ÇÖRTÜK RASİM
ÖYKÜ-ERHAN PALABIYIK
Kayadibi köyü, Gümüş Dağı'nın eteklerine
kurulmuştu. Dağda bir zamanlar gümüş madeni bulunduğundan adını gümüşten
almıştı.
Üçgen
biçimindeki bu dağ, güneş vurduğunda bir ayna gibi parlar, ışıltısı köye
vururdu. Köylüler, dağın sert ve keskin kayalarını söküp, oyup yerine evler
yapmışlardı. Nice köylü, bu kayaları sökerken altında kalmış, ezilmiş, sakat
kalmıştı. Yine de kocaman kayaları birer kesek parçası gibi söküp yığmışlar,
zafer kazanan köylüler olmuşlardı. Bu taşlar hem dayanıklı, hem de sıcak tutma
özelliği olduğundan çok kıymetliydi. Köylüler evlerini bu taşlardan
yapıyorlardı. Herkes kendi evini kendisi yaptığı için evler eğri büğrü olmuştu.
Geriden bakıldığında evler yana yatacakmış, öne devrilecekmiş gibi görünürdü
ama şimdiye kadar hiçbiri yıkılmamıştı. Köylüler, evlerinin üstünü dağdan
getirdikleri taze meşe ağaçlarıyla kapatıp ağaçların üst kısmını çamurla
sıvamışlardı. Meşenin taze yaprakları evin içine hoş bir koku yayardı. Kış
aylarında, evlerin içinde şömine ve meşe sobası yakılırdı. Şöminenin sıcağı
tavana vurduğunda, meşe yaprakları öyle güzel kokardı ki insanlar adeta sarhoş
olur, güzel bir uyku çekerlerdi. Kaya dibi köyüne kış boyunca kar yağar,
ilkbaharla birlikte de yağmurlar başlardı. Gümüş Dağı, Kaya dibi köyünün bir
kalkanıydı adeta. Dağ olmasa aylarca yağan karlar ve sert esen rüzgârlar, köyü
alıp ovaya indirir, oradan da Delice Irmağına dökerdi mutlaka. Evlerden aşağıya
inmek için de açtıkları patika yolları kullanırlardı. Kadınlar, sabahtan akşama
kadar aşağıdaki pınara gidip gelirler ve çok yorulurlardı. Kızlar pınarı adını
verdikleri bu pınar üç gözlüydü ve suyu yaz-kış akardı. Yaz aylarında, tüm
çocuklar bu pınarda yunarlardı. Kadınlar, çamaşırlarını burada yurlar, evlerine
de yine bu pınardan su taşırlardı. Helkelere doldurdukları suları, yokuş başına
kadar eşeklerle getirilerdi. Sonra da helkeleri iki ucu çengelli değneklere
takar ve omuzlarına alıp evlerine kadar götürürlerdi. Yokuşu keklik gibi seke
seke inen kadınlar, helkeleri omuzlayınca yük katırı gibi tıslaya tıslaya
çıkarlardı. Bu yüzden çoğu kadının belleri kamburlaşmıştı. Kadınların işi çok
zordu. Gün boyu çoluk çocuğa, mala, davara, tavuğa, cücüğe hep kadınlar
bakardı. Kimileri dokuma tezgahlarında kilim dokur, kimileri ıstarın başına geçip
işliklik, elbiselik, çuha dokurlardı. Yünden ellik, çorap, başlık örer, evin
geçimini sağlarlardı. Köyün erkekleri, tembel heriflerdi. Kadınlar arı gibi
çalışırken onlar, sobaların yanında kedi gibi yatarlardı. Kimileri
ayaklarındaki çarıkları onarır, kimileri karasabanı tamir ederdi. Kimi zamanlar
dağda keklik, tavşan avlarlar, kimi zamanlar da dağdaki ormandan gizlice odun
keserlerdi. Odunları Yerköy'de, Çerikli'de satar, karşılında da yağ, tuz, gaz,
kibrit alır, köye dönerlerdi.
Aşağıdaki Sekili Ovası ise bolluk ve bereketin
simgesiydi adeta. Köylüler: "Kayadibi'nden taş götürüp Sekili Ovası'na
eksen, yeşerir." derlerdi. Kayadibi'ndeki tüm tarlaları, meraları Kemal
Ağa ekip biçerdi. Köylüler, tarlaların yanına bile yaklaşamazlardı. Ağanın,
ayağının değdiği ve işaret ettiği yerler onun mülkü sayılır, ona tapulanırdı
adeta. Kemal Ağa, tarlalardan aldığı mahsulleri Sekili Ofisine götürüp satardı.
Kemal Ağadan arta kalan verimsiz, taşlık, kayalık tarlaları da ancak ağanın
izniyle bazı köylüler ekip biçerdi. Köylüler, bu andak dikeni, devedikeni ve pıtraklar
dolu birkaç evlek tarlayı ekip biçmek için ne çabalar sarf ederlerdi. Kemal
Ağa, elini dahi vurmadan bu tarlalardan pay alır, ambarına atardı. Buğday
ambarları, köydeki ağaçlardan yapılırdı. En büyük ambar, Kemal Ağanın
ambarıydı. Köylüler, kendi ambarlarına sadece kışlık yeygisini koyardı. O da
çabucak biter, tükenirdi. Güzden, bu buğday ve arpaları değirmende öğüttürüp
kıl harallara doldururlar ve kilerlerde saklarlardı. Arpa unundan zavar yaptırıp
öküzlere top yapar, yedirirlerdi. Kış mevsimi uzun sürerse köylüler, bu zavardan
ekmek yapmak zorunda kalırlardı. Arpa ekmeği çok kötü olurdu ama başka çareleri
de yoktu.
Kemal Ağa, bölgenin en zenginiydi. Çevre köylerde
de otorite sağlamıştı. Sanki tanrının yeryüzündeki yansımasıydı. Sınırsız
yetkiye sahipti. Astığı astık kestiği kestikti. Her şey onun vicdanına kalmıştı
ama vicdan ne gezerdi onda? Tarlalarında tırpancı, kalıççı (orakçı) çalıştırır,
sonra da hakkının vermeden kovardı. Kimse, çalışmak için onun kapısına gitmek
istemezdi. Ancak korkudan, mecburen amelelik ve ırgatlık yaparlardı. Çoluk
çocuğun bile hakkı vardı ağada ama veren yoktu. Hiçbirisi karşısına geçip de:
"Hakkımı ver Kemal Ağa!" diyemezdi. Hele bir desinler, başlarına geleceği
Allah bile bilemezdi. Köylüler, şamar oğlanı gibi olmuşlardı. Ağa, dövdüğünü
döver, sevdiğini severdi. Ağa kendilerine ne verirse ona razı olur, çeker
giderlerdi. Kimi zamanlar, bir delilik edip ağanın karşısına dikilenler de yok
değildi. Ancak onların da akıbetlerini kimse bilmiyordu. Kim bilir hangi
yılanın deliğine gömülmüşlerdi? Köylüler, ağadan korktukları kadar Allah'tan
korkmazlardı. Allah, öbür dünyadaydı ve ne yazdıysa orada çekeceklerdi. Ama
Kemal Ağa bu dünyadaydı ve cezası da peşindi.
Kemal Ağa, iri yarı tam bir insan azmanıydı. Yaban
domuzu gibi bir kafası, kalın ve gür kaşları, dana gözü gibi iri iri çakır
gözleri, kocaman kıllı kulakları vardı. Hele o kocaman burnundaki kıllar,
yabani yemlik gibi sarkardı. Hafif sakallı yüzü de buruş buruştu. Şöyle bir
baktı mı ortalığı bıçak gibi keserdi. Kimse yüzüne bakmaya cesaret edemezdi.
Üzerine giydiği takım elbise, bir ayının üstüne atılmış çul çaput parçası gibi
dururdu. Yeleğinin cebindeki altın kaplama köstekli saatini çıkarıp da baktığı
zaman gözleri tıpkı bir camıza benzerdi. Parmağındaki altın yüzük ışıl ışıl
parlardı. Belindeki eskimiş tabanca kılıfı hemen dikkat çekerdi çünkü köylüleri
korkutup sindirmek için tabancasını görünecek şekilde taşırdı. Kayseri'den
getirttiği iskarpinleri de boyasızlıktan çatlamıştı. Hem hödük hem de pis bir
adamdı. Öyle pis ki çoğu zaman burnunu ceketinin koluna silerdi. Kocaman karnı,
kendisinden iki adım önde giderdi. Kemal Ağanın atı da kendisi gibi iri
yarıydı. Atına binebilmek için konağının önündeki taşın üstüne çıkar,
çocuklarının yardımıyla binerdi. Köy odasına ya da köy kahvesine geldiğinde de
köylüler, hemen yerinden fırlayıp atın dizginlerinden tutar ve birkaçı birden
yarış edercesine ağayı attan indirirlerdi. Kemal Ağanın Arap atı, pek
alımlıydı. Gümüş koşumlarıyla köyün içinde gider gelirdi. Çoğu zaman kuyruğunu
topuz yaparlar, at, tıpkı mini etek giymiş İstanbul kızları gibi tıkır tıkır
yürürdü. Köylü, ağanın gelip gittiğini atın nal seslerinden anlarlardı çünkü
bir tek ağanın atı vardı.
Kemal Ağa, köy odasına veya köy kahvesine
geldiğinde her zamanki yerine oturur, köylüler de etrafına toplanır, yağcılık
yalakalık ederlerdi. Ağa, onlara hiç yüz vermezdi.. Gümüş kaplı tütün
tabakasını çıkarır, Ankara'dan getirttiği uçlu Sipahi sigarasından bir tane
çıkarır, acı kahvesiyle birlikte içerdi. Köylüler, yüz bulamayınca yavaş yavaş
yanından uzaklaşır, ağayı kendi haline bırakırlardı. Kemal ağanın cebi, her
zaman bir torba gibi köylülerden aldığı senetlerle doluydu. Kahvesini
yudumlarken senetleri çıkarır, bir bir kontrol eder, tekrar cebine koyardı.
Köylüler, "Ah şu senetleri, şunun elinden bir alabilsek." diye iç
geçirirlerdi. Ancak korkak ve ikiyüzlüydü köylüler. Tosbağa gibi kafalarını
kabuklarına çekerek yaşarlardı. Sabahtan akşama kadar ağanın malını, mülkünü,
namusunu çekiştirirler, ağayı görünce de hürmet etmekten, yağcılık yalakalık
etmekten geri kalmazlardı. Ağanın, hakkını vermediği köylüleri bir meydana
toplasan, küçük bir köy ederdi her hal. Köylüler, bir ağadan, bir de veremden
çok korkarlardı. Ağanın adını bile duysalar esas duruşa geçerlerdi. Verem
hastalığı da yoksul hastalığıydı. Kimi zaman muzip bir köylü, kahvede otururken
birden ayağa kalkıp: "Hoş geldin ağam! Sefalar getirdin. Buyur hele
buyur!" der, herkes birden, alay komutanı teftişe gelmiş gibi hazır ol
vaziyetine geçerlerdi. Bunun bir yarenlik olduğunu anladıklarında da söver
sayarlardı. Ağanın adı, zemheri soğuğu gibiydi. Duyduklarında içlerini
üşütüyor, titretiyordu. Çünkü ağanın acıması yoktu. Birçok köylüyü böyle
borçlandırmış, sonra da evlerine, bostanlarına el koymuştu. Kimi köylüler de
ağanın şerrinden kurtulmak için Ankara'ya, Kırıkkale'ye gidip yerleşmişlerdi.
Mallarını koruyamıyor, hiç olmazsa canlarını, namuslarını korumak için köyü terk
ediyorlardı. Yani ağayla dalaşmaktansa çalıyı dolaşmak daha evlaydı köylüler
için.
Köylüler, ekmeklerinden aşlarından kestikleri üç
beş kuruşla çevredeki silah kaçakçılarından, gizlice tabancalar aldılar ama
hiçbir zaman bunları Kemal Ağaya karşı kullanamadılar. Zulüm bir poyraz gibi
esiyor, bağırlarını yakıp kavuruyordu. Herkesin içinde ağaya karşı durmak vardı
ama hiçbiri buna öncülük etmeye cesaret edemiyordu. Kemal Ağa, zulmünü katmerleşerek
sürdürüyordu çünkü kendisine hesap soracak hiç kimse ve makam yoktu. Herkes her
işi Allah'a havale etmiş, mahşer gününü bekliyordu. Elbet Allah, bir gün bu
zulümlerin hesabını sorar, Kemal Ağayı kaynar kazanlarda yakardı. Köylüler de
haklarını, öbür dünyada alırlardı. Allah-u Teala, kullarına bu dünyada yardım
etmiyor, sadece sağ ve sol omuzlarındaki günah ve sevap defterlerine birer
çizik atıyordu. Köylülerin anası ağlıyordu ama Kemal Ağanın taşşağında bile
değildi. Malına mal, mülküne mülk katıyordu. Devletin ileri gelenleri arasında
itibarı da vardı, gerisi umurunda değildi.
Kaya dibi köyü, bin bir çeşit ağaçlarıyla, meyveleriyle,
bağlarıyla, bostanlarıyla, kuşlarıyla, çiçekleriyle, böcekleriyle tam bir
cennet mekanıydı. Hele o, asırlık ceviz ağaçları yok mu? Ceviz yemekten
çocukların elleri kınalanmış gibi olurdu. Dağlardan, tepelerden şırıl şırıl
akan soğuk sular her şeye bedeldi. Yaz aylarında, bostan tarlaları bir başka
koku verirdi insanın ruhuna. Sanki dünyanın tüm nimetleri, güzel kokuları,
renkleri burada toplanmış gibiydi. Ve bunların tek sahibi, Kemal Ağaydı.
Kayalarında keklikler öten, ormanlarında tavşanlar gezen ve dağlarından kekik,
narpuz, paryavşan, üzerlik kokuları yayılan bu güzelim Kaya dibi köyü, ağanın
elinde oyuncak olmuş ve kızlığı bozulmuş kınalı bir genç kız gibiydi. Kemal
Ağa, bir jandarma karakolu kurdurmuştu Kayadibi'ne. Sık sık bir koyun leşi giderdi
karakola. Ağaya karşı çıkmaya, hak aramaya kalkışanlar, bu karakola çekilir ve
eşek sudan gelinceye kadar dövülürdü. Ağanın adamları, köy kahvesinde sudan
bahanelerle hır çıkarır, sonra da köylüleri karakola çektirirlerdi. İyi bir
dayaktan sonra ağa, hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi karakola gelir, güya
köylüleri kurtarırdı. Danışıklı bir dövüştü bu. Kimi köylüler, karakolda
falakaya yatırılır, ayakları Ramazan davulu gibi oluncaya kadar dövülür ve
evlerine salınıverirdi. Köylüler, bu şişlikleri indirmek için yeni kesilmiş bir
koyun veya keçi postu bulmaya çalışır, ayaklarını bunlara sararlardı. Doktor
yok, ilaç yok. Olsa da para yok. Kağnı ile Yerköy'e gitmek de bir ölüm zaten.
Vesait yok, götürecek adam yok. Jandarma, köyü ve köylüyü korumak için değil de
ağayı korumak için kurulmuştu. Köylülerin nesi vardı ki korunacak? Tıpkı Mayıs
ayında kırkım yapılmış keçi gibi cıbırdılar. Mal yok, mülk yok. Nesini
koruyacaktı ki jandarma? Devlet, ağaya karşı en küçük bir kıpırtı olsa anında
köye damlardı. Ama bir köylü öldürülse aylar sonra haber alırdı. Bir de askere
almak ve öşür toplamak için elini çabuk tutardı. Hizmette tosbağa gibi yavaş
davranan devlet, temsilcisi olan ağayı korumak için cemsellerle yüzlerce
jandarma yığardı köye. Ağanın namusu ve itibarı, devletin namusu ve itibarıydı.
Ağa, devlet demekti.
Kemal ağa, boğazına düşkün olduğu kadar uçkuruna da
düşkündü. Köyün içinde gün boyu, Arap atıyla rahvan gidip kızlara, gelinlere
göz dikerdi. Kocası askerde olanlara dolanmayı pek severdi. Köyün erkekleri,
köyün içinde hiç gezmezlerdi. Küçük bir köy olduğu için en ufak bir dedikodu
gaz ocağı gibi alevlenirdi. Ancak ağaya her yer serbestti. Çoğu zaman tırıs
gider, atın üstünde it titriyormuş gibi zıngırdardı. Köyün kadınları, ağanın
yan baktığını görünce: "Boyu devrilesice namıs düşmanı! lrzı kırık! Senin
hiç mi namısın, şerefin yok?" diye söylenerek avlulardan içeri girer,
topluların (pencere) perdelerini sıkı sıkı kapatırlardı. Ağanın itine baksan
namustu da kadınlarınki çaputtu sanki. Köylüler, içten içe bıçak gibi
bileniyorlardı ama bir türlü kesemiyorlardı. Çocuklar bile ağaya kin besleyerek
büyüyorlardı. Gün olur harman olur da bu devir değişir miydi acaba? Kim bilir?
Bakarsın bir gün ağalar da zulümleri de kaybolur giderdi. Cumhuriyet rejiminde
ağa, bey, paşa, şeyh, şıh olmayacak demişlerdi. Rüzgar ekenler, bir gün fırtına
biçeceklerdi. İş, o rüzgarın yönünü değiştirmekti.
Kemal Ağanın konağı, bir gece kimliği belirsiz
kişilerce kurşun yağmuruna tutuldu. Ancak ağaya birşey olmadı. Çünkü o geceyi
ikinci avratının yanında geçirmişti. Kurşunlayanlar, bunu öğrendiklerinde çok
üzüldüler. Kaya dibi jandarması, genç yaşlı demeden tüm köylüyü falakadan
geçirdi ancak hiç kimse, "Ben yaptım" demedi. En çok üzerinde durulan
kişi, Camız Bekir oldu. Yıllar önce Camız Bekir'in kızı Gülsüm'le Kemal Ağanın
adı çıkmış, kız da namusu uğruna samanlıkta kendini asmıştı. O zaman jandarma,
bu olayın üstünü hemen kapatmış, sıradan bir intihar olayıymış gibi
geçiştirmişti. Oysa bu olayın tek sorumlusu Kemal Ağa idi. Kurşunlama olayından
sonra onlarca resmi görevli, müdürler, kaymakamlar, valiler, kumandanlar, Kemal
Ağaya geçmiş olsun ziyaretine geldiler. Topu topu iki tabak, cam kırılmıştı ama
ağanın malı, devletin malıydı. Bunun hesabı mutlaka sorulmalıydı. Kemal Ağa,
ziyaretine gelenleri, davarlar koyunlar keserek konağında ağırladı. Yedirdi,
içirdi ve uğurladı. Günlerce bu olay üzerinde duruldu. Ağa, devlet nezdindeki
gücünü göstermek için her türlü çabayı sarf etti. Yerköy'den, Kayadibi
karakoluna takviye kuvvet gönderildi. Günlerce, evlerde aramalar taramalar
yapıldı. Evdeki dededen, atadan kalma kılıçlara, kamalara bile el konuldu.
Köylüler, adliyelere sevk edildiler. Ne gece, ne gündüz kahvehanelere gitmez
oldular. Gündüzleri duvar diplerinde birikip konuştuktan sonra erkenden evlerine
döndüler. Çerçici kılığına girmiş gizli görevliler, köylülerden laf almaya ve
kurşun sıkanları bulmaya çalışıyordu. Köylüler bezdirilmek isteniyordu.
Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Kemal Ağanın evinin kurşunlanması, halkta bir
bilinç uyanmasına neden oldu. Ancak bu bilinç ve kıpırdanma, bir çakmak taşının
çıngısı kadardı. Kavı tutuşturmaya yetmezdi. Dağları, ovaları tutuşturacak bir
ateşe ihtiyaç vardı. Kurşunlama olayı, jandarma ve ağa üzerinde öyle bir etki
yarattı ki Kemal Ağa, yanında onlarca adamı olmadan evinden dışarı çıkamaz
oldu. Kemal Ağa, köylülerin hakkı olan ve kesimine izin verilen meşeleri
kestirip odun olarak Yerköy'deki, Yozgat'taki devletin ileri gelenlerine
gönderiyordu. Ayrıca gönderilen sütlerin, peynirlerin, yağların, balların haddi
hesabı yoktu. Kurbanlık koyunlarını bile Kemal Ağa gönderiyordu. Elbette ağa da
korunup kollanacaktı. Ne de olsa yiyen ağız utanırdı.
Devir, Halk Parti devriydi. Tek parti iktidarı,
ortalığı kasıp kavuruyordu. Halk vergilerden, jandarmalardan bıkmış usanmıştı.
Alınan ağır vergilerle köylülerin kanı, kene gibi emiliyordu. Tam bir
diktatörlük devriydi. Oysa Milli Kurtuluş Mücadelesinde bu halk, cephenin en
önünde yer almış ve düşmanı denize dökmüştü. Şimdi bunlar unutulmuş, tüm yetki
ve salahiyetler ağalara, beylere verilmişti. Ballı börekli içki sofralarında
hep ağalar, beyler, paşalar vardı. Fossuh İsmet, pembe köşkünde gününü gün
ediyor, yiyip içiyordu. Köylünün içine çıkacak ne yüzü vardı, ne de cesareti.
Oysa Mustafa Kemal Atatürk: "Köylü milletin efendisidir" demişti.
Efendilik şöyle dursun, artık bir köleydi köylüler. Kurtuluş Savaşı'nda düşmana
karşı savaşanlar, şimdi cephenin gerisinde kalmışlar, düşmandan kaçan,
Osmanlı'nın iti, kulu, köleleri de baş tacı edilip devletin en iyi yerlerine
getirilmişlerdi. Cumhuriyet Devrimi, kısa sürede karşı devrimci Osmalılar'a
kaptırılmış, Cumhuriyet çürümeye başlamıştı. Sözde, hilafet kaldırılmıştı ama
Osmanlı'nın kırıntıları, cumhuriyetçi kılığında, devletin her kademesinde görev
başındaydılar. Tek değişmeyen, ordu kademeleriydi. Fossuh İsmet Amerikan uşağı
olmuş, demokrasi adı altında Cumhuriyet Devrimi çizgisinden iyice kopmuştu.
Zaten Halk Partisi de kazan gibi kaynıyordu. Yakında kazanın dibi yanacaktı.
Hem de öyle bir yanacaktı ki hiç kimse bu kazanı temizleyemeyecekti. Köyler
bitten, sıtmadan, çekirgeden geçilmiyordu. Fossuh İsmet bunları bilmiyor muydu?
Atatürk yaşasaydı bu Fossuh İsmet'i astırmaz mıydı acaba? İsmet, devleti bir
bit gibi yiyip bitiriyor, kimseler buna sesini çıkaramıyordu. Tek adamdı çünkü.
Yedi düveli yenen Türk köylüsü bir, sağır İsmet'le baş edemiyordu. Yoksa bu
cumhuriyet boşuna mı kurulmuştu? Madem zulüm devam edecekti de neden Osmanlı
yıkılmıştı? Bu halk, altıyüzelli yıl Osmanlı'nın zulmünden erim erim erimemiş
miydi? Ne gerek vardı Osmanlı'yı yıkmaya öyleyse? Hani cumhuriyet, Mustafa
Kemal'in dediği gibi kimsesizlerin kimsesi olacaktı? Neden ağaların şemsiyesi,
kalkanı oldu bu cumhuriyet? Yoksullara, ezilmişlere, kimsesizlere yer yok muydu
cumhuriyetin kara treninde? Hani bir ağayla, beyle, paşayla bir köylü eşit
olacaktı? Nerde kaldı o kara günlerde verilen namus, şeref sözleri? Ah Atatürk!
Seni çok arayacağız. Neden bizi bu, kadir kıymet bilmez, Fossuh İsmet'in
insafına bırakıp da gittin? Bir gün olsun cephede savaşmamış birisinden
Reisicumhur mu olur hiç? Nerede bizim namuslu, şerefli paşalarımız,
kumandanlarımız? Cumhuriyet neden bu kadar çabuk eskidi? Köylerde bitler
çoğalıp köylüleri it gibi yerken, ağalar da haşere gibi üreyip çoğalıyorlar.
Türk köylüsü, daha doğrusu milletin efendisi, ne zaman bu asalaklardan
kurtulacak? Asalak ağalara, beylere, sahte paşalara, ne zaman cumhuriyetin
halkçı ilacı sıkılacak ve bunlar yok edilecek? Cephelerde gazi olanlar, şehit
düşenler, yitip gidenler hep köylü çocuklarıydı. Ağaların çocuklarından bir
tanesi bile cepheye gitmemiş, şehit, gazi olmamışlardı. Çünkü para vererek
cepheye gitmekten kurtulmuşlar veya dağa çıkarak eşkıyayı desteklemişler ve
halkı soymuşlardı. Mehmetçik, cephede düşmanla, açlıkla, kıtlıkla, bitle
mücadele ederken ağaların, beylerin piçleri, evlerinde avratlarının bacaklarını
havaya kaldırıp zevki sefa yapmışlardı.
En küçük ağa, belki de Kaya dibi köyünün ağasıydı.
Çukurova'da, Aydın Ovasında, Amik Ovası'nda, doğuda kim bilir daha nice ağalar
vardı? Köylüler, hem yoksulluğun pençesinde, hem de ağaların pençesinde inim
inim inliyor, bok böceği gibi eziliyor, yok oluyorlardı. Osmanlı'nın bu
güveleri, keneleri, ağaç kurtları, adaletli Cumhuriyeti için için yiyip
bitiriyorlardı. Köylünün, sesini yansıtacak hiçbir şeyi yoktu. Köylünün tüm
dünyası evi, karasabanı ve avradıydı. Kendi kendisiyle ya da köylüsüyle duvar
diplerinde konuşurdu ancak, kimse duymasın diye çoğu zaman konuşmazdı bile.
Köye yabancı birisi gelse Türk köylüsünün sağır ve dilsiz olduğunu düşünürdü
herhal. Zaten altıyüzelli yıl karanlığa ve yoksulluğa mahkum edilen Türk
köylüsü, şimdi de ağalara, beylere, soygunculara peşkeş çekiliyordu. Ağaların
hakimiyeti, milletin hakimiyetini silip süpürmüştü. "Egemenlik Kayıtsız
Şartsız Milletindir" diyen Atatürk, egemenliğin ağaların, beylerin,
paşaların eline geçmiş olduğunu bilseydi ne yapardı acaba? Gazi Paşa, bunlar
için mi kahrolmuş, hastalıklara tutulmuş ve her şeye rağmen Cumhuriyeti kurmuştu?
Yazık oluyordu bu güzel cumhuriyete ve Türk köylüsüne. Ağalar zulüm çarklarını
döndürürken Kayadibi köyünde de her şeye rağmen lanetli bir yaşam sürüp
gidiyordu. Zulmün ve baskının olduğu yerde isyan tohumları da içten içe
yeşerecekti elbette. Gün olur, bu isyan tohumları meyvelerini verirdi. Bugün
ağaların karşısında el pençe divan duran köylüler, silahlarla Yunan'a,
Fransız'a, Rus'a, İngiliz'le, Yeni Zelandalıya, Avusturyalıya karşı koydukları
gibi bir gün ellerinde oraklarla, tırpanlarla, çapalarla ağalara, beylere,
paşalara da karşı koyarlardı belki.
Kaya dibi köylüleri, Kemal Ağanın zulmü altında
yaşamlarını sürdürürken bir gün, köyün imamının camiden okuduğu selaya kulak
verdiler. İmam, sanki sala okumuyor, inliyordu. Köylüler, kimin öldüğünü merak
edip kapılara, toplulara çıktılar. Mart ayıydı ve zemheri soğuğu vardı.
Sabırsızlıkla imamı dinlemeye koyuldular. Köyün imamı, Kemal Ağanın has
adamıydı. Köylüler, bu adamın arkasında kıldıkları namazın mubah olmayacağına
inanır ama mecburen kılarlardı. Cuma hutbelerinde, ağanın malını ve canını
koruyucu sözleri, İslam'ın felsefesine bandırıp söylerdi. Allah'ın ve
peygamberin emirlerini Kuran'ın gereklerini ağanın menfaatlerine uygun olarak
okur ve yorumlardı. İmam da en az ağa kadar besiliydi. Eti yenecek olsa, bir
köye yetecek kadar et çıkardı imamdan. Sömürü çarkının döndürücülerinden birisiydi
imam. Bu imamlar olmasa, jandarma olmasa ağalar nasıl sömürürdü halkı? İmam,
minarenin şerefesinde ağıt söyler gibi okuyordu salayı. Defalarca okudu, okudu.
Belli ki bir zengin ölmüştü. Bir gariban ölse imam, dilinin ucuyla yalandan bir
sela verir, iner giderdi. Ama şimdi büyük bir acıyla uzun uzun ve döne döne
okuyordu. Nihayet bitirdi ve: "Köyümüzün muhterem ağası Kemal Ağa, bu
sabah Hakkın rahmetine kavuşmuştur." dedi. Birkaç kez tekrarladıktan sonra
iki büklüm olmuş bir vaziyette minarenin şerefesinden aşağıya indi. Köylüler,
duyduklarına inanamadılar. Sevindiler ama ağanın geberip gebermediğinden iyice
emin olmak istiyorlardı. Herkes soluğu Kemal Ağanın konağında aldı. Kemal
Ağanın öldüğünü, birinci dereceden akrabalarından da duydular ama hala inanmayanlar
vardı. Kimi içinden: "Ya yalandan ölüp de bizi denemeye kalktıysa?"
diyordu. Kimi de: "Bu deyyusu yerin yedi kat dibine gömüp üstüne de
çimento atmak lazım. Bir daha kalkamasın." diyordu. Tüm köylülerin içinde,
ırmak suyu gibi gizli bir sevinç dolaşmaya başladı. Bugün bayram arifesiydi
onlar için. Ağanın altı karısıyla, adamlarının karıları evin önünde toplanmış,
ağlaşıyorlardı. Köylüler, onlara öyle kızıyorlardı ki yine içlerinden:
"Fışkılar! Az altına yatmadınız ağanızın. Ağlayın, ağlayın. Kıçınızı
yırtana kadar ağlayın." diyorlardı. Köylüler, her zaman olduğu gibi
sessizliklerini ve içten konuşmalarını sürdürdüler. Ne olur, ne olmazdı. Ağanın
her yerde iti, yalakası, dazgiri vardı. Herkes ağanın neden öldüğünü merak
etmeye başladı. Ağanın adamları, ölüm nedenini saklasalar da kulaktan kulağa
duyuldu. Ağa, gece boyunca Ankara'dan gelen misafirleriyle yiyip içip
eğlenmişti. İçkiyi fazla kaçırınca kalp krizi geçirmiş ve yığılıp kalmıştı.
Ağa, atmış beş yaşındaydı ama daha genç ve sağlıklı görünürdü.
Konağın önüne kara kazanlar kurulup kaynatılmaya
başlandı. İnanamayanlar, kara kazanları görünce iyice inandılar artık. Caminin
önünde de birkaç kişi, salacayı tutup avlunun dışına çıkardılar. İmam,
yastaydı. Ağa ölmüş, imamın işi de bitmişti. Ne olacaktı bakalım? Bekleyip
görmek gerekiyordu. Bu arada Çörtük Rasim de selayı duymuş, ağanın konağına
gelmişti. Evin içine girip ağanın ölüsüne bakmak istedi ancak ağanın adamları
ve oğulları, onu içeri almadılar. Çörtük Rasim, Kemal Ağadan çok korkardı. Onu
görünce şeytan görmüş gibi olur, uzak dururdu. Ağanın vesikalık fotoğrafını
bile görse korkardı. Hiçbir zaman yakınında olmamıştı çünkü ağadan,
görebileceği kadar zarar görmüştü. Rasim, armudun çöpü kadar ince ve zayıf
olduğu için herkes ona, "Çörtük Rasim" diyordu. Rasim, yoksulluktan
iplik gibiydi. Çocukken anası: "Oğlum. Poyraz çıktığında dışarda durma.
Alır götürür seni." dermiş Rasim'e. Köylüler, cenaze evinin önünde
sıralanmışlardı, nasıl yaşadıkları, giydikleri kırk yamalıklı şalvarlardan belliydi.
Kör Süleyman'ın oğlu Kara Hasan, ağaya acımaya başladı. Ne de olsa artık hak
dünyaya gidiyordu. Oysa bu dünyada anasını ağlatmadığı adam, ırzına göz
koymadığı kadın bırakmamıştı. Köylüler, hep böyle duygusal, yufka yürekli,
kaderci ve korkak olurlardı zaten. Her şeyi güçlüden beklerler, her hesabı
Allah'a bırakırlardı. Birinin başına kötü birşey gelince de: "Bak. Ben
demedim mi, yüce Allah'ım bunun hesabını sorar diye?" der, işin içinden
sıyrılıverirlerdi. Kemal Ağa, Kara Hasan'ın bostan tarlasını da almıştı elinden.
Ama şimdi ölmüştü ve helalleşmek gerekiyordu. Ağa, kimseyle helalleşemeden
göçüp gitti diye içi burkulmuştu kimi köylülerin.
Kış, acımasızca şiddetini sürdürüyordu. Köylüler
ayazdan korunmak için başlarını, yüzlerini sarmışlardı. Ölüye saygısızlık olur
diye ellerini ceplerine sokamıyorlardı. Havuç gibi olmuş ellerini ovuşturup ara
sıra ceplerine sokuyorlar, sonra hemen çıkarıyorlardı. Kimileri kaynayan
kazanların etrafında halkalar oluşturmuş, ısınmaya çalışıyorlardı. Gümüş
Dağı'nın tepesi karlar ve sislerle kaplıydı. Dağ, sanki köylülere gülümsüyor, bir
şeyleri haber veriyordu. Köylüler üşüdükçe: "Ulan. Bu dürzü de ölecek
zamanı buldu. Bula bula itin kuyruğunun donduğu Mart ayını mı buldun? Yaz günü
ölseydin de biz de rahat etseydik olmaz mıydı?" diye söyleniyorlardı
mutlaka içlerinden. Köylüler, hiçbir zaman ağanın karşısında konuşmaya cesaret
edemezlerdi. Kurtuluş Savaşı'na katılmış olanlar: "Ulan, bir daha savaş
çıksa gidenin anasını avradını s...yim. Biz savaşıyoruz, ağalar sefasını
sürüyor." diye isyan ederlerdi. Bir daha savaş çıksa ve ellerine bir silah
geçse önce Kemal Ağayı vurup geberteceklerdi. Ama o da kışın ortasında rakıdan
geberip gitmişti. Köylüler, Osmanlı'da ümmet, Cumhuriyette köle yapılmışlardı.
Padişah gitmiş, yerine Fossuh İsmet gelmişti. Kaderleri hiç değişmemişti.
Kemal Ağanın öldüğü, çevre köylere de duyurulmuştu.
Atlarla, eşeklerle, kağnılarla köylüler gelmeye başladılar. Gelenler konağa
buyur ediliyor ancak Kaya dibi köylülerinin çoğu dışarıda bekletiliyordu. Çevre
köylerden gelenler, kendi aralarında konuşuyorlardı. Kimileri: "Bu dünya
yalan dünya. Daha dün gördük ağayı. Dağ gibi adamdı. Ne oldu da birden balta
yemiş çam ağacı gibi devriliverdi? Anlamadık." diyerek ağanın ölüm
nedenini anlamaya çalışıyorlardı. Ancak ağanın adamları ve oğulları, hiçbirşey
söylemiyor, sadece başlarını sallayarak geçiştiriyorlardı. Misafirler:
"Allah rahmet eylesin. Yattığı yer nur olsun. Eyi adamdı vallahi. Dağda,
taşta, ovada, kurda kuşa iyiliği oldu. Yemeğini yemeyen, suyunu içmeyen yoktur.
Allah, mekanını cennet eylesin. Devlet bir dediğini iki etmez, sözünü dinlerdi.
Sözü bıçak gibi keskindi. Kapısından ağalar, beyler, paşalar, fakir fukara
eksik olmazdı. Namıslı, şerefli adamdı. Böylesi az bulunur. Köyümüz ağasız,
başsız kaldı. Yazık oldu vallahi Kemal Ağaya." diye konuşuyorlar, Kemal
Ağayı öve öve bitiremiyorlardı. Bu övgülere Kayadibi köylüleri, içlerinden
sövüp sayıyorlardı. İçlerinden birisi, övgü yağdıran köylülere dimdik bakıp
içinden "Avradını s..timin adamları! Sizin köyün otlağına el koyup da
davarlarınızı, mallarınızı acından öldürmedi mi? Bir gıdım ota muhtaç etmedi
mi? Parayı alıncaya kadar mallarınızı otlağa koydu mu? Otlak için az mı
candarma dayağı yediniz? Yağmurlar yağdı, yarıklar kapandı. Ağa ölünce herşeyi
unuttunuz." diyordu. Kemal Ağa, Poyraz, Zencir, Çayköy gibi çevre köylere,
Kayadibi'nin yakınındaki otlağı vermemiş, birçok köylünün, hayvanlarını
satmasına neden olmuştu. Ne kadar da unutkandılar? Çoluğunun çocuğunun rızkını
kesen ağa, bugün öldü diye her şeyi unutmak bu kadar kolay mıydı? Köylüler
böyleydi işte. Sabun gibi kaygan ve ikiyüzlüydüler. Tarih boyunca, kim
güçlüyse, kim ezerse hep ondan yana olmuşlardır.
Kemal Ağa, sağlığında bolca yer, içerdi. Uçkuruna
düşkün olduğu kadar boğazına da düşkündü. Nikâhsız altı tane karısı vardı. Her
gün onlara gidip gelirken balla, etle beslerdi kendisini. Bir oturuşta bir
kuzuyu yer, rakısını içerdi. Soba borusu gibi boğazından, ne atsan öğütür
geçerdi. Yaban domuzu kadar çevik ve güçlü, canavar kadar acımasız, ejderha
kadar korkunçtu. Davar iti gibi yer, içerdi. Cebinde çerez taşır, bir de çoluk
çocuğa karşı arsızca yerdi. Dişleri, tıpkı bindiği Arap atının dişleri gibi
kocamandı. Ağzı hiç boş durmaz, döven gibi öğütürdü.
İmam, konağa gelip mezarlıkta bir çukur
kazdırmaları için ağanın oğullarına talimat verdikten sonra ağanın odasına
geçti. Elindeki bezi okuyup üfleyip ağanın at kafası gibi kafasına bağladı.
Çenesini zorla kapattı. Ağzı leş gibi rakı kokuyordu. İmam, ağanın her gün
içtiğini biliyordu zaten. Kimseye de bunu söyleyecek değildi. Kolonya şişesini
açıp ağanın yüzüne kolonya sürdü. Rakı kokusu yine vardı. Olanca kolonyayı
üstüne serpti, bitirdi. Odadan çıkmadan önce eksik bir şey var mı diye şöyle
bir etrafa baktı. Yoktu. Kapıyı çekip çıktı. Konak epeyce kalabalık olmuştu.
Misafirler, ağanın odasına da alınmaya başlandı. Dışarıdan jeep sesleri
duyulunca herkes toplulara çıkıp baktılar. Gelenler, üst düzeyde görevli
kişilerdi. Ağanın adamları ve oğulları, koşarak gidip karşıladılar. Kayadibi
köylüleri, üzgünmüş gibi yüzlerini asıyorlar, açık vermemeye çalışıyorlardı. Ne
de olsa kendi köyleriydi. "Ağanın ölümüne sevinmişler" dedirtmek
istemezlerdi. Gelenlerin yüzleri de zaten her zaman asık olduğundan,
üzüldüklerini veya sevindiklerini anlamak mümkün değildi. Mahpushane duvarı
gibiydi gelenlerin suratları. Peş peşe onlarca jeep geldi ve konağın önü doldu.
İmam, kazanların kurulduğu yere halılar astırıp
cenazenin yıkanacağı yeri kapattırdı. Herşey hazır olunca sekiz-on kişi,
cenazeyi bir kilimin içine koyup kaldırdılar. Ağa o kadar ağırdı ki kaldırmakta
zorlandılar. Hemen birkaç kişi daha yetişip tuttular ve aşağıya indirdiler.
Yıkanacağı yere koyduktan sonra herkes çekildi ve halıların dışında bir halka
oluşturdular. Cenazenin başında bir imam, bir de ağanın adamlarından birisi
kaldı. İmam, cenazeyi yıkamaya başladı. Sıcak suyu dökünce rakının kokusu
etrafa yayılır diye elini çabuk tuttu ve suyu serpip işi bitirdi. Çenesini ve
ayak parmaklarını tekrar bağlayıp kefenledi. Kapalı yerden çıkıp köylüleri
çağırdı. Hep birlikte ölüyü salacanın içine koydular. Yeşil bir seccadeyi de
özenle üstüne örttüler. Köylüler, ağanın defin işlemlerini bir an önce bitirip
evlerine gitmek istiyorlardı ancak imam, daha kalabalık olsun diye bekliyordu.
Ne kadar kalabalık olursa ağasının namına o kadar sevinecekti. Ne de olsa
yıllarca Kemal Ağadan beslenmişti. Ağa, az mı bağ, bahçe, bostan sahibi etmişti
kendisini? Son görevini iyi yapmalıydı. Köylerde adetti, ölen kişinin,
altı-üstü diye mal varlığı hesaplanır, ona göre bir ücret belirlenir, imama
verilirdi. İmamlar, böyle yağlı ballı bir cenaze bulduklarında bayram
ederlerdi. Yoksa aldıkları paranın lafı bile edilmezdi. Yoksul birisi
öldüğünde, para çıkmaz diye pek sevinmezlerdi. Zengin, yağlı kaz gibiydi
imamlar için. Bu ücretin alınmasının dinen yasak ve günah olduğunu bile bile
alırlardı. Hem de pazarlık yapa yapa.
Soğuk hava, insanların ellerini, yüzlerini ustura
gibi kesiyordu. İmam, cenazenin başına geçip duasını okudu. Dua bitince herkes,
salacanın ucundan tutmak için adeta yarış ettiler. Salacayı omuzlayıp hızlı
hızlı, mezarlığa doğru yürümeye başladılar. Soğuktan, sık sık ellerini
değiştirmek zorunda kalıyorlardı. Kayadibi köylüleri ne çileler çekmişlerdi. Bu
ayaz, onların yanında hiç kalırdı. Yeter ki şu dürzünün toprağa girdiğini bir
görsünlerdi. Zulümden kurtulacak, yeniden doğmuş gibi olacaklardı. Kemal Ağanın
yerini alacak olan büyük oğlu Yaşar, ne kadar iyi olacaktı? Bunu hiç düşünen
yoktu o anda. Köy mezarlığına geldiklerinde salacayı, kazılan çukurun yanına
dikkatlice indirdiler. Sanki salacanın içinde bir gül demeti vardı da sarsılırsa
yaprakları dökülecekti. Oysa ağa, bir andak dikeni, bir sarıdiken kadar
acıtırdı battığında. Kayadibi köylülerinden biri, bu yağcı ve yalaka
misafirleri, dikkatle izlerken içinden: "Deveye diken, insanoğluna
s....ken yarar!" diyerek kızıyordu. Kemal Ağa, ölmeden önce mezar yerini
duvarla çevirttirmiş, mezar taşlarını bile hazırlatmıştı. Ağanın oğulları,
mezarın yan taşlarını getirip çukurun yanı başına koymuşlardı. Mermer taşlar,
köylülerin hemen dikkatini çekti. Birisi içinden: "Bu adam ermiş mi yoksa?
Öleceğini bilmiş de taşlarını bile yaptırmış. Günahını mı alıyoruz yoksa
ağanın?" diye düşündü. Mezarlıktaki diğer mezarların yerleri dağdan,
tepeden getirilmiş ince uzun taşlarla belirlenmişti. Kemal Ağanın hem yeri
ayrı, hem de mezar taşları özel yapılmıştı. İmam, cemaate şöyle bir baktıktan
sonra ince ince dua okumaya başladı. Her duadan sonra cemaat, uzun bir,
"Amiiiin!" çekiyordu. Ayazdan, elleri yüzleri donmuştu. Bir ara hava
güneşe çalar gibi olduysa da yine kesiyordu yüzleri. Yabancı misafirler tir tir
titremeye başladılar. Herkes sabırsızlıkla bitmesini beklerken imam, uzattıkça
uzatıyordu duaları. Çok okuyunca ağa dirilecekti sanki... Mezara gelmeleri
dinen yasak olan kadınlar, konakta kalmışlardı. Ağanın karıları arasında miras
kavgası başlamıştı bile. Ağanın üstünden çıkan yüzük, saat, cüzdan ve diğer
kıymetli eşyaları talan ediyorlardı. Ağanın, altı karısından sayısız çocuğu
vardı. Ağa, adlarını bile bilmez, hepsine de, "Gel buraya göbel , git
buraya göbel" diye seslenirdi. Ağanın malı mülkü şimdi paylaşılacaktı.
Sahip olduğu malların hiçbirisi helal değildi. Köylülerin emeğiyle ve zorla
edinmişti bu malları... Mezarlıktaki kalabalık, kuru bir kalabalıktı. Birçoğu,
kurtuldukları için gizli bir sevinç duyuyordu. Çok az bir kısmı da ağadan menfaat
sağladıkları için üzülüyorlardı. Altın yumurtlayan tavukları gebermişti. Şimdi
yeni bir tavuk ya da kaz bulmaları gerekecekti. Acaba ağanın oğulları
kendileriyle iyi geçinecekler miydi? Sadece bunu düşünüyorlardı. En önde duran
vali ve kaymakamın, soğuktan burunları ve kulakları kıpkırmızı olmuştu. İmam
bir an önce duayı bitirse diye kaşına gözüne bakıyorlardı. Hatta kısa kesmesi
için işaret edeceklerdi ama imam, başını almış dağlara çıkmıştı. Uçuyordu
sanki. Ağasının günahlarını affettirmeye çalışır gibi okudukça okuyordu. Ağadan
ve adamlarından her türlü kötülüğü görenler, dayak yiyenler tekmil
mezarlıktaydı. Sadece Camız Bekir ve akrabaları, namus davasından dolayı
gelmemişlerdi. Çörtük Rasim, cenaze törenini baştan beri sessizce izliyordu. Ne
salacanın ucundan tutmuş, ne de bir yardımda bulunmuştu. Bir kıyıdan
seyrediyordu olanları. Soluğunu zor tutuyordu. Ayaz iliğine işlemişti yoksulluk
gibi. Çörtük Rasim'e kalsa cenazenin başında davul zurna çaldırıp fidayda
oynayacaktı ama itin ölüsü de leşi de değerliydi işte. Hem köylüler böyle bir
şeye asla izin vermezlerdi. Şu gözü çıkasıca töreler, inançlar yok mu? Her
türlü kural ve kanun da yoksulların uyması için konulmuş tu nedense? Zenginler
için hiç böyle katı kurallar yoktu. Kayadibi köylüleri, Kemal Ağa öldüğü için
gizli bir sevinç duyuyorlardı ama bir ağanın ölmesiyle ağalık sisteminin sona
ermeyeceğini düşünemiyorlardı.
İmam, nihayet dualarını bitirdikten sonra cemaate
dönüp yüksek sesle: "Ey cemaat-i Müslimin! Rahmetli Kemal Ağayı nasıl
bilirdiniz?" diye sordu. Herkes Kemal Ağanın nasıl biri olduğunu iyi
biliyordu ama artık hak dünyaya gidiyordu. Sorgusu suali orada yapılır,
cezalandırılırdı. Şimdi bir an önce gömüp acele evlerine gitmek istiyorlardı
ve: "Eyi bilirdik! Eyi bilirdik!" dediler. İmam, tekrar sordu, aynı
cevabı aldı. Tekrar sordu, yine aynı cevabı aldı. Sonra: "Hakkınızı helal
ediyor musunuz?" diye sordu. Herkes topluca: "Helal olsun! Helal
olsun!" derken Çörtük Rasim, durduğu yerden bir adım öne çıkıp: "Ben
etmiyom hoca efendi! Benim rahmetlide hakkım var. Gömmeyin! Hakkımı isti yom."
dedi. Rasim, bunları nasıl söyleyebildiğini bilmiyordu. Birden bayılıp düşecek
gibi oldu. İçinden dualar ederek cesaretini ve gücünü tekrar topladı. Herkes
şaşkınlıktan ağızları açık Rasim'e bakıyorlardı. Bir şok yaşanıyordu
mezarlıkta. Rasim bunları gerçekten söylemiş miydi? Rasim, kendisine dikilen
gözlere bakıp: "Cılgadaki on dönüm tarlamı ağa, zorla elimden aldı.
Tarlamı geri istiyom!" dedi. Cemaatten bir uğultu koptu. Ağanın adamları,
Rasim'in üstüne yürümüş döveceklerdi ama hemen araya girenler oldu ve engel
oldular. Ağanın oğulları, Rasim'e öyle bir bakıyorlardı ki bakışlarıyla delik
deşik ediyorlardı mermi gibi. Kayadibi köylüleri için için gülerken misafir
köylüler: "Cenazede hak istemek de ne bok yemek oluyor? Görülmüş şey
değil!" diyerek homurdanıyorlardı. Ortalık zaten buza kesmişken bir de
Çörtük Rasim'in estirdiği fırtınayla iyice donmuştu. Ağanın cenazesi ortada
kalakaldı. Herkes cenazeyi unutmuş, Çörtük Rasim'in yediği haltı konuşuyordu.
Sonra vali, kaymakam devreye girdi ve Çörtük Rasim'i yanlarına çağırdılar.
Vali: "Adın ne senin hemşerim?" diye sordu. Çörtük Rasim:
"Rasim, vali beyim." diye cevap verdi. Vali: "Şimdi sırası mı bu
meselenin? Cenaze var ortada." dedi. Çörtük Rasim: "Tam sırası vali beyim.
Rahmetlik hak dünyaya gidiyor. Ben hakkımı istiyom. Bu tarla benim malım mı,
sorun herkese. Ağa benim elimden zorla aldı. Çoluk çocuğum perişan. Bebeler,
yiyecek bir çatlar dane bulamıyorlar. Ben hakkımı helal etmiyom ağama. Eğer
tarlamı geri verirlerse helalleşirim." diyerek direndi. Rasim, buz gibi
olmuş, yüzü kızarmıştı. Biraz da mahcup olmuştu ama ne yapsın? Ağa toprağa
gömülünce herşey bitecekti. Vali, köylülere dönüp: "Doğru mu bu tarla
meselesi?" diye sordu. Köylüler, doğru der gibi başlarını öne eğdiler.
İmam, meseleyi bir an önce kapatmak ister gibi bir daha sordu Rasim'e. Çörtük,
cenazeyi gömdürmemeye karalıydı. Madem ki başlamıştı, sonunu getirmeliydi.
Zaten kendisi ölmüş de ağlayanı yoktu. Hiç olmazsa bebelerin karınları,
burunları doysundu. Çörtük: "Ben kesinlikle hakkımı helal etmem. Gömdürmem
cenazeyi hoca efendi." dedi. Vali, kaymakam, jandarma komutanı aralarında
konuşuyorlardı. Kayadibi köylüleri: "Bizim Çörtük ne yaman adammış da biz
bilmiyormuşuz." diye hayranlık duymaya başlamışlardı. İşler iyice
kızışmış, ortalık iyice karışmıştı. Kemal Ağanın büyük oğlu Yaşar, ortaya
çıkıp: "Sayın valim. Madem Rasim Efendinin babamda hakkı varmış, biz
hakkını vereceğiz. Hepinizin huzurunda ben, Rasim Efendinin on dönüm tarlasını
bağışlıyorum. Bizden yana helal olsun. Müsait bir zamanda tapusunu da
vereceğim. Söz veriyorum. Şimdi müsaade ederseniz, cenazemizi gömmek
istiyoruz." dedi. Ortalık birden ısındı. Çörtük Rasim, yılan gibi boynunu
uzatıp hakkını almıştı. Köylüler içlerinden: "Tarlamızı, bağımızı biz de
mi istesek acaba?" diye düşündüler ama Çörtük kadar cesaretli olamadılar.
Tosbağa gibi kabuklarına çekilip sustular. Köylüler, Yaşar'ın bu olgun
davranışı karşısında şaşırıp kaldılar. Gidip Çörtük'ü iyi bir dövseler miydi?
Yoksa eğilip elini mi öpselerdi? "Helal olsun Çörtük'e." demekten
kendilerini alamadılar. İmam, Çörtük'e dönüp tekrar: "Hakkını helal ediyor
musun Rasim Efendi?" diye sordu. Çörtük Rasim: "Helal ediyom hocam.
Allah rahmet eylesin. Gömün." dedi ama içi bir türlü helal etmiyordu.
Cenaze, salacadan alınıp yavaşça buz tutmuş çukura indirildi. Çörtük, cenazeye
bakarken içinden: "Malımıza, canımıza, ırzımıza göz koydun. Hepimize
zulmettin. Allah da öbür dünyada sana çektirir inşallah." diyordu. Yağcı
köylüler, elleri gökyüzüne değercesine dua ederken Kayadibi köylüleri:
"Biz baş edemedik. Sana havale ediyoruz büyük Allah'ım. Cehenneminde en
iyi yeri ayır buna. Senin adaletine güveniyoruz." der gibiydiler.
Örgütlenip de ağalara, zulümlerine karşı koyamayan köylülerin en büyük
özelliği, her şeyi Allah'a havale etmekti zaten. Cenaze töreninde olup bitenler
kimilerini üzmüş, kimilerini sevindirmişti. Çörtük Rasim'in sayesinde Kemal
Ağanın haksızlığı ve zulmü tescillenmişti. Ama herkes tepkisini dışa vurma
cesaretini gösterememişti. Ne de olsa it leşi değil, ağa ölüsüydü bu. Herkes
sevincini içine gömmüştü. Ağanın çocukları, kızgınlıktan dişlerini sıkıyor,
dudaklarının içini ısırıyorlardı. Bu boklu Çörtük'ü yeryüzünden silmek, yok
etmek farz olmuştu kendilerine. Düşündükçe: "Seni cıbır! Ulan, sen kim
oluyorsun da hak istiyorsun ağadan? Hem cenazede, hem de yabancıların
içinde!" diyorlar, nasıl öldüreceklerini, nasıl parça parça edip de itlere
yedireceklerini bilemiyorlardı. Neredeyse babalarını kaldırıp diri diri Rasim'i
gömeceklerdi toprağa.
Cenaze gömüldükten sonra Yerköy kaymakamı, Rasim'in
yanına geldi ve: "Rasim Efendi, seni Yerköy'e bekliyorum. Bir çayımı iç,
konuşalım. Senin bu meseleyi de halledelim." dedi. Rasim, kaymakamın eline
sarılıp öpmek istedi ancak kaymakam elini vermedi. Kaymakama: "Sağ olun
efendim. Sağ olun. Allah razı olsun." derken ocakta dövülen bir demir
parçası gibi kıpkırmızı olmuştu. Çörtük, kaymakamın gerçekten mi yoksa yalandan
mı bu sözleri söylediğini bilemedi. Başındaki yağlı kasketi çıkarıp saygıyla kaymakamı
selamladı. Kel başı, bir kabak gibi ortaya çıktı. Korkudan ve heyecandan
terlemişti. Soğuk havanın etkisiyle kafasından buhar gibi bir şeyler çıktı.
Eliyle kafasını silip elini de pantolonuna siliverdi hemen. Cenazeye gelenlerin
bir kısmı, hemen ayrılıp gittiler. Çevre köylerden gelenler de ağanın konağına
gidip oturdular. Jeeplerle gelenler de cenaze sahiplerine baş sağlığı
diledikten sonra yine jeeplerine binip gittiler. Konağın içi ana baba günü
oldu. Tartışmalar, küfürler birbirine girdi ki sanki tüm köylüler kavga
ediyordu. Köylüler, yapıları gereği hep böyle kavga eder gibi konuşurlardı
zaten. Cenaze evinde, Çörtük Rasim anında yargılandı ve gıyabında idama mahkum
edildi. Ağanın ne çok seveni varmış meğer? Daha dün ağaya ana avrat sövenler,
bugün ağayı savunur olmuşlardı. Ne cesaretle böyle bir günde hak isteyebilirdi
Çörtük? Ağaya hakaretti bu.
Kaya dibi köyü, bugün tarihinde bir ilki yaşıyordu.
Birçok köylü, hala inanamıyordu buna. Çörtük Rasim'in heykeli dikilmeliydi
köye. Gizli gizli Rasim'in evine gidip cesaretini kutladılar ama Rasim, buna
hiç sevinemedi. Sonunun iyi olmayacağını biliyordu. Köylüler teselli ettilerse
de bir türlü rahatlayamadı. Çörtük'ün karısı, kocasının bu davranışına çok
üzülmüş ve: "On dönüm tarla için çoluk çocuğun hayatını, itlerin önüne
attın." demişti. Çörtük, yaptığına pişman olmuştu ama bebeleri düşününce:
"İyi yaptım!" diyordu. Kendisine birşey yapsalar bile bebelerin karnı
doyacak, çıplak gezmeyeceklerdi. Kayadibi'nde ve çevre köylerde, günlerce Rasim
konuşuldu. Yerköy'e, Yozgat'a, Çiçekdağı'na kadar namı yürümüştü Rasim'in.
Hatta Yozgat'taki yerel gazetelerden birisi, küçük bir haber bile geçmişti.
Çörtük Rasim, günlerce evden dışarı çıkmadı. Karısının, meşe odununda pişirdiği
o, çok sevdiği bulama çorbasını bile içemeden ağzının üstünde yattı durdu.
Derin derin düşüncelere dalıp aniden silkinip kalkıyordu. Geceleri ayakyoluna
çıkmaya korkuyordu. Her an birileri tepesine çöküp, bir çuvala koyup
götüreceklermiş gibi geliyordu ona. Çıt sesinden bile tedirgin oluyor, çok
korkuyordu. Mart ayında, Çörtük'ün içi demirci ocağı gibi kor ateşler içinde
yanıyordu. Gövdesi Kayadibi'nde, ruhu başka evrenlerde geziyordu sanki.
"Ne yaptım ben?! Ne yaptım?!" diyordu kimselere duyurmadan.
Aradan kırk gün geçmiş, ağanın kırk yemeği
veriliyordu. Çörtük Rasim, olayın etkisinden biraz kurtulmuş, rahatlamıştı.
Ağanın kırk yemeğine gidip Fatihalar okudu. Ağanın oğulları, Çörtük'ü görünce
şaşırdılar ama bozuntuya vermediler. Çörtük'ü, konağın başköşesinde ağalarla,
beylerle birlikte ağırladılar. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Kemal Ağanın
halefi Yaşar, yanında birkaç köylüyle birlikte Çörtük Rasim'i evinde ziyaret
etti. Uzun uzun sohbet ettikten sonra birlikte Yerköy'e gidip tapu işini
halletmeye karar verdiler. Bu ziyaretten sonra Çörtük Rasim, iyice rahatladı.
Kötü bir niyetleri olsa ayağına kadar gelip de konuşmazlardı. Çörtük kazanmıştı
herhal. Yaşar, Çörtük Rasim'i kendi jeepine aldı, diğer köylüler de bindiler ve
hep birlikte Yerköy'e, tapu dairesine gittiler. Yaşar, on dönümlük tarlasının tapusunu
Çörtük Rasim'in üstüne yıktırdı. Tapuyu aldıktan sonra kaymakamın yanına gidip
gösterdiler. Kaymakam, bu olaya çok sevinmiş görünüyordu. Çörtük Rasim,
sevincinden kaymakamın ve Yaşar'ın ellerini öptü. Kaymakamın birer çayını
içtikten sonra tekrar yola koyuldular. Çörtük Rasim, cebindeki tapuya dokunup
duruyordu. Tapu, tandırdan yeni çıkmış yufka ekmek gibi sıcacıktı. Kayadibi'ne
geldiklerinde Yaşar: "Tarlan, tapun hayırlı olsun Rasim Efendi."
diyerek Çörtük'ü evine bıraktı. Eve girip de karısına: "Tapuyu aldık
avrat!" deyince çoluk çocuk, sevinçten bayram ettiler. Daha sonra köylüler
de duydular ve hayırlı olsuna geldiler. Köylüler, sanki kendi tarlalarının
tapusunu almış gibi seviniyorlar, Çörtük'e gıpta ediyorlardı.
Kış, ağır ağır yerini ilkbahara bırakıyordu. Gümüş
Dağının tepesi karlarla doluydu ama ovaya ilk yağmurlar yağmaya başlamıştı.
Rasim, bıyıl tarlayı kendisi ekip biçmenin hayalini kurup duruyordu. Çoluk
çocuğunu alıp tarlasına gitse, ekinlerini ekse, yaza da çakmak taşı gibi olan
buğdaylarını biçip değirmene götürse yok muydu ya? Su değirmeninde öğütülen
buğdaylar ne güzel kokardı. Ekmeği de çok lezzetli olurdu buğday ununun...
Köyün değirmenini Kör Süleyman'ın küçük oğlu işletirdi. Dağdan gelen su,
yaz-kış akar, değirmenin kocaman taşını akşama kadar döndürür dururdu.
Değirmenin içi öyle güzel kokardı ki kimse dışarı çıkmak istemezdi. Çevre
köylerden de buğday öğüttürmeye gelenler olur, değirmenin önünden eşekler hiç
eksik olmazdı. Kimi zaman çok kalabalık olur, sıra bulamayanlar değirmende ya
da köyodasında yatarlardı.
Çörtük Rasim'in, tarlasını ağanın oğlundan geri
alması, köylüler arasında hayra yorumlanmıştı. Demek, bu ağanın oğlu eyi
olacaktı. Ağa öldükten sonra kimsenin evine, tarlasına, bostanına el konulmadı
ancak kimseye de bir karış toprak verilmedi. Odun zamanı geldiğinde dağa gidip
rahatça odunlarını kestiler ve evlerine yığdılar. Ne jandarma vardı, ne de
ağanın adamları. Biraz da olsa soluk almışlar, keleni gibi deliklerde
yaşamaktan kurtulmuşlardı. Çörtük Rasim, tarlasının bir bölümüne bostan
ekmişti. Bostan tarlasının başına yaptığı kelikte, gün boyu bekliyordu
tarlasını. Tarlasındaki toprağı avucuna alıp alıp kokluyordu gizlice.
Kayadibi'nde, Çörtük'le ağa arasındaki tarla meselesi tamamen kapanmıştı artık.
Yaşar, sık sık Çörtük'ü evinde ve tarlasında ziyaret ediyor, yardımlarda
bulunuyordu. Köyde bir tek kendilerinde bulunan Deutz marka traktörle Çörtük'ün
tarlasını sürdürüyor, dağdan odun getirtiyordu Çörtük için. Artık akraba gibi
olmuştu ağanın çocuklarıyla Çörtük Rasim. İçindeki korku yumağı bir sis gibi
dağılmış, Gümüş Dağı'nın tepesinden aşıp gitmişti. Ancak insanoğlunun ne kadar
içten pazarlıklı, ne kadar kindar ve çiğ süt emmiş olduğunu unutuyordu.
Düşmanlığın, ağalar için otuz dokuz yıl değil de kırk yıl sürdüğünü unutmuştu
Çörtük. Kemal Ağa ölmüştü ama ağalık sistemi, oğlu tarafından sürdürülüyordu.
Sistem biraz yumuşamış da olsa icapları yerine getiriliyordu. Yine borç para
almalar, tarlalarını satıp buğday, yeygi, tohumluk almalar sürüyordu. Büyük ağa
ölmüş, küçük ağa yaşıyordu.
Kemal Ağanın ölümünün üstünden kaç yıl geçti, kimse
saymadı bile. Çörtük Rasim, tarlasını ekip sürüp biçiyordu yıllardır. Kendi
kendinin ağası olmuştu artık. Buğdaylarını biçtikten sonra harman yerine
getiriyor, emmisinin öküzlerini dövene koşup sürüyor, yeygisini, bulgurluğunu,
yarmasını ayırdıktan sonra geri kalanını, Sekilideki ofise götürüp satıyordu.
Kursakları dene, cebi para görüyordu artık. Parasını aldıktan sonra Yerköy'e
gidip çocuklarına pılı pırtı, kendisine üst baş alıyordu. Karısı ve çocukları
da kendisine yardım ediyor, kimseye muhtaç olmadan yaşayıp gidiyorlardı.
Yine bir sonbahar günü, Rasim ve köylüler, dağdaki
ormana meşe kesmeye gittiler. Baltalarla, nacaklarla odun kesip, eşeklere
yükleyerek köye getirdiler. Böyle, günlerce gidip geldiler. Rasim, meşeleri
evin önüne atıyor, karısı ve çocukları da kesip bir kenara diziyorlardı.
Ormanlık alan çok geniş olduğu için köylüler, gider gelirler ama birbirlerinden
pek haberleri olmazdı. Yorulduklarında bir ağaç dibine oturup çıkınlarında
getirdikleri ekmek, yumurta, çalma ve pestilleri yerlerdi. Geçen yıla kadar
Çörtük Rasim'in odunlarını Yaşar Ağa, kestirip gönderiyordu. Çörtük o olayı
çoktan unutmuştu ama ağanın oğulları hiçbir zaman unutmamıştı. Yıllarca kinle,
nefretle bu olayın herkes tarafından unutulmasını beklemişlerdi. Çörtük, oduna
gittiği bir gün eve dönmedi. Tüm köylüler ve ağanın adamları Rasim'i aradılar,
durdular. Ağanın adamları, bir başka gayretle arıyorlardı Rasim'i. Herkes
onların samimiyetine zaten inanmıştı. Dağda, bayırda, ovada, derede, tepede,
cılgada, mağaralarda, izbe yerlerde aradılar durdular ancak Rasim yoktu.
Sonbaharda esen yele, kurda kuşa, börtü böceğe sordular, Rasim'i bulamadılar.
Jandarma olayı araştırdı ama hiçbir şey bulamadı tabii. Çevre köylere gidildi,
soruldu. Rasim'in, Ankara'daki akrabalarına gittiği dedikodusu çıktı. Ankara'ya
da adam gönderildi, soruldu ama Rasim orada da yoktu. Kimileri Rasim'in
erdiğine ve göğe uçtuğuna inandılar. Ağaya başkaldırmış ve Hızır Aleyhisselam,
onu göğe çıkarmıştı. Çörtük Rasim'le husumeti olan birkaç köylü, göstermelik
olarak karakola çekilip sorgulandıysa da hemen serbest bırakıldılar.
Karakoldaki o, uzatmalı çavuş yok mu? Has adamıydı ağaların. Hiç kimsenin,
Rasim'i Yaşar Ağanın öldürttüğünü söylemeye dili varmıyordu ama içlerinde az da
olsa bir şüphe uyanmıştı. Erkekler, ancak gece yatarken karılarına
fısıldayabiliyorlardı bu düşüncelerini. Ne de olsa yerin kulağı vardı. Çörtük
Rasim'in evi, cenaze evi gibiydi. Gelen herkes bir yorum yapıp kafa
karıştırıyordu. Gelen giden o kadar çoktu ki Çörtük'ün evi adeta bir tekke
olmuştu. Rasim'in karısı, saçlarını yoldu, elini yüzünü dırmaladı günlerce.
Köyün kadınları ne ağıtlar yaktılar, ne türküler söylediler tarlalarda,
yunaklıklarda. Ama ne bir ses, ne de bir soluk çıkmadı Rasim'den. Ölüsünü
bulsalar ona da razıydılar ama olmadı. Köylüler, tıpkı yoksulluğu, zulmü sineye
çektikleri gibi Rasim'in kaybolup gitmesini de sineye çektiler. Rasim'in
yittiği tepeye, "Rasim'in Tepesi" adını verdiler. Yaşar Ağa, Rasim'in
kaybolduğu günden beri çok mutluydu ama köylülere karşı sürekli hüzünlü
göründü. Sanki en çok o üzülmüştü. Köy kahvesinde otururken köylülere: "Bu
Çörtük bir sıçan deliğine girmiştir. İçimden bir ses, bir gün çıkıp geleceğini
söylüyor. İnşallah kötü bir şey olmamıştır. Daha küçük sabileri var."
diyordu. Oysa Çörtük Rasim dağa oduna giderken Yaşar Ağanın adamları, önüne
geçip elini ayağını bağlamışlar, bir haralın içine koyup Sekili Ovası'na
indirmişlerdi. Delice Irmağı'nın kenarına getirip bin bir işkence ettikten
sonra ırmakta boğup öldürmüşlerdi. Rasim'i boğduktan sonra derin bir çukur açıp
gömmüşler, üstünü de tepeleyerek dümdüz etmişlerdi. Yılgın ağaçlarının
dallarıyla da izlerini silip Kayadibi'ne çıkmışlardı.
Aradan yıllar gelip geçti. Rasim'in ne ölüsünden,
ne dirisinden bir haber çıkmadı. Köylüler, acılarını içlerine gömmüşlerdi.
Rasim, Delice Irmağı'nın kenarında, gömüldüğü gibi dümdüz yatıyordu. Bir dirhem
etini yılanlar, çıyanlar yemişti. Yattığı yerin üstünde yılgın ağaçları boy
vermiş, gürleşmiş, şitillerini salmıştı. Toprağında çıkan narpuzlar, yaban
naneleri etrafa ayrı bir koku veriyordu. Rasim, ne çok severdi ayran çorbasını?
Üstüne tere yağda bir nane yakacaksın ki çal o zaman tahta kaşığı, ban yufka
ekmeği... Çörtük Rasim, ağalara başkaldırının bir sembolü olmuştu. Herkes
bebelerinin adını "Rasim" koydular. Rasim'in Tepesi'nde yetişen meşe
ağaçları, kahırlarından sararıp soldular. Rasim'in yitip gittiği yerden
kimseler ağaç kesmedi.