Ali, geçen yıl icara tuttuğu birkaç dönüm tarlaya
tütün ekmiş ancak zarar etmişti. Yedi çocuğuna bakabilmesi için iş bulup
çalışması gerekiyordu. Köylüleri, gitme dedilerse de dinlemedi, hayatında ilk
defa köyünden ayrılıp Amik Ovası'na geldi.
Yayladağı ilçesinin Bezge köyündendi Ali.
Yayladağı, Hatay'ın en ücra köşesinde, Suriye sınırında küçük bir ilçeydi.
Bezge köyü de Keldağ'ın eteklerine kurulmuştu. Bütün köy ve ilçe çam
ağaçlarıyla kaplıydı. Her yerinden buz gibi sular akardı. Bezgelilerin çoğu
gurbete gidip çalışırlardı. Sonra da tarla, bahçe alıp köylerine yerleşirlerdi.
Köyde kalanlar da geçimlerini tütün ekerek sağlarlardı. Kimileri ormandan kaçak
odun keserek, kimileri de Suriye sınırından gizlice geçip kaçak mal getirerek
Samandağ'da, Antakya'da satar, paraya çevirirlerdi. Yayladağı'nın ve Bezge'nin
insanları, yoksul ve ezilmiş oldukları için hiçbir işe itiraz etmez, çok
çalışırlardı. Bu emekçi insanların, elleri nasırdan kösele gibi olmuş, alınları
kırış kırıştı. Antakyalılara göre onlar dağlıydı. Pek sevişmezlerdi Antakya'nın
yerlileriyle.
Ali, Yayladağı'nın kıvrım kıvrım yollarından inip
de Amik Ovası'na doğru gelirken Harbiye’yi, Antakya’yı ve Reyhanlı’yı gördü.
Antakya’nın, dillere destan bir güzelliği vardı. Amik Ovası, uçsuz bucaksız bir
ovaydı. Afrin ve Asi Nehri bu topraklara bereket katıyordu. Amanos Dağı,
tepesinde sürekli karı bulunan yüce bir dağdı. Amanos'un eteklerine kurulmuş
olan Kırıkhan ilçesi de sanki dağın kucağına oturmuş gibiydi. Ali, Amik
Ovası'na geldiğinde günlerce iş bulamadı. Yaz mevsimi olduğu için ağaç
diplerinde, amelelerin topluca kaldıkları ambarlarda yattı, kalktı. Günlerce
süren işsizliğin ardından ırgatlık ve hamallık gibi işlere çağrılmaya başlandı.
Cebindeki para bitmek üzereydi. Eğer bu işler de çıkmasaydı acından ölecekti.
Ali, zayıf olmasına rağmen çok güçlü ve çok çalışkan, biraz da saf akıllıydı.
Kimi zaman tarlalarda ırgatlığa, kimi zaman da depolardaki zahireleri yükleme
boşaltma işlerine gidiyordu. Kocaman yüklerin altına giriyor ve vinç gibi
kaldırıp atıyordu orta yere. Hele kamyonlardan buğday boşaltırken tıpkı bir
makine gibi çalışıyordu. Elindeki tenekeyle, buğdayları peşpeşe yere döküyor
veya kamyonlara dolduruyor, çalışkanlığıyla ve gücüyle hemen dikkat çekiyordu.
Birgün Ali'yi, çiftliğe çeki düzen vermesi için
Hamit Ağanın çiftliğine götürdüler. Ali, çiftlikteki tüm meyve ağaçlarının
diplerini kazdı. Kuru dallarını kırdı, kesti. Sulamak için yeni arklar açıp
suladı. Bütün ağaçları bir güzel ilaçlayıp temizledi. Çitleri onardı. Havuzu
temizledi. Çiftliği pırıl pırıl etti. Hamit Ağa, Ali'nin çalışmasını uzaktan
seyretmiş ve çok hoşuna gitmişti. Yanına çağırtıp kendisine sürekli bir iş
vereceğini söyledi. Bir de kalabileceği gırmıt bir dam gösterdi. Ali, birkaç
gün daha amelelik yaptıktan sonra ağanın çiftliğine gelip yerleşti. Gırmıt
evinde yatıp kalkıyor, ağanın gönderdiklerini yiyip içiyor, geceleri de havuza
girip yıkanıyordu. Kazandığı parayı biriktiriyor, gelip gidenlerle çocuklarına
para salıyor, akrabalarına selam gönderiyordu. Böyle, aylarca kaldı çiftlikte.
Birgün, köyüne gitmek için Hamit Ağadan izin
istedi. Hamit Ağa, çoluğunu çocuğunu da alıp getirmesini söyleyerek bir miktar
para verdi. Ali, öyle sevindi ki hemen ağanın eline sarılıp öptü. Geri geri
çekilip koşarcasına evine gitti. Acele hazırlanıp önce Reyhanlı'ya, oradan da
Antakya'ya gitti. Yayladağı jeeplerinden birine atlayıp Bezge'ye ulaştı. Çoluk
çocuk, aylardır Ali'yi görmemişlerdi. Birden babalarını havışta (avlu) görünce
çocuklar çığlık çığlığa analarını çağırıp babalarına koştular. Ali, yere
çömelip çocuklarına sarıldı, öptü. Hanımı da dışarı çıkıp heyecanla
terliklerini giydi ve acele geldi. Ali'ye: “Hoşgeldin Ali.” derken yüzünde
güller açmıştı. Elindeki torbayı alıp Ali'yi içeri geçirdi. Komşular da Ali'nin
geldiğini görmüş, eve toplanmışlardı. Hanımı hemen bir çay demledi. Ali, Amik
Ovası'nı anlata anlata bitiremiyordu. Ağadan, evden, çiftlikten, paradan
bahsediyordu sürekli…
Ali, Bezge'de birkaç gün kalıp hasret giderdikten
sonra üç-beş parça eşyasını toplayıp bir arabaya attı. Köylüleriyle
vedalaştıktan sonra çoluk çocuk yola koyuldular. Ali'nin hanımı ve çocukları,
yolda gelirken büyük bir heyecan ve sevinçle etrafı seyrettiler. Onlar da
Reyhanlı'yı ve Antakya'yı ilk defa görüyorlardı. Yayladağı gibi ağaçlık ve
ormanlık değildi ama buralar da yemyeşildi. Ali'nin hanımı, ovanın güzelliğine
hayran kalmıştı. Çoluk çocuk çalışıp buralardan mal mülk edinmeyi hayal etti…
Neşe ve mutluluk içinde çiftliğe geldiler. Eşyaları eve atıp şöyle bir çiftliğe
baktılar. Ağanın çiftliği bir cennet gibiydi. Yok yoktu içinde. Hanımı, hemen
eşyaları yerleştirmeye başladı. Ali de gırmıt evin kırık dökük yerlerini
onarmaya koyuldu.
Ali, uzun boylu, zayıf, yüzü gözü içine çökmüş,
sivri burunlu, az konuşup çok dinleyen birisiydi. Yürürken sanki gökyüzüne
değecekmiş gibi havaya bakardı. Ağanın vekili Kör Mamo, bir gözünü dövüş
esnasında kaybetmiş, iri-yarı bir adamdı. Çevrede, Kör Mamo'nun gözünü
kırpmadan adam öldürdüğü ve birçok cinayet işlediği söyleniyordu. Ali'ye
sürekli emirler yağdırıp durmaksızın çalıştırıyordu. Ali, cesur bir adamdı ama
yine de Kör Mamo'dan çekiniyordu. Kör Mamo, elinden mavzeri hiç eksik etmediği
gibi bir de belinde kocaman bir tabanca taşıyordu. Ara sıra silahını çekip
çiftlikteki ağaçlara nişan alır, ateş ederdi. Ali'nin çocukları, bu adamı
gördüklerinde korkar, ürkek birer tavşan gibi hemen eve kaçarlardı. Hamit Ağa,
cimri olmasına rağmen son derece iyi giyinen, Fransızca konuşan, herkese
tepeden bakan, kendini beğenmiş birisiydi. Yalnız kendi gibi ağalarla iyi
konuşurdu. Lüks arabalarla Antakya'ya, İskenderun'a gider, yer, içer, eğlenir,
keyfine bakardı. Ali çiftliğe geldiğinden bu yana vekile iş kalmamıştı artık.
Ali ile çoluğu çocuğu çalışıyor, vekil çamların altında yan gelip yatıyordu.
Çiftliğin işi çok ağırlaşmıştı. En çok da gelen misafirler yoruyordu. Yenilecek
yemekleri, içilecek içkileri, çalınacak sazları, karşılamaları, uğurlamaları
hep Ali ayarlıyor ve hiç durmadan çalışıyordu. Ali'nin karısı da oturdukları
gırmıt evi, belki ağa birgün kendilerine bağışlar diye hiç aksatmadan hizmet
ediyordu.
Fransızlar, Hatay'ı işgal ettiklerinde ağalar da
onlarla birlik olmuştu. Fransızlar ağaların ellerindeki buğday, hayvan gibi
malları yüksek bir fiyatla satın alarak onları da kendi yanlarına çekmişlerdi.
Ağalar, Fransızların ve Suriyelilerin bir dediğini iki etmiyorlardı. Amik'in
Arap’ı, Kürdü, Çerkez’i, Türkmen’i Fransızlardan yana olmuştu. Her gün köyler
basılıp kadınlar kızlar kaçırılıyor, hayvanlar çalınıyordu. Bu baskınları yapan
çapulcu çeteleri de ağaları destekliyordu. Fransızlar, ağalara sınırsız yetki
vermiş, idareyi, yargıyı, herşeyi onlara bırakmıştı. Ağalar, yerli halka
zulmediyor, binlerce dönüm tarlayı ekip biçip, iki-üç katı fiyatına Fransızlara
satıyorlardı. Buğdaylar önce İskenderun'a gönderiliyor, oradan da ver elini
Fransa. Ağalar, böylelikle bol para kazanırken, yerli halkı da açlığa ve
pahalılığa mahkum ediyorlardı. Yıllar sonra ağalarla Fransızların arası açıldı
ve ağalar, çeteler kurmaya başladılar…
Ali, çiftliğe yerleşeli yıllar olmuş, artık Amikli
olmuşlardı. Son birkaç yıldır köylerine de gitmemişlerdi. Yaz-kış çiftlikte
kalıyor, yiyecek-içecek masraflarını ağa karşılıyordu. Bayramlarda, üstlerine
başlarına giyim de alınıyordu. Ekinlerin biçildiği günlerde bol para oluyordu
ağada. Üstelik Suriye'ye kaçağa giden, yüzlerce adamı vardı ağanın. Ovadaki tüm
silahlar, incik, boncuk, kumaş, çay Suriye'den geliyordu, sırtçılar sayesinde.
Ali, iyi para biriktirmişti çiftlikte. Bütün hayali, köyünden birkaç dönüm
tarla satın alıp kendi başına ekmekti. Tütün tabakasını her eline alışında,
köydeki tütün tarlaları aklına geliyordu. Birkaç yıl daha köleler gibi çalışıp
ördek başı gibi yemyeşil olan köyüne dönmek istiyordu. Keldağ'a, sabahın
köründe şöyle bir baksa içi açılırdı Ali'nin. Dağlarda koyun otlattığı, kaval
çaldığı, türküler söyleyip Keldağ'da yankılandığı günleri özlüyordu. Dağlarda
eşkıya gibi gezip kınalı keklik, tavşan, bıldırcın, sülün avladığı günleri
anımsadıkça gözleri dolukuyordu.
Ali, çiftliğe gelip giden ağaların giyimlerine çok
imreniyordu. Ceketli, pantolonlu, işlemeli yelekli, kravatlı, bellerinde
köstekli saatleri, başlarında fötr şapkaları olan ağalara baktıkça içi
gidiyordu. Hele fötr şapka yok mu? Bayılırdı Ali. Ağaların yüzlerine değil de
üstlerine bakardı doyumsuzca. Defalarca Reyhanlı pazarına alışverişe gitmiş,
kunduralara, şalvarlara, işlemeli yeleklere bakmıştı gizlice. Bir keresinde
karısını ve çocuklarını da götürmüş, alışverişten sonra Yenişehir Gölü'nü
gezdirmişti çocuklarına. Yıllardır ayaklarında kara lastikle dolaşmaktan
bıkmıştı. Yazın sıcağında ayakları pişer, pis pis kokardı. Ayakları su gibi ter
olur, yürüdükçe vorç vorç sesler çıkarırdı. Kendisine bir çift kundura
alacaktı. Bir şalvar, bir de işlemeli yelek alacaktı. Bunları ağalar giyiyor da
yoksullar niye giyemiyordu? Yoksullar da Allah'ın kulları değil miydi? Hani
insanlar bir doğmuş, eşitti? Ne olurdu bir gün de kendisi ağa gibi yaşasaydı?
Ağalığın bir soyu, sülalesi, kanunu mu vardı? Ağalık kimden ve nasıl alınırdı
acaba? Yoksullar dokuz ay on günlüktü de ağalar değil miydi? Yoksa onlar, daha
er doğup da bütün hakları kendileri mi almışlardı? Gerekirse biriktirdiği bütün
paraları verip kundura, şalvar ve işlemeli yelek alacaktı. Fötr şapka ise
hayallerinin çok üstündeydi. Kafanın şekli bile değişiyordu fötr şapkayı
giyince. Sanki gırmıt ev saray oluvermiş gibi görünürdü kafasında. Ağalar
konuşurken duymuştu. Hava, fötrün bir yerinden girip diğer tarafından serin
çıkarmış. Amanos Dağı kadar Beylan yaylası kadar serin olurmuş fötrün içi. Ali,
yıllardır hayallerini bir sır gibi saklıyor, ailesine dahi söylemiyordu. Çoluk
çocuk duysalar, belki de gülerlerdi Ali'ye. Hele avradı da tam bir Bezgeliydi.
Kafası biraz kalındı. Bunları ne bilirdi ki o? Emmisinin kızıydı Ali'nin…
Reyhanlı pazarında gördüğü o şalvarın rengi, kesimi, duruşu gözünün önüne
geldi. Hele o kundura yok muydu ya? Parıl parıl parlıyor, adamın gözünü
kamaştırıyordu. İçi gitmişti Ali'nin.
Ali, ağanın çiftlikte olmadığı bir pazartesi günü,
doğruca Reyhanlı'ya gitti. Pazar yerine varıp daha önce gördüğü şalvar ve
kundurayı aramaya başladı. Pazartesi pazarı çok kalabalık olur, onun için çok
geniş bir alana kurulurdu. Sora sora şalvarcının bulunduğu yöne doğru gitti…
Reyhanlı'da cuma günleri de pazar kurulurdu ama o gün aşiretler meydan
muharebesi yapar, değneklerle birbirlerine girerlerdi. Yüzlerce köylü, bu
kavgalara katılmak için cuma pazarına gelirlerdi. Ölenler, yaralananlar olur
ancak kimse müdahale etmezdi. En son zaptiyeler gelir, ortalığı toplarlardı.
