GÜRCÜ
BACI
ÖYKÜ-ERHAN
PALABIYIK
Gürcü bacı, sabah ezanı ile uyandı. Acele keten
geceliğini çıkarıp fistanını üstüne giydi. Yemenisini başına bağlayıp dışarı
çıktı. Kocası Döne'nin Mustafa, horul horul uyuyor, sesi ta dışarı geliyordu.
Gürcü bacı, içinden: "Sıracalı herif! İt gibi hırlar durur! Götünden
habarı yok! Çulunan götürüp Sülümenliözü'ne atsan, anca akşama habarı olur!”
diye söylendi kocasına. Pinenin (kümesin) yanında duran gaz tenekelerinden
ikisini aldı. Sofanın önünde duran naylon ırbığı da alıp, tenekelerin içine
eccik eccik döküp ıslattı. Boklar tenekeye yapışmasın diye hep böyle ıslatırdı.
Elini beline koyup şöyle bir Sekili'yi dinledi. Köyde öyle bir sessizlik vardı
ki bir teneke tıngırdasa hemencecik duyulurdu. Irbığı alıp biraz da yüzüne su
çarptı. Öylesine yudu yüzünü. Fistanının ucunu da peşkir gibi kullanıp yüzünü
sildi. Her zaman olduğu gibi gene sığırların ardına düşüp bok toplayacaktı.
Köyde gelin, gız, avrat, çoluk çocuk, enik, cücük, bokun başına bok böceği gibi
üşüşür, yarış halinde bok toplarlardı.
Gürcü bacı, dört gözle malların gelmesini
bekliyordu. Dayanamadı, tezce şosenin üstüne çıkıp köyün başına baktı. Sığırlar
tek tük görünmeye başlamıştı. Geri dönüp gaz tenekelerinin yanına çömeldi.
Ayağında ayakkabı yoktu. Ta çocukluğundan beri ayakkabı giymezdi Gürcü bacı.
Sekili'ye gelin geldiğinde zorla ayağına bir ayakkabı giydirmişler. Birkaç gün
giydikten sonra ayakkabıları çıkarıp saklamış, bir daha da hiç ayakkabı
giymemişti. Nasır tutmuş ayakları yarıklarla doluydu. Her akşam benzinlikten
gres yağı getirir, yatmadan ipti (önce) ayaklarına sürerdi. Kalın ve uzun
tırnaklarını kesmek, aklının ucundan bile geçmezdi. Ancak köylülerden biri
söylerse, ciletle ağır ağır keserdi tırnaklarını… Yarı uykulu otururken birden
üstüne tumanını giymediğini farketti. Acele ahıra gidip duvardaki paslı çivide
asılı duran tumanını aldı ve bacağından geçirdi. Fistanını içine sokup
lastiğini iyice yukarı çekti. Sonra tekrar duvarın dibine gelip beklemeye
başladı. Ara sıra ayağa kalkıp köyün başına doğru bakıyor, tekrar gelip duvarın
dibine çömeliyordu. Çerikli tarafından gelen marşandizin sesini duyunca irkildi
ve kulağını o tarafa verdi… Tren, her sabah gelir, Sekili'den pas geçer ve
Yerköy'de dururdu. Bazen de Tatbekirli'de eğlenir, su alırdı. Birden, “Voha!
Voha!” sesi duyar gibi oldu. Hemen ayağa kalkıp baktı. Sığırlar, Bardağın
İbram'ın damının önünden geliyorlardı. Gürcü bacı, hemen tenekeleri alıp hızlı
hızlı o tarafa yürüdü. Bir yandan da: "Vay çolak donuz! Gürcü, malları
görmesin diye ta nerelerden sürüyo. İt südüğü! Güya bokları bana toplatmayacak
da avradına toplatacak. Götü böyük avradı da ne toplar emme?” diye
söyleniyordu. Sanki birilerini kovalıyormuşçasına şoseden geçip sığırlara doğru
yürüdü. Sarı dikenlerin üstüne basıp geçti emme hiçbirisi ayağına batmadı.
Ayakları, Dağıstan'ın deutz motorunun lastiği gibi gapgara ve sertti. Üstündeki
yarıklar da lastiğin yarıkları gibiydi.
Sığırlar köyün içinden geçerken ortalığı bir toz
bulutu kapladı. Avratlar, kapılarını ve toplularını (pencere) sıkı sıkı kapatıp
bir bir çıktılar. Ellerinde tenekelerle, sığırların peşi sıra dönüp dolaşmaya
başladılar. Çolak Ali, sığırları şosenin yakınından sürse, bu avratların heç
birisi de gelmeyecekti. Bütün boklar Gircü bacıya galacaktı emme şindik
bölüşmek gerekiyordu. Hep bu donuz Çolak Ali'nin yüzünden, sığırlar yukardan
gidiyordu. Çolak Ali, Gürcü'ye pırtmaca veriyordu sanki. Eğilip iri bir daş
parçası aldı. Çolak yaklaşsın hele bir, şafağına sallayacaktı daşı. Çolak Ali,
sığırları toplamak için bir o yana, bir bu yana gidip geliyordu. Çolak golunun
altına sıkıştırdığı meşe deyneği, ara sıra sağ eliyle çekip aniden sığırlara
fırlatıyordu. Ağzından heç düşürmediği birinci cıgarasını öyle bir çekerdi ki
geriden görenler, Çolağın kulaklarından da duman çıkıyor sanırdı. Başındaki
yağlı şapkayı da ikide bir sağa sola yatırır dururdu. Bir avrat görse güya ona
poz yapardı. Cıgarasını tüttürürken, kalın bıyıkları ve seyrek sakalı
yanıyormuş gibi dumanlar çıkarardı… Çolak, Gürcü bacıyı görünce sığırları bir
araya toplamaktan vazgeçip, hızla sürmeye başladı. Bir an önce mallara depeyi
aşırtmak için elindeki deyneği daha fazla fırlatmaya başladı. Sırf Gürcