” diyorlardı birbirlerine.
İbrahim, artık bir yere giderken karılarına: “Köyde
kavga dövüş olursa beni şahit yazdırsınlar.” diye tembih edip gidiyordu.
Kimselere aldırmıyor, hayatıyla adeta kumar oynuyordu. Mahkemelerin değişmez
şahidi olmuştu. Uçlu sigaraları çift çift bulunduruyordu cebinde. Sattığı iki
sağlım ineğin yerine, iki inek ve yirmi kadar da koyun alıp evine bıraktı.
Başındaki kasketi çoktan çıkarıp atmış, çoluk çocuğu da amelelik yapmıyordu
artık. Cebinde tomar tomar paraları vardı. Evinde yemek bile yemiyordu artık.
Lokantalara gidiyordu. Günlerce evine uğramıyor, Ankara'da, Yozgat'ta, Çorum'da
otellerde kalıyor, gününü gün ediyordu. Pavyonlarda kör kütük sarhoş olunca
cebinden bir banknot çıkarıp tutuşturuyor, sigarasını bununla yakıyordu. Her
geçen gün biraz daha ağaran saçlarını boyatıyor, yine her gün tıraş oluyor,
çeşit çeşit Isparta esansları sürünüyordu. Herkes onu tanımasa, giydiği takım
elbisenin havasına bakıp kaymakam filan zannederlerdi. İşinde hızla yükselirken
nice ocaklar söndürmüştü kireç söndürür gibi. Nice yavruların babalarını mahpuslara
dıktırmış, rutubetli duvarların, paslı demirlerin, karanlık odaların içinde
çile doldurtmuştu yıllarca.
Yıllar geçti, İbrahim huyundan vazgeçmedi.
Yaşlanmaya başlamıştı artık. Birgün köyün yaşlı hocası, dizlerini tuta tuta
İbrahim'in tepedeki evine çıktı. Biraz soluklandıktan sonra İbrahim'i karşısına
alıp: “İbram yavrum. Cennet var, cehennem var. Artık yeter. Herşeyi tadında
bırak. Allah'ın evine gel, namazına niyazına başla. Tövbe et, Allah bağışlar.”
dedi. İbrahim, alaycı alaycı güldü ve: “Cenneti de cehennemi de ben Seksek
köyünde kurdum hoca. Ankara Ulus cennet. Yozgat çamlık cennet. Gitmezsem
cehennem olur.” dedi. Bu sözler hocanın içine ok gibi oturdu. İbrahim, yine
alaycı bir şekilde cebinden bir beşlik çıkarıp hocanın cebine koymaya kalkıştı.
Hoca, beşliği aldığı gibi İbrahim'in yüzüne çarptı. Başka da birşey söylemeden
çıktı yürüdü. İbrahim'in bu saygısızlığı hocanın çok zoruna gitmişti. Neredeyse
ağlayacaktı. “Benim gibi yaşlı bir adamla alay ediyor bir de. Allah seni
cehennemlerde yaksın inşallah!” diye söylenerek yokuşu inip gitti.
Birgün İbrahim, evinde oturmuş plak dinlerken
taksiyle iki kişi geldi. İbrahim, gelenleri hemen karşıladı ve çardağına buyur
etti. Oturup konuştular. Kahvelerini içtikten sonra İbrahim'e bir tomar para
verip gittiler. İbrahim, paraları saydıktan sonra “Tey tey teeey!” diye bir
nara attı ve döne döne oynadı çardağında. Yaz mevsimiydi ve hava çok sıcaktı.
Köylüler Delice Irmağı'ndan aldıkları sularla tarlalarını suluyorlardı. Irmağın
suyu iyice azalmış, sessizce akıp gidiyordu. Kış aylarında ırmağa yaklaşmak
bile mümkün olmazken şimdi sıva paçaları geç karşıya. O kadar sığdı.
Tarlalardaki ameleler, sıcaktan çorum leblebisi gibi kavruluyorlardı. Böğelek
sokan sığırlar, adeta yarış atı gibi bir o yana, bir bu yana koşup duruyorlardı.