Arap aşiretleri, varolma savaşında birbirlerini kırıp geçiriyorlardı.
Aşiretleri de ağalar, bir bir yiyip bağımlı hale getiriyor,
köleleştiriyorlardı… Öyle bir sıcak vardı ki insanın beynini çivi gibi delip
geçiyordu. Pazar yeri pek renkliydi. Zenginler, atlarına binip gelmişlerdi.
Köylüler, ürettikleri sebze ve meyveleri, süt, yoğurt, peynir gibi ürünleri
getirmiş satıyorlardı. Doğu köylerinden getirilen yemişler, üzümler, zeytinler
pazarın ana satış maddeleriydi… Ali, elbise satılan tezgahların bulunduğu yere
geldi. Antakyalı satıcıyı bulup şalvarın fiyatını sordu. Antakyalıyla sıkı bir
pazarlık yaparak şalvarı satın aldı ve bir kağıda sardırdı. Antakyalı
satıcılar, pazarlık konusunda uzmandılar. Malın fiyatını iki-üç katı fazla
söyler, uzun uzun pazarlık yaptırırlardı adama. Müşteri de güya ucuz almış gibi
memnuniyetle alır giderdi malını… Ali, bir de kundura bulacaktı kendisine.
Antakyalıların ürettiği kunduralar çok meşhurdu. Ta Suriye'ye, Lübnan'a
gönderir satarlardı. Ali, kunduracıların bulunduğu yere gelip tezgahlara bir bir
baktı. Siyah bir kundura, şalvarın altına iyi giderdi. Bir de işlemeli yelek
alabilirse tamamdı bu iş. Birden hayallere dalıp bütün bunları giydi ve “Ver
elini Yayladağı” dedi kendi kendine… Tam istediği gibi bir kundura görünce
hemen tezgahın önünde durdu ve satıcıya, giyip denemek istediğini söyledi.
Kunduraları aldı, yerdeki hasırın üstünde giyme ye çalıştı. Giyemeyince satıcı,
keratayı verdi. Ali, kerataya şöyle bir baktı. Bununla ne yapacağını
bilmiyordu. Satıcı, hemen anladı ve nasıl kullanacağını öğretti. Kunduralar
ayağına olmadı. Geri verip büyüğünü istedi. O sırada terden vıcık vıcık olmuş
ve kokmuş ayaklarına kara sinekler üşüştü. Satıcı, yeni bir çift kundura
uzattı. Ali, bir tekini giyince: “Hah! İşte bu tam oldu.” dedi sevinerek.
Ayağını kunduranın içine iyice sokup ayak parmaklarını oynattı. Oh be! Ne
rahattı? Diğer tekini de denedi, o da oldu. Şalvarını kaptı gidiyordu ki
satıcı: “Hoop! Hemşerim!” diye uyardı. Ali, heyecandan parasını vermeyi
unutmuştu. Utanarak: “Kusura bakma hemşerim!” dedi. Satıcı, başını salladı ve
güldü. Ali: “Ne vereceğiz buna?” diye sordu. Antakyalı gene yüksek bir fiyat
söyledi. Ali, sıkı sıkı pazarlık yaparak kunduraları da aldı ve yürüdü. Sanki
ayaklarına kanat takılmıştı. Yürürken ayakları yok gibiydi. Uçuyordu Ali…
Birden, sanki herkes kendisine bakıyormuş gibi geldi, heyecanlandı. Bir-iki
yalpaladı ama sonra düzeltti. Elindeki, naylona sarılı lastik ayakkabılarına
baktı birden. Pazar yeri mahşer yeri gibiydi. Herkes birbirini ite kaka
yürüyor, alışveriş yapıyorlardı. Ali, kalabalığı yaracasına yürüyordu pazarda.
Pazardan çıkmayı hiç istemiyordu canı. Ama işlemeli yeleği şimdi alamayacaktı.
Bir tur daha atıp kunduralarının keyfini çıkarmak istedi. Şalvarı da bir
giyebilseydi… Tenha bir yer bulup şalvarı da üstüne geçirdi. Ellerini cebine
sokup ağası gibi yürümeye başladı. Şimdi bunların üstüne soğuk bir meyan
giderdi. Hemen meyancının yanına gidip: “Hemşerim. Doldur bakalım bir bardak.”
dedi. Buz gibi meyanı başına dikti. Meyan aktı gitti Afrin Nehri gibi taa uzaklara.
Ali, öyle mutluydu ki artık ölse de gam yemezdi. Şu fötr şapka yok mu ya? Ah
bir de o olsaydı… Ali, ağanın çiftlikte olmadığı günlerde odasına girer, onun
fötr şapkasını giyerdi. Aynanın karşısına geçip kendisini seyreder, odanın
içinde bir o yana, bir bu yana gider gelirdi. Ağayı taklit ederek emirler
yağdırır, bağırır, söverdi. Şapkayı çıkarıp da gırmıt evine dönünce, havası
alınmış lastik gibi söner kalırdı. Berdi yastığa sırtını verir, ard arda tütün
sarıp derin derin çekerdi içine… Ali, kunduralarına bakarak yürürken birkaç kez
birilerine çarptı. Gelip geçenler, dikkatle Ali'ye bakıp arkasından da: “Cık
cık cık.” yapıp gidiyorlardı. Pazardan çıkıp çarşıya doğru yürüdü. Belediye
binasının oradan aşağıya doğru indi. Herkes kendisine bakıyormuş gibi havalı
yürüdü. Reyhanlı caddelerini defalarca turladı. Yıllardır giydiği yamalı işlik
ve kara lastikten kurtulmuştu artık. Kendisine mutlaka işlemeli bir yelek ve
yeni bir işlik alacaktı. Reyhanlı halkı, caddelerden süslü atlarla gelip geçen
ağaları, beyleri görünce, ayağa kalkıp saygı gösteriyorlardı.
Amik Ovası, yüzyıllardır sömürünün ve köleliğin
yaşandığı bir coğrafya olmuştu. Köle Spartaküs bile yüzlerce yıl önce
özgürlüğünü kazanmış ama Amik Ovası'ndakiler, hâlâ halkasız birer köleydiler.
Ağalar, beyler, paşalar toprağı paylaşmışlar, bu yetmezmiş gibi bir de
yoksulları köleleştirmek için birbirleriyle yarış ediyorlardı. Ağalar,
aşiretlerle gizli gizli görüşüp onları birbirlerine karşı kışkırtıyor,
aşiretler de ağalardan silah, para ve akıl alıyorlardı. Böylelikle aşiretlerin
çoğunu borçlandırıp tarlalarına, köylerine el koyuyordu ağalar. Yoksul
emekçiler ise bir lokma ekmek için sınır boylarında vuruluyor, mayın
tarlalarında sakat kalıyor veya ölüyor, doğduğu topraklara bile gömülemeden,
kurda kuşa yem olup gidiyorlardı. Ağaların mülkleri çiftlikler, tarlalar,
bağlar, bahçelerdi. Emekçilerinki ise sırtlarında taşıdıkları kaçak mallardı.
Vurulduklarında malları da oracıkta kalırdı. Huğ evlerde otururlar, balıkla,
otla beslenirler, yine de şükreder dururlardı. Ağır taşların altında ezilip
yağı çıkarılan zeytin gibiydi Amik'in yoksulları. Ezenler her zaman üstte,
ezilenler de altlardaydı. Alttan kurtulmak için hiç çaba göstermezler,
birbirlerini yemek için uğraşırdı bu mülksüz, cıbır emekçiler. Çoğu zaman ağalar
tarafından kaçağa gönderilirler, sonra da jandarmaya ihbar edilirlerdi.
Karıları, kızları da çiftliklerde köle edilirdi. Ağa kamçısı ve yoksulluk
ruhlarına işlemişti. Böyle bir sistemde hak aramak ahmaklıktı. Çünkü
Fransızlar, her türlü yetkiyi ağalara vermişlerdi. Ağalar da kimseyi mahkemeye
göndermez, anında kendileri muhakeme ederlerdi. Kimilerini falakaya yatırır,
kimilerini de çiftliklerin içindeki zindan gibi yerlere attırır, günlerce aç
susuz bırakıp salıverirlerdi. Kimileri ise ölümü haketmiştir, kendi kanunlarına
göre. Kendilerine karşı gelecek olanı, bir gecede yok ediverirlerdi. Kimselerin
çıkmaya cesaret edemeyeceği höyüklerde, cesetler çürüyüp giderdi.
Bezgeli Ali de emekçilerden bir tanesiydi. Sadece
diğerlerinden biraz daha şanslıydı. Aslında kaderleri ve gelecekleri hep
aynıydı. Ağalık düzeninde giyim, kuşam, aile yaşamı hatta özel yaşam bile
ağalara endekslenmişti. Onlar ne derse o olurdu. Ali, yaya yürüyerek köyün
yolunu tuttu. Yoldan gelip geçenler de görsünler istedi giydiklerini. Yoldaki
çınar ağaçlarının altında dinlendi, tütün sardı. Kuyulardan soğuk sular içti
Ali. Amik'in rutubetli ve tozlu havasını içine çekerek yürüdü. Cebindeki küçük
aynayı çıkarıp şalvara ve kunduraya tuttu. Yürürken ne hoş görünüyorlardı
üstünde. Tarağını çıkarıp saçlarını taradı. Islık çalıp türküler söylüyordu
yürürken. Köyündekiler hep barak havası söylerdi. Maraş, Antep yöresinin barak
havaları ne de yanık olurdu. Güneş, Amik Ovası'nı cehenneme çevirmişti. Ali'nin
bahtı gibi yüzü de kararmıştı. “Şimdi Yayladağı, yayla gibidir. Bir çınarın,
bir çamın altına yatıp ayaklarını şöyle bir uzatıp dinleneceksin ya…” diyerek
hayallere daldı. Yayladağı'nda, yaz mevsimi serin geçerdi. Hatta geceleri
yorgan örtünüp yatardı insanlar. Ali, tütün tarlasındaki işleri bitince, kendi
kurduğu hamağında sallana sallana yatardı ağası gibi. Ağaçların tepesindeki
kuşlar, sanki şarkı, türkü söylerdi Ali'ye. Küfül küfül esen rüzgarda uyur
kalırdı, akşam serinliği düşünceye kadar. Yayladağı'nın tüm köylüleri,
tütüncülükle uğraşırdı. Katırların bile zor çıktığı yerleri, günlerce elleriyle
kazıp, düzeltip tütün ekerlerdi. Hele tütünler yeşermeye ve ardından da
olgunlaşmaya başladığında neşelenir, keyiflenirdi köylüler. Kocaman tütün
yaprakları sabahın erkeninde kırılır, toplanırdı. Kocaman şişlerle ince iplere
dizilir, evlerin önüne çamaşır gibi serilerek kurumaya bırakılırdı. Günler
sonra tütünler sararmaya başlayınca sevinç bir kat daha artardı. Sararan
tütünler altın rengini aldığında alt-üst edilir, yerleri değiştirilir,
çürümüşleri ayıklanırdı. Tüm köylü, çoluk-çocuk birkaç dönümlük tütün tarlasına
umut bağlar ve sabahın en tatlı uykusundan kalkıp tarlaya giderlerdi. Akşam da
eşeklerle veya yaya olarak sıra sıra evlerine dönerlerdi. Vay be! Neydi şu
köyleri? Burnunda tütmeye başlamıştı, üzerlik gibi. Çocukluğu, gençliği geçti
aklından. Üzerindeki şu giysileriyle köyüne bir gitseydi, duvar diplerinde
oturan köylülerinin yanına varıp: “Selamünaleyküm ağalar. Ben geldim.” deyip de
bir sarılsaydı yok mu ya? Ah! O da olacaktı elbet. Hele biraz daha para kazanıp
destelesin de…
Ali, Çatalhöyük'ü geçince adımlarını daha da
hızlandırdı. Bir an önce çiftliğe gidip karısına ve çocuklarına, giydiklerini
göstermek istiyordu. Yürüdüğü Reyhanlı-Kırıkhan yolu, boydan boya asırlık çınar
ağaçlarıyla süslenmişti. İnsanın, bu çınar ağaçlarının altına oturup hiç
kalkmayası gelirdi. Kimi yolcular buralarda oturur, azığını yer, suyunu içer,
yollarına devam ederlerdi. Hele çobanlar, buralardan hiç kalkmazlardı.
Çınarların üstünde tüneyen kuşlar, cıvıl cıvıl ötüşürlerdi. Zavallı serçeler,
sığırcıklar, atmacalara yem olmamak için bu çınarlara sığınırlardı. Gün boyu,
kısa mesafedeki ekin tarlalarına gider, gelir, beslenirlerdi. Bu çınar
ağaçları, tüm canlılara sığınak olurdu. Kimisine gölge, kimisine kalkan, kimisine
kale olurdu. Bir, emekçiler kendilerine yer bulamamıştı Amik Ovasında;
ağalardan ve zulümlerinden korunmak için… Ali, yürürken birden durdu. Aklına,
şipşakçıya gidip üstündeki giysilerle bir fotoğraf çektirmek gelmişti. Geri
dönüp birkaç adım attı ama Reyhanlı'dan epey uzaklaşmıştı. Kim gidecekti şimdi
o kadar yolu? Vazgeçti. Yoldan geçen arabaların çıkardığı tozlara aldırmadan
yürümeye devam etti. Müşrüfe Köprüsünü geçti. Buralarda da sağlı sollu, ağa
çiftlikleri bulunuyordu. Çiftlikleri kuranlar, genelde Türkmenlerdi. Arapların,
pek öyle çiftlik kurma hevesleri yoktu. Araplar, kendi aralarında kozlarını
paylaşadursunlar Türkmenler, tarlaları ve verimli toprakları kapmışlardı bile.
Beş kilometre yol yürüdükten sonra Ali, çiftliğe
geldi. Çok heyecanlıydı. Çiftliğin kocaman kapısından, yılan gibi süzülüp
gırmıt evinin yolunu tuttu. Evine iyice yaklaşınca heyecanı bir kat daha arttı.
Karısı ve çocukları, kendisini uzaktan görmüşler, “Acaba o mu, değil mi?” diye
dikkatli dikkatli bakıyorlardı. Ali olduğunu anlayınca hayretle bakakaldılar.
Ali, ev halkını gülerek selamlayıp, evin önündeki taşın üstüne oturdu. Karısı,
gülümseyerek: “Hoşgeldin ağam.” dedi. Ali, bıyık altından “Ağa” sözcüğüne
güldü. Karısı: “Hayırlı olsun. Pek de yakışmış.” diyerek iltifat etti. Gururu
okşandı Ali'nin. Çocukları da birer birer yanına geldiler. Gözlerinin içi
gülerek babalarına baktılar ve: “Baba. Bunları nerden aldın? Ne zaman aldın?
Kimden aldın? Bize de alacak mısın?” diye arka arkaya sorular sordular. Ali,
kiminin başını, kiminin yanaklarını okşayıp biraz şakalaştıktan sonra hepsini
savuşturdu. Karısı, hemen içeri girip bir tas ayran yaptı getirdi. Ali, kana
kana içti ayranı. Çok yorulmuştu. Yorgunıuğu yoldan değil, heyecandandı. Ali’ye
vız gelirdi bu yollar. Dağ taş demeden nice yollar yürümüştü köyünde. Hem de
ıslıklar çalıp türküler söyleyerek. Tabakasını cebinden çıkarıp bir sigara
sardı. Sararmış ve yarılmış parmaklarıyla, muhtar çakmağını çakıp sigarasını
yaktı. Çakmağı çakınca ortalığa hafif bir benzin kokusu yayıldı. Ayak ayak
üstüne atıp ağa gibi oturdu taşın üstünde. Sigaranın dumanı, parmaklarının
arasından gırmıt evin saçaklarına doğru yükseliyordu. Ali, karısına dönüp: “Bir
de işlemeli yelekle fötr şapka alacağım ilerde.” dedi. Karısı, iyi olur der
gibi başını salladı ve gülümsedi… “Karnın aç mı?” diye sordu Ali'ye. Ali,
acıkmıştı ama farkında değildi. Birden hatırladı ve: “Reyhanlı’dan humus
getirecektim ya unuttum.” dedi. Karısı, mutfağa gidip bir tepsiye tandır
ekmeği, bir tabak firik pilavı, bir tane de soğan koyup getirdi. Ali, pilavdan
bir kaşık alıp soğanı yumruğuyla kırdı. Cücüğünü çıkarıp yedi. Soğan da ne
kadar acıydı? Köylüler, soğan acıysa: “Bunu ekerken birisi osturmuş da ondan
acı olmuş” der, gülerlerdi. Ali de güldü çünkü en mutlu olduğu gün, bugündü.
Ali, karısına ağanın çiftliğe dönüp dönmediğini sordu. Henüz dönmemişti. Bir
yandan yemeğini yerken bir yandan da: “Artık buralı olduk. Ağaya emek, hizmet
verdik. Belki o da bir mal, mülk, miras bırakır da biz de zengin oluruz.” diye
düşündü. Ağadan hep birşeyler bekliyordu Ali. Ama ağalardan kalan tek mirasın,
zulüm ve kötülük olduğunu bilmiyordu… Amik Ovası, benzin döküp de tutuşturmuş
gibi yanarken bu çiftlik ne güzel esiyordu. Çam ağaçları birbirine yaslanır
gibi sallanıp duruyordu. Hele o, sulfato ağaçları yok mu? Sallandıkça adamın
üstüne yıkılacak gibi oluyordu. Amik Ovası'nda, çiftliklerin dışında kimse ağaç
dikemezdi. Sanki, ağalara özeniyorlarmış gibisinden gizli bir yasak vardı.
Amelyeler, ırgatlar gün boyu tarlalarda, güneşin altında çalışırlar da
dinlenecek bir ağaç gölgesi bulamazlardı. Ağalar, amelyeler ağaç gölgesinde
oturup da tembellik etmesinler diye tarlaların başına bir çöp diktirmezlerdi.
Kendileri ise çiftliklerinde, cins cins ağaçların gölgesinde, rakılarını
yudumlayıp butları indirirlerdi midelerine. Tek duldalık (gölgelik) yer, Amanos
Dağıydı. Oralara da çıkmak için eşkıya olmak gerekiyordu. Jandarma oraları hiç
boş bırakmaz arar, tarardı gün boyu. Fransız jandarmasının muhbirleri de yine
emekçilerden oluşurdu. Amanos'da eşkıya arayan jandarma, Amik'teki ağaları
görmezden gelirdi. Onlar, eşkıyanın onurlusunu, namuslusunu arıyorlardı. Halkı
için silahlanıp yiğitçe dağlara çıkanlar, onurlu emekçiler için elbette onurlu
ve namusluydular. Kartal yuvası gibi olan Amanos'da kimi zaman jandarmalar
vurulurdu, eşkıyalarca… Amik Gölü'nden kalkan turnalar, Reyhanlı'daki
çiftliklerin üstünden geçmezlerdi. Kırıkhan üzerinden Gölbaşına doğru uçup
giderlerdi. Hayvan olmalarına rağmen buralarda zalim ağaların yaşadıklarını
bilirlerdi. Ağaların adamları, hiç acımadan ellerindeki mavzerlerle turnaları
vurur, meze yaparlardı. Ağa çiftlikleri, birer zulüm kaleleri gibiydi. Kuşlar
bile onurluydu. Yoksulun diktiği söğüt dalına konarlardı da çiftliklerdeki
ağaçların dalına konmak şöyle dursun sıçmazlardı bile. Kaçakçılıktan, kandan, zulümden
zengin olan ağalar, Fransızların teveccühünü kazanırken halkın da nefretini
kazanmışlardı. Fransızlarla birlik olup halkın kanını somuruyor, somuruyorlardı
yarasa gibi. Bu ağaların leşlerini Asi'ye, Afrin’e atsan, nehirler kabul etmez
hemen kıyıya vururlardı belki de. Nefret edenler kadar ağalara yalakalık
edenler de vardı, Amik’te. Ağalar, ağır ağır Kırıkhan’a doğru yayılmaya
başlamışlardı…
Ali, taşın üstünden kalkıp sedirin üstüne uzandı.
Sevinçten sarhoş olmuş gibiydi. Ara ara dalıp tekrar ayıkıyordu. Gerçek yaşamla
iletişimi tamamen kopmuş, hayal deryasında kulaç atıyordu. Hayal deryasının
kimi yerleri çok derindi. Boğulabilirdi de ama o, bunu bilmiyordu. Yıllardır,
onun bunun verdiği giysileri giymekten bıkmıştı. Yayladağı'nda insanlar hâlâ camızların,
öküzlerin gönünden yapılan çarıkları giyiyorlardı. Allah da tüm bolluğu,
bereketi, serveti ağalara mı verirdi? Biraz da yoksullara, garibanlara verse
olmaz mıydı? Allah, herkesin büyük Allah'ı değil miydi?... Ağalar konaklarda,
köşklerde otururlarken yoksullar ottan, çöpten, saptan yapılmış evlerde
otururlardı. Köylüler bu evlere, “huğ” derlerdi. Kimi yoksullar, yaz kış Amik
Gölü kıyısındaki haymalarda otururlardı. Yoksulluk Amik Ovası'nda, bir it dişi
gibi sırıtır dururdu. Ağaların konakları, çiftlikleri dıştan çok güzel
görünüyordu ama aslında tam bir örümcek ağıydılar. Bu ağlara yoksullar,
emekçiler düşerdi. Bu, gözle görülmeyen ağlar, çelikten de sağlamdı. Düştükten
sonra kurtuluş olmazdı. Ağalar, emekçilerin mallarını, mülklerini, namuslarını,
beyinlerini, düşüncelerini, herşeylerini düşürmüşlerdi ağlarına… Amik Ovası'nın
her bir ucu Suriye, Amanos Dağı, Antakya, Kırıkhan ve Altınözü'ne dayanıyordu.
Uçsuz bucaksız ova, kimi kırmızı, kimi boz topraklar üzerine serilmiş kocaman
bir sofra bezi gibiydi. Amik Gölü, helkeden taşmış bembeyaz süt gibi duruyordu
ortada. Tarihe başkentlik etmiş höyükler de kambur birer adam gibi dururdu
ovanın ortasında. Amanos Dağı da bunlara ağalık eder gibiydi. Ayak ayak üstüne
atmış, yukarıdan olup bitenleri seyrediyordu, başı dumanlı… Ağalar, Amik
Ovası'nı olduğu gibi Amik Gölü'nü de parsellemişlerdi. Sandallarla attıkları
taşların gösterdiği yerler, ağalarındı. Gölün ortasındaki Büyük Höyük, doğanın
anası gibiydi. Geriden bakıldığında suyun içinde balığını gagalayan bir
dikkuyruk gibi görünüyordu.
Ali, yıllardır çiftlikteydi ancak her tarafını
gezmemişti. Yerinden kalkıp şöyle bir dolaştı, gezdi. Her şeye alıcı gözüyle
baktı. Şalvarı ve kundurayı giyince, kendini ağa mı zannetti ne? Demek insanlar
böyle, günebakan çiçeği gibi birden değişiveriyormuş… İkindi vakti geçmiş,
ovaya Amanos Dağı'ndan kara bulutlar inmeye başlamıştı. Kara insanların kara
kaderleri gibi kapkaraydı bu bulutlar da. “Amik” adı da zaten “Karanlık ve
derin” demekti. Gökyüzünde gizli bir el, ağırca siyah bir örtü kapatıyordu
ovanın üstüne. Akşamın karanlığı bastığında ova çok korkunç olurdu. İnsanlar,
önlerindeki taşları bile adam sanır, canavar sanır korkarlardı. Tüm zulümleri,
vahşetleri, soykırımları yapan, vahşi hayvanların bile tek kendilerinden korktuğu
bu insanoğlu, neden bu kadar korkaktı acaba?... Ali, kendinden geçmişçesine
havalara bakarak dolaşırken arkasından bakan karısı: “Kafayı mı yedi bu adam?
Harmandaki koca öküz gibi ne döner durur ki?” dedi içinden. Samandağ ve
Yayladağı'ndan şavkı vuran güneşin batışı, az da olsa Amik Ovası'na yansımaya
başlamıştı. Turnalar, Amik Gölü'nün üstünde “V” şeklinde dolaşıp duruyor,
akşamın keyfini çıkarıyorlardı. Turnalar, sanki çengelli iğneyle tutturulmuş
gibi aynı hizada gidiyor ve bir yarım ay çizip geri dönüyorlardı. Sesleri,
adeta çığlık atar gibiydi. İnsanlara bir mesaj mı vermek istiyorlardı acaba?
Özgürlüğün sembolü olan bu kuşlar, göktanrıya en yakın kuşlar olarak bilinirdi.
Gururuna düşkün, sade bir yaşam tarzına sahip olan turnalar, gökyüzünün engin
maviliklerinde uçarken vurdukları her kanattan, sanki bir şiirin sözleri
dökülürdü. Kimi zaman acının, kimi zaman da mutluluğun habercisiydi turnalar.
İnsanlar, diyar diyar gezen bu kuşlardan haber alır, haber gönderirlerdi.
Hasret çekenlerin ortak sesiydi turnalar.
“Telli turnam selam götür
Sevgilimin diyarına
Üzülmesin ağlamasın
Belki gelirim yanına”
diyordu ozan. Turnalar, sanki her gittikleri
diyardan bir renk getirmişçesine bin bir renk oluşturmuş, semah dönüyorlardı.
Canlar hakla buluşmuş, döndükçe dönüyor, dönüyordu. Turnalar, çiftlerinden ayrı
yaşayamaz, ömür boyu birlikte olurdu. Eğer zalim bir avcı eşini vurursa hayatta
kalan turna, sevgilisinin ölümüne dayanamaz, nefesini tutup kendisini boşluğa
bırakırdı. Bu kadar onurlu ve gururlu olan bu kuşlar, sevginin ve aşkın da
sembolüydü. Amik Gölü, bir kuş cennetiydi. Binlerce kuş türü burada barınırdı.
Amik Gölü'ne Suriye'den, Ürdün'den, Arabistan'dan, Avrupa'dan avcılar, krallar
gelir, aylarca av yaparlardı. Turnalar, kutsal sayıldıklarından kolay kolay
vurulmazdı. Ancak ağaların adamları ava çıktıklarında, ellerindeki mavzerlerle
önlerine ne çıkarsa vurur, geçerlerdi. Vurulan turna, gökyüzünden bir yaprak
gibi döne döne önlerine düşerdi. Eşini yitiren diğer turna da hemen kendini
boşluğa bırakıp intihar ederdi. Söylenceye göre turnayı vuranlar, hiçbir zaman
iflah olmazlardı. Son nefesleri turnanın çığlığı gibi çıkar, çeke çeke
ölürlerdi. Turnaların, ta Kanada'dan kalkıp Asya ülkelerine geldikleri,
buralardan da başka diyarlara gittikleri söylenirdi. Ancak Amik Ovası, yaz kış
sıcak olduğu için kimi turnalar, buraları mesken tutardı. Gökyüzünde dansedip
“Gurrruk! Gurrrruk!” ötüşürlerdi. Bir kavaldan çıkan nağmeler gibi yanık olan
sesleri, insanları mest ederdi. Turnaların, konakladıkları veya otlandıkları
yerlerde bıraktıkları tüyleri, insanlar tarafından alınır ve kutsal bir kitap
gibi saklanırdı. Özellikle genç kızlar, yakışıklı bir delikanlı ile evlenmek
için dua eder, bu tüyleri saklarlardı. İnsanlara uğur getirir, bereket
getirirdi turnalar… Aniden esen bir rüzgarla gölde dalgalanmalar olur, balık
kokusu yayılırdı tüm ovaya. Ta Reyhanlı'ya kadar gelirdi balık kokusu. Boyu
dört-beş metreyi bulan kamışlardan, gölün birçok yeri görünmez olurdu. Balık
avlayan insanlar, sönmüş bir topak kömür gibi görünürlerdi. Gün boyu sudan
çıkmaz, balık avlarlardı. Akşam olduğunda da hafif bir titreşim ve dalgalanma
başlardı gölde. Sanki tüm balıklar söz birliği edip kuyruklarını çırpmışlardı
da ondan oynuyordu sular. Bu dalgalanmalar, birçok yırtıcı ve balıkçıl kuşun işine
gelirdi. Hemen bir pike yapıp suya dalar, kocaman bir balığı avlayıp gölden
uzaklaşırlardı…
Kış aylarında aşırı yağış olunca Amik Gölü taşar,
emekçilerin köylerini siler süpürür, canlara kıyardı. Ağaların konakları ise
hakim tepelere, höyüklerin üstüne yapılmıştı. Hem de iki katlı. Ovada sinek,
sivrisinek, haşerat hiç eksik olmazdı. Sıtma, kolera, insanların sürekli
boğuştukları hastalıklardı. Afrin'den, Asi'den, Amik Gölü'nden su içen insanlar
koleraya yakalanırdı. Birçok çocuk, savaştaymış gibi kırılır, dökülürdü.
Amik Ovası'nda akşam olması, kimilerini korkuturken
kimilerini de sevindirirdi. Bunların başında da kaçakçılar gelirdi. Kaçakçılar
için gece, bayram demekti. Sabaha kadar kaç sefer yaparlarsa, onlar için o
kadar kârdı. Reyhanlı'nın köyleri olan Tiyazlı, Amada, Mağramsı, Karan, Tizin
gibi birçok köylerde kaçakçılık yapılırdı. Kimi zaman karanlıkta, bir tüfekten
çıkan çılgın bir fişek, sırtçıyı olduğu yere yığar, çığlıklar geceyi yırtardı.