Bir, İbrahim çalışmıyordu tarlada tapanda. Bilirkişi İbrahim Efendi.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra para verip giden
adamlar, bir haber salıp İbrahim'i Yerköy'e çağırdılar. Akşama doğru Yerköy'de,
bir kahvehanede buluşup çaykahve içtiler, konuştular. Hava kararınca da bir
binanın ikinci katında bulunan meyhaneye girdiler. Saatlerce yiyip içip
eğlendiler. Bu arada İbrahim'in cebine bir miktar daha para koydular. İbrahim,
iyice neşelendi, içtikçe içti. Sonra kalkıp bir güzel oynadı meyhanede. Oturduktan
sonra bir de uzun hava okudu yanık yanık. Gece İbrahim'in gecesiydi. Şişelerin
dolusu geliyor, boşu gidiyordu ama adamlar pek fazla içmiyorlardı. Kadehlerini
İbrahim'in şerefine kaldırıp kaldırıp İbrahim'e içiriyorlardı. İbrahim, öyle
sarhoş olmuştu ki meyhanenin penceresinden başını çıkarıp naralar atıyordu.
İbrahim'in kör kütük sarhoş olduğunu anlayınca adamlardan biri hesabı ödedi,
diğeri de aşağıya inip bir taksi çağırdı. İbrahim'in koluna girip aşağıya
indirdiler. Adamlardan biri, İbrahim'le birlikte arka koltuğa, diğeri de ön
koltuğa oturdular. Onların gidişini meyhanede hiç kimse fark etmedi çünkü zaten
hepsi sarhoştu. İbrahim, her zaman kendisini evine getiren taksici zannedip
adamla bol küfürlü bir sohbete koyuldu. Taksici pis pis güldü ama hiçbir şey
söylemedi. Yerköy'ün loş ışıklı caddelerinden geçip Ankara-Yozgat karayoluna
çıktılar. İbrahim, karayoluna çıkınca taksiciye bir sövüp: “Sür bakalım kaptan,
bizim dürzü köyüne!” dedi. Zaten o tarafa gidiyorlardı, güldüler. Uzun ince bir
yola sapıp devam ettiler. Gece olduğu için ortalık pek tenhaydı. Molla Osman
Türbesi'ni geçince adamlardan birisi, taksiciye: “Hele dur da bir ayakyoluna
inelim.” dedi. Taksici, az ileride sağda durdu. Hepsi birden arabadan indiler.
İbrahim, sarhoş kafayla arabanın tekerine işedi. Adamlar da işiyormuş gibi
yapıp etrafa bir göz attılar. Ortalıkta kimse yoktu. Kimi tarla-tapanda, kimi
çapadaydı akşama kadar. Köylüler, akşam dedin mi yatar uyurlardı. İbrahim,
pantolonunun düğmesini zor bulup ilikledi. Ayılmak ister gibi birkaç kez derin derin
nefes alıp ciğerlerini şişirdi. Molla Osman Türbesi’nin önündeki çeşmenin
karaltısından başka bir şey gözükmüyordu ortalıkta. İbrahim, taksiye tekrar
binecekken iki adam ve taksici, birden üstüne çullanıp silahları dayadılar.
Biri, İbrahim'in belindeki tabancayı anında alıp kendi beline soktu. İbrahim’e,
“Ne oluyor yahu” deme fırsatını bile vermeden elini, ağzını, ayaklarını
bağlayıp yere yatırdılar. Üçü birlikte peş peşe vurmaya başladılar. Etkisiz
hale getirince taksici, arabaya binip uzaklaştı. Diğer iki kişi, İbrahim'i
kollarından tuttukları gibi tarlaların içine doğru sürüklemeye başladılar. Beş
dakika sonra Delice Irmağı'nın kenarındaki demiryolu köprüsünün yakınlarına
gelmişlerdi. İbrahim'i yılgın ağaçlarının arasındaki kumsala getirip tekrar dövmeye
başladılar. İbrahim, ağzı bağlı olduğu için bağıramıyor, sadece “Huuuu! Huuuu!”