Birçok yoksul, sadece bir sefer gitmek için yemin billah ediyor ancak tütüne
alıştıkları gibi kaçağa da alışıyorlardı. Kaçak baldan tatlı geliyor,
vazgeçemiyorlardı. Sırtçılar, getirdikleri kaçak malları ağaların çiftliklerine
yıkıyor, payını da alıp uzaklaşıyordu karanlıkta. Ağalar, kendileri için hiçbir
tehlikesi bulunmayan bu işten bol para kazanıyorlardı. Suriye'den getirilen
silahlar, aynı gece aşiretlere dağıtılıyor ve paraya dönüştürülüyordu. Afrin ve
Asi Nehirleri ise her iki ülkenin coğrafyasından aldıkları herşeyi karşılıklı
taşıyıp Akdeniz'e ulaştırıyordu. Çoğu zaman sırtçılar yakalanıp da
vurulduklarında, cesetleri Asi'ye ve Afrin'e atılıyordu. Nehirler, bu
günahların ortağı olmak istemez, durup cesetleri kıyıya vurmak isterlerdi
sanki.
Ali, çiftlikte dalgın dalgın gezerken karısının
ünlemesiyle irkildi. Karısı, ağanın çiftliğe döndüğünü söyleyince Ali, olduğu
yerde taş kesildi. Ne sevineceğini bildi, ne üzüleceğini. İçini aniden belirsiz
bir duygu kapladı. Sonra kendini toparlayıp üstünü başını düzeltti ve konağa
doğru yürüdü. Hamit Ağa, konağın ikinci katındaki terasa oturmuş, kahvesini
yudumluyordu. Ali, ağayı görünce koşarak tahta merdivenlerden ikinci kata
çıktı. Ağanın karşısına gelince önce esas duruşa geçti, sonra eğilip selamladı.
Ağa, tıpkı bir radar gibi bir anda Ali'nin üstünü taradı. Gözleri çanağından
fırladı, elleri titredi. Tuttuğu kahve fincanı birden yere düştü. Çok
sinirlenmişti ağa. Ağzından köpükler saçarak: “Ulan. Deyyus! Bu boktan şeyleri
giyip de, nasıl karşıma çıkarsın ulan? Yıkıl karşımdan! Terbiyesiz!” diye
kükredi. Ali, neye uğradığını bilemedi. “Ağam. Pazardan yeni aldım.” dedi ama
duyulmadı o anda. Korkudan, koşarcasına çıkıp ikişer üçer basamak indi
merdivenleri. Ağanın vekili Kör Mamo'nun, yukarı çıkmasıyla inmesi bir oldu.
Sesini çıkarmadı ama Ali'ye öyle bir bakış baktı ki adeta Azrail gibiydi. Nice
adamları boğup boğup attığı söyleniyordu. Ali'nin karısı da bağırtıya kulak
vermiş, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ağa, Ali'nin arkasından ırzına
geçilen bir genç kız gibi bas bas bağırıyordu. Akşamın bekareti, ağanın bağırtısıyla
bozulmuştu bugün. Hiç, bir ırgatın böyle giyinip de ağanın karşısına çıktığı
görülmüş müydü Amik Ovası'nda? Kimin haddine düşmüştü, ağalara mahsus giysileri
giymek? Ağalar eskisini verirse ırgatlar da giyerdi. Ya da ağa bir yer
gösterir, ırgat oradan alır giyerdi. Bunun dışında kimse ağadan habersiz ne bir
şey alabilir, ne de satabilirdi. Alırsa bu, ağayı yok saymaktı. Ağaya küfür
etmekti. Ali de şimdi öyle yapmıştı… Ali, evine geldiğinde on dakika önceki
keyfi ve neşesi kalmamış, durgunlaşmış, mahsunlaşmıştı. Karısı, hiç sesini
çıkarmadı. Çocukları da korkudan, hemen yatıp uyudular. Ali'nin gözüne sabaha
kadar uyku girmedi. Acaba, ağa kendisine ne edecekti? Kendisinden değil de
çoluk çocuğuna bir kötülük edilmesinden korkuyordu Ali. Kör Mamo'dan korkulurdu.
Ama ne pahasına olursa olsun şalvarını da kundurasını da giyecekti. Hamit Ağa
da sinirinden, sabaha kadar yatağında döndü durdu. Ali'ye, hak ettiği cezayı
verecekti…
Hamit Ağa, sabah erkenden kalkıp vekiline seslendi
ve: “Çağır şu dürzüyü bakalım.” dedi. Kör Mamo, gırmıt eve geldiğinde Ali,
giyinmiş kuşanmış, onu bekliyor gibiydi. Vekilin bir işaretiyle konağa doğru
yürümeye başladılar. Vekil önde, Ali arkada ikinci kata çıktılar. Ağa, elinde
hezeryan sopasıyla bekliyordu. Kör Mamo, birden Ali'yi tutup yere yıktı.
Ayaklarındaki kunduraları çıkarıp orta yere attı. Ali, başına geleceği henüz
bilmiyordu ama ağanın elindeki sopa da pek hayra alamet değildi. Kör Mamo,
duvarda asılı duran mavzeri alıp Ali'ye doğrulttu ve: “Yat ulan yere!
Çoraplarını da çıkar!” dedi. Ali, itiraz edecek oldu ama ağanın bakışları
karşısında “gık!” bile diyemedi. Çoraplarını çıkarırken falakaya yatırıldığını
anlamıştı artık. Kör Mamo, mavzerinin kayışını Ali'nin ayaklarına geçirip
birkaç kez döndürdükten sonra mavzeri iki ucundan sıkıca tuttu. Bir ayağıyla
Ali’nin döşüne basarak ayaklarını iyice havaya kaldırdı. Ağa, gök gürlemiş
gibi: “Kim seni böyle giydirip de karşıma saldı lan? Kim? Söyle!” diye bağırdı.
Ali korkmuştu. Ne deseydi acaba? Birisinin adını söylese kurtulabilir miydi? Ya
sonra çağırıp da kendisini yüzleştirirlerse? Yalan söyleyemezdi. Doğruyu
söylemesi gerekirdi. Hem bu giysileri çalmamıştı ki. Çalışıp çabalayıp alnının
teriyle almıştı. Ali, bunları düşünürken ağa, elindeki kalın sopayla arka
arkaya Ali'nin ayaklarına vurmaya başladı. Ali, yalvarırcasına: “Kimse
giydirmedi ağam. Ben kendim aldım! Reyhanlı pazarından satın aldım!” deyince
ağa, daha da hiddetlenmiş vuruyordu, vuruyordu. Ali’nin öyle çok canı yanıyordu
ki bağırmamak için dişlerini sıkıyordu. Ağa, kendini kaybetmişti adeta. Sopayı
öyle bir salladı ki neredeyse Kör Mamo'nun yüzüne değecekti. Mamo, bir kedi
çevikliğiyle anında yana kaydı. Ağa, aralıksız vurmaya devam ediyordu. Ali,
bağırmamak için kolunu ısırıyordu. Kolu mosmor olmuştu ısırmaktan. Ağa,
kudurmuş gibiydi. Duracağı yoktu… Ağanın kullandığı hezeryan sopası bir çeşit
bambudan yapılıyordu. Lübnan'dan, Ürdün'den özel olarak getirtilen bu sopalar,
dikkatli vurulursa kanatmazdı. Vurulduğu yerde izi çıkmaz, adamın içini
parçalar ve çok acı verirdi. Ağaların konaklarında mutlaka bir mavzer, bir de
hezeryan sopası bulunurdu. Demokles’in kılıcı gibi ağaların odasının baş
köşesinde asılı dururdu bunlar. Gerektiğinde hemen indirilip kullanılırdı ve bu
sopadan yiyen adam, bir daha iflah olmazdı… Hamit Ağa, sopayı kaldırıp indirip
vurmaktan yorulmuştu. Durdu ve vekiline: “Çöz şu dürzüyü de şu boktan şeyleri
bir daha giysin bakalım!” dedi. Kör Mamo, kunduraları getirip itin önüne kemik
atar gibi Ali’nin önüne attı. Ali'nin ayakları mosmor olmuş, şişmişti. Şimdi
nasıl giyecekti bunları? Hem giyse ağa daha çok kızmaz mıydı? Ama ağa, “giysin”
diyordu. Giyecekti mecburen. Doğrulup ayağa kalkmaya çalıştı. Dengesini yitirip
düştü. Ayakları öyle uyuşmuştu ki yok gibiydi. Hiçbir şey hissetmiyordu.
Kalkamayacağını anlayınca kunduraları eline alıp yattığı yerden giymeye
çalıştı. Ama kunduralar küçülmüş, bir türlü ayağına olmuyordu. Ali'nin başı
dönüyor, gözünün önünde yıldızlar uçuşuyordu. Kör Mamo: “Giy ulan şunları!
Giy!” diye bağırdı. Ali giyemeyince kendisi giydirmeye çalıştı ama olmadı.
Ali'nin kolunu omuzuna atıp ayağa kaldırdı. Kunduraları tekrar giydirmeye
çalıştı yine olmadı. Sonra ağanın bir işaretiyle Ali’yi yere bıraktı. Ağa,
Ali'ye: “Kunduran hayırlı olsun Ali ağa! Sonra giyersin artık!” dedi. Sıra şalvar
sopasına gelmişti. Ağa: “Ters çevir şunu!” dedi. Kör Mamo, Ali'yi yüz üstü
yatırdı. Ağa, hezeryanı sıkıca tuttu ve bacaklarına, dizlerine, baldırlarına
arka arkaya vurmaya başladı. Ali, bağırmamak için çok dişini sıkmıştı ama
baldırına tersten yediği bir sopa darbesiyle öyle bir bağırdı ki karısı ve
çocukları duydular, bu bağırtıyı. Ali, bağırmamış, adeta böğürmüştü acıyla.
Birden kalkıp odanın içinde bir o yana, bir bu yana kaçmaya başladı. Kör Mamo,
Ali'yi yakalayıp yere çarptı. Ne yeryüzünde, ne gökyüzünde kendisini kurtaracak
kimse yoktu. Bayılmak üzereydi. Peşpeşe yüzlerce darbe inmişti her yanına. En
son başına aldığı bir darbeyle leş gibi yere serildi. Ağa, hâlâ vuruyordu ama
Ali, bayılmıştı artık. Hiçbir şey hissetmiyordu. Ali, kanlar içinde, ağa da
kan-ter içinde kalmıştı. Vekiline: “At şunu dışarı!” dedi. Kör Mamo, Ali’yi
kolundan tutup omuzladı ve sürükleye sürükleye ikinci kattan aşağıya indirdi.
Kanlı hezeryan sopası, ağanın elinde öylece kalmıştı. İt gibi ağzından
burnundan köpükler saçılıyor, eli ayağı titriyordu. Hıncını hâlâ alamamış,
Ali'nin arkasından: “Ulan. Sen kim, şalvar kundura giymek kim? İt soyu! Bu
ağalığın da bir haysiyeti var ulan! Nerde kaldı bizim ağalığımız?!” diye sövüp
sayıyordu. Sonra elindeki sopayı hızla yere çarptı, yerdeki halıya kanlar
sıçradı.
Karısı, Ali'yi vekilin sırtında görünce bir çığlık
attı. Vekil, öyle bir baktı ki kadın, eliyle ağzını tuttu. Ali'yi gırmıt eve
götürüp içerdeki hasırın üstüne yatırdılar. Ali, ölmüş gibiydi. Ses soluk
yoktu. Vekil dışarı çıkınca Ali’nin karısı: “Ali’yi hastaneye götürelim. Yoksa
ölecek.” dedi yalvarırcasına. Vekil: “Olmaz!” deyince kadın, ne yapacağını
şaşırdı kaldı. Hemen içeri girip Ali’nin üstündeki giysileri çıkardı ve kapının
önüne attı. Hemen su ısıtıp, sıcak suyla her yerini temizledi. Ali, gözlerini
açamıyor, inim inim inliyordu. Hamit Ağa, arabasına binip hızla çiftlikten
uzaklaştı. Kör Mamo, Ali'nin kunduralarını da getirip kapının önüne attı,
gitti. İki-üç saat sonra bir doktorla birlikte tekrar geldi. Doktor, Ali'nin yaralarına
baktıktan sonra bir iğne yaptı. Bir de merhem bırakarak, birkaç gün gelip iğne
yapacağını söyledi ve gitti. Karısı, Ali'nin yaralarını tekrar temizleyip
merhemledi. Böylece, birkaç gün iğneleri yapıldı, merhemleri sürüldü ve Ali,
gözlerini açtı. Karısı, Ali’ye çok iyi bakmıştı ama gene de ölü gibiydi.
Günlerdir içmediği tütünü bile canı istemiyordu. Karısının, ağzına kaşıkla
verdiği çorbalardan başka birşey yiyip içemedi… Kanlı şalvar ve kundura,
günlerdir evin önünde ceset gibi duruyordu. Ali'nin karısı, onları iyice
yıkayıp temizledi ve birgün olur da Bezge'de giyer diye sandığın dibine attı.
Ali'ye de onları yaktığını söyledi.
Hamit Ağa, günlerce çiftliğe uğramamıştı. Birgün,
sabahtan çıkıp geldi. Kör Mamo, anında arabanın yanında bitti ve kapısını açtı.
Ağa, iner inmez Ali'nin durumunu sordu. Sonra da: “Ali'ye göz kulak ol! Hiçbir
yere gitmeyecek. Burada kalacak. Gitmeye kalkarsa vur!” dedi. Kör Mamo: “Baş
üstüne ağam!” deyip emri kabul etti. Ali, ağalığın yazılı olmayan kurallarını
geç de olsa öğrenmişti. Bir daha ne şalvar, ne de kundura giymeyecekti. Ağanın
kurallarına göre yaşayacaktı. Günler sonra iyice iyileşip ayağa kalktı. Ağanın
çağırması üzerine gidip kendisinden af diledi, elini öptü… Uzun yıllar
çiftlikte kaldı Ali. Çocukları büyümüştü. Çiftlikten ayrılıp köyüne dönmek
istediyse de ağa, izin vermedi. Ağa ne verdiyse onu giydiler, ne verdiyse onu
yediler ve bir daha da seslerini çıkarmadılar. Çocukları da ırgat oldular,
ağaya hizmet ettiler.
Onyedi yıl sonra Kör Mamo öldü. Hamit ağa, Kör
Mamo'nun yerine Ali'yi vekil atadı. Ali, şimdi vekil olarak ağanın
hizmetindeydi. Köyünden on dönüm tarla almıştı ama bir türlü gidip de sarı
tütünler yetiştiremiyordu. Ali, ölünceye kadar ağanın yanında köle gibi
çalıştı. Amik Ovası'nın, emekçilerinin yazgısı hiçbir zaman değişmedi.
Fransızlar, hâlâ Hatay'da, Amik Ovası'nda, ağalar da onların emrindeydiler.
Fransız emperyalizmi, tıpkı Cezayir'de olduğu gibi Hatay'da da katliama,
soykırıma devam ediyordu. İşbirlikçileri de ağalardı.
Yazarın
Sonraki Yazısı