diye sesler çıkarıyordu. İbrahim'i, her yeri patlayıncaya kadar dövdükten sonra
çırılçıplak soydular. Ayın şavkı üstüne vurmuş, İbrahim bembeyaz etiyle
yatıyordu. Sırayla ırzına geçtiler. İbrahim, hiçbir şey yapamıyor, boğazlanan
bir dana gibi çırpınıp duruyordu. Adamlar, işleri bitince bir kenara oturup
birer sigara yaktılar. Avuçlarının içinde gizleyerek içerken biraz rahatlamış
gibiydiler. Sonra birisi, kalkıp İbrahim'in yanına geldi. Ağzına bağladıkları
bezi yırtıp açtı ve: “Bizi tanıdın mı İbrahim efendi?” diye sordu. İbrahim,
başıyla “Yok” der gibi bir işaret yaptı. Adam, sigarasını İbrahim'in üstünde
söndürdükten sonra üzerinden çıkardıkları elbiselerin ceplerini karıştırdı. Ne
kadar para varsa hepsini aldı. İbrahim'e ait defter, kalem, ayna, tarak, esans
gibi eşyaların hepsini ırmağa attı. Elbiselerini de kumsalda bir çukur açıp
gömdü. Sonra diğer adam da sigarasını söndürüp geldi. İbrahim’e bir tekme
vurup: “Tanımadın mı bizi lan?” diye sordu. İbrahim, sadece bir, “cık!”
diyebildi. Bütün vücudu biber gibi yanıyordu. Çektiği acıyla alkolün etkisi
hafiflemeye başlamıştı. Hafızasını zorlayıp bu adamları nereden tanıdığını
çıkarmaya çalışıyordu.
Ay, gökyüzünde geziniyor, kah bulutların içine
girip kayboluyor, kah ortaya çıkıp Yerköy ovasını aydınlatıyordu. Delice
Irmağı, sessizce akıp giderken gördüklerinden utanmış, yüzünü öbür yana
çevirmişti sanki. Adamlardan biri, cebinden bir mendil çıkarıp İbrahim'in
ağzını tekrar bağladı. Diğeri de ayaklarını çözüp aynı ipi boynuna bağladı. İpi
sıkıca tutup çekerek İbrahim'i sürüklemeye başladı. Diğeri de eline aldığı bir
yılgın sopasıyla arkasından vuruyordu. Kimi zaman yerde, kimi zaman ayakta
sürüklendikçe dikenler, yılgınlar batıyordu çıplak vücuduna. Adam çektikçe ip
boğazını sıkıyor, İbrahim boğulacak gibi oluyor, daha hızlı yürümeye
çalışıyordu. Arkasındaki adam, aniden bir yumruk vurup yere yıkıyordu. İbrahim,
yürüdükçe kendine geliyordu. Böyle ne dayaklar yemişti de aldırmamıştı.
İçinden: “Beni döver, salıverirler. Ben de bunları yakalatır, mahpus deliğine
dıktırırım.” diyordu. Tatbekirli köprüsüne geldiklerinde, gerilerden gelen bir
trenin sesiyle İbrahim'i yılgınların içine yüz üstü yatırdılar, kendileri de
eğilip saklandılar. Marşandiz, büyük bir gürültüyle köprüyü sallayarak geçti
gitti. En son vagonun açık olan bölümündeki kulübede birisi oturmuş, trenin
gürültüsüne inat avaz avaz türkü söylüyordu. İbrahim, başını kaldırıp adamı
gördüğünde bir an sevindi. Belki adam kendilerini görmüştür de birilerine haber
verir diye düşündü. Oysa kocaman deveyi yatırsan kimse görmezdi bu yılgınların
içinde. Marşandiz geçip gittikten sonra adamlar, ayağa kalkıp İbrahim'i
Delice'nin kenarına getirdiler. Birisi, eline yine bir yılgın sopası alıp
arkasına geçti, diğeri de saçlarından tutup: “Bize iyi bak, tanıdın mı bizi?”
diye sordu. İbrahim; “Tanıyamadım.” dedi. Adam, kafasını suya soktu ve olanca
gücüyle bastırarak bir müddet bekledi. İbrahim çırpınmaya başlayınca çıkardı ve
aynı soruyu bir daha sordu. İbrahim, kim olduklarını bir türlü çıkaramıyordu.
Adam, kafasını tekrar suya soktu ve bekledi. İbrahim debelenmeye başlayınca
çıkardı. Bu defa diğer adam sordu aynı soruyu. İbrahim’den cevap gelmeyince
elindeki sopayla beline, sırtına, kıçına, var gücüyle defalarca vurdu. Sonra
tekrar kafasını suya soktular. Her defasında biraz daha fazla suda
bekletiyorlardı. İbrahim o kadar çok su yuttu ki kafasını çektikleri anda
kusmaya başladı. Meyhanede de ne kadar çok yiyip içmişti. Bütün midesini
boşaltırken bir an ölecek gibi oldu. Adamların, suda boğup öldürmek gibi bir
niyetleri yoktu. İbrahim'i geri çektiler.
Alkolün etkisi iyice kaybolmuş, İbrahim'in bilinci
açılmaya başlamıştı. Bu adamları bir yerden tanıyordu ama nereden? İbrahim,
hafızasını zorlarken adamlardan birisi, İbrahim'i yüzüstü yere yatırdı. Diğeri
gidip kalın bir söğüt dalı kesti, getirdi. Dalın ucunu bıçakla sivriltirken
kinli kinli: “Şimdi tanıyacaksın bizi İbrahim efendi!” dedi. İyice
sivrilttikten sonra diğer adam, İbrahim'i iki büklüm yaptı ve kazığı arkasına
geçirdiler. İbrahim o anda bayıldı. Arkasından kanlar akarken vücudu şiddetle
sarsılıyor ama artık İbrahim bir şey hissetmiyordu. Bir saat kadar öyle ölü
gibi yattı. Adamlar tekrar yanına gelip yokladılar. Hala baygındı. Ayıltmak için
çakmağı çakıp yüzüne gözüne tuttular. Ortalığa yanık kıl kokusu yayıldı.
Bıyıkları ütelenmişti. İbrahim, bu bıyıklara gözü gibi bakardı oysa. Sürmeyi
çekip bir de biryantinledi mi pırıl pırıl parlardı bıyıkları. Köyün bütün
avratları kendisine bakıyor sanırdı İbrahim. Mahkemelerin kartalı, şimdi ne
hallere düşmüştü?
İbrahim, biraz gözlerini aralar gibi oldu. Adamlar,
aynı soruyu peş peşe yine sormaya başladılar. İbrahim, tanısa da söyleyecek
durumda değildi. Ay, buluttan kurtulmuş, ortalığı bir anda aydınlatmıştı. Sanki
gökyüzünden İbrahim'i görmeye çalışıyordu. Adamlar, ortalığın birden
aydınlanmasından ürktüler. Birisi, şöyle bir etrafa baktıktan sonra: “Elimizi
çabuk tutalım. Bir an önce şu işi bitirip gidelim.” dedi. İbrahim, birden
adamların kim olduklarını hatırladı. Yıllar önce Yozgat Ağır Ceza
Mahkemesi'nde, bu adamların aleyhinde şahitlik yapmış, adamlar onbeşer yıl
mapus cezası almışlardı. Olay, Çakır köyünde geçen bir filivata olayıydı.
Olayın failleri, İbrahim'e bol para verip şahitlik yaptırmışlar, bu iki masum
insanı mahkûm ettirip ellerini kollarını sallayarak gezmişlerdi.
Bu iki adam, adları “oğlancı”ya çıktığı için mahpustan
çıktıktan sonra köylerine dönememişlerdi. Zaten mapus yatarken İbrahim'den
bunun intikamını almaya and içmişlerdi. Çıkar çıkmaz İbrahim'in peşine
düşmüşler fakat bir türlü yaklaşamamışlardı. En sonunda böyle bir yönteme
başvurup ele geçirmişler, şimdi de yılların intikamını alıyorlardı. Hayatları
boyunca kimsenin ne malına, ne canına, ne de ırzına yan gözle bile bakmamışlar,
bir iftira sonucu on’ar yıl hapis yatmışlardı. Şimdi ise İbrahim’in ırzına
geçmişler, işkenceler yapmışlar ve gerçekten suçlu olmuşlardı.. Ama ne gören
vardı, ne duyan vardı, ne de şahitlik edecek olan.
Adamlardan biri, ağzına bağladıkları mendili aralayıp
bir kez daha: “Bizi daha tanıyamadın mı yalancı şahit?” diye sordu. İbrahim,
titrek bir sesle: “Tanıdım, tanıdım. Siz Çakır köyündensiniz. Şo meseleden
dolayı mahpus olmuştunuz.” dedi. Adam: “Eyi bildin İbrahim Efendi. İşte biz, o
adamlarız!” dedi dişlerini sıkarak. Diğeri: “Biz de hiç tanıyamayacaksın diye
üzülmeye başlamıştık. Seninle de bir-iki vukuatımız oldu. Şimdi bunun için de
şahitlik yap da görelim bakalım!” deyip yüksek sesle güldü. İbrahim, korkudan:
“Yok yok! Bir daha olmaz. Anam avradım olsun, en güçcük çocuğumla zina edeyim
ki bir daha şahitlik etmeyeceğim!” dedi. Adamların kılı bile kıpırdamadı.
Yüzüne bakıp acı acı güldüler. Birisi: “Biz seni on yılda bir gün bile
unutmadık. Hep bugünün hayaliyle yaşadık. Şükürler olsun, Allah bize bugünü de
gösterdi. Senin hesabını biz göreceğiz. Bu işi Allah'a bırakıp da O'nu
yormayacağız. Cezanı çekip sonra gideceksin. Varsın gerisini Mevla’m
halletsin.” deyip ağzını mendille tekrar bağladı. İbrahim nasıl uyanmamıştı da
bu tongaya düşmüştü? Allah gözünü kör mü etmişti acaba? Karayolundan gelip
geçen arabaların sesleri geliyordu kulağına. Mutlaka biri görmüştür diye
umutlandı ama gecenin bu saatinde kim görecekti?
Adamlardan birisi, daha önceden köprünün
yakınlarına sakladığı uzunca bir ipi aldı, getirdi. İpin bir ucunu tutup
yaklaşık yirmi metre yükseklikteki demiryolu köprüsüne çıktı. İpi köprünün
parmaklıklarından geçirip aşağıya sarkıttı ve tekrar indi. Diğer adam da ipin
diğer ucuyla İbrahim'i ayaklarından bağladı. İkisi birlikte boşta kalan ucu
tutup kaldırıp kaldırıp indirmeye başladılar. Her indirişlerinde İbrahim'in
kafası, suyun içindeki taşlara çarpıyordu. Böyle defalarca kafasını taşlara
vurduktan sonra durdular. Birisi, ölüp ölmediğini kontrol etmek için yanına
gitti. İbrahim, bunca işkenceye rağmen halâ yaşıyordu. Diğer adam, ipin ucu
kaçmasın diye sıkı sıkı tutarken berideki, İbrahim'i kumsala çekip yatırdı.
Cebinden bıçağını çıkardı. İbrahim’in çenesini açtı ve dilini dışarı çekip “Bir
daha tanımadığın bilmediğin adamlar hakkında yalancı şahitlik yapıp da yakma!”
diyerek bıçağı çaldı. İbrahim, sarası tutmuş bir hasta gibi çırpınırken adam,
elinden kayıp giden dilin nereye düştüğünü anlamak için yerlere bakıyordu.
Adamın kızgınlığı geçecek gibi değildi. “Senin dilini de, dinini de, ananı da,
avradını da s…erim ulan!” deyip boğazına çaldı bıçağı. İbrahim'in boğazından
fışkıran kanlar, adamın eline yüzüne sıçradı. İbrahim'in bedeni yerde
debeleniyor, boğazından hırıltılar çıkıyordu. Adam, kellesini bir hamlede
gövdesinden ayırıp attı. Ellerindeki kanı temizlemek için yerden kum alıp
ovuşturdu. Sonra kelleye bir tekme koyup suyun içine yuvarladı. Elini, yüzünü,
bıçağını Delice’nin suyunda iyice yıkadıktan sonra geri geldi. Bu defa ikisi
birlikte köprüye çıktılar. İpin boşta kalan ucunu tutup İbrahim'in başsız
bedenini yukarıya doğru çektiler. İpi parmaklıklara dolayıp bağladılar. Tekrar
aşağıya inip yılgın dallarıyla etrafı temizlediler. Paçalarını sıvayıp ırmağın
karşı kıyısına geçtiler ve sessizce yürüdüler. Tatbekirli istasyonuna
geldiklerinde, kuytu bir yere saklanıp trenin gelmesini beklediler. Hava,
ölgünce aydınlanmaya başladı. Ortalıkta bir makasçı, bir de yüz voltluk gece
lambası vardı. Sekili yönüne doğru gidecek bir marşandiz geldi. Gizlice trene
bindiler. Tren hareket edince derin bir “oh” çektiler. Köprüden geçerken biraz
önce astıkları İbrahim'e baktılar. Sekili üzerinden Ankara'ya gidiyorlardı.
Birkaç saat sonra çobanlar, köprüde asılı duran
kesik başlı gövdeyi gördüler ve çok korktular. Hemen istasyona koşup herkese
haber verdiler. İstasyondaki bir memur, telefon açıp jandarmaya haber verdi.
Sonra hepsi birlikte köprüye geldiler. Başsız cesedin kıçında da bir kazık
olduğunu görünce iyice dehşete kapıldılar. Jandarma ve savcı olay yerine
geldiler. Hiç kimse cesedin kime ait olduğunu tespit edemedi. Asılı durduğu
yerden indirip hastane morguna gönderdiler.
Aradan günler geçti. Tüm bölge halkı olayı duymuş,
kesik başlı gövdenin kime ait olabileceği hakkında kafa yorup yorum
yapıyorlardı. İbrahim'in küçük karısı ve çocukları, İbrahim'in eve gelmemesi
üzerine şüphelenip savcılığa gittiler. Cesedi görmek için izin alıp bir
görevliyle birlikte hastane morguna gittiler. İbrahim'in küçük karısı, cesede
biraz baktıktan sonra: “Bu İbram!” deyip ağlamaya başladı. Çocukları da
başlarını sallayarak cesedin babalarına ait olduğunu onayladılar. Resmi
işlemler yapılıp bittikten sonra cenazeyi alıp Seksek köyüne getirdiler.
İbrahim'in cenazesine, köyün yaşlı hocasından ve ailesinden başka kimse
katılmadı. Hoca, içinden: “Şimdi gördün mü İbram, dünyanın kaç bucak olduğunu?”
diyordu. Çocukları, İbrahim'in başsız gövdesini köy mezarlığında toprağa
verdiler. Jandarma ve savcı, olayı çok araştırdılar ancak failleri hakkında en
küçük bir ipucu bulamadılar. Kıçında bir kazık olduğuna göre bir namus davasına
kurban gitmiştir denildi. Faili meçhul ve ailesinden de bir şikâyet olmadığı
için dosyasını kapattılar.
İbrahim'in ailesi ve köylüleri, kötü bir son
bekliyorlardı ama bu kadar kötü olacağını bilmemişlerdi. İbrahim'in uçkuruna
düşkün olduğunu herkes biliyordu. Küçük karısı, kendi kendine: “Benim de ırzıma
geçip sonra evlenmeye mecbur etmişti. Şimdi kim bilir kime aynı şeyi yaptı da
kazığa oturttular? Oh olsun! Hak etti bunu.” diyordu öfkeyle.
Aradan haftalar geçtikten sonra İbrahim'in kellesi
de bulundu. Çobanlar, bir değneğe takıp getirmişlerdi köye. Bir de kelle davası
açıldı savcılıkta. Sonra kelle de bir çukura gömüldü ve köy de, köylüler de
kurtuldu bu, baş belası İbrahim’den. “Mübaşirler, mahkemelerde “İbrahim
Efendi!” diye bağırmıyordu artık. Failler de hiçbir zaman bulunamadı. Bu
olaydan sonra kim mahkemelerde şahitlik yapacak olsa köylüler: “Kellesiz
İbram’ı unutma!” diyerek uyardılar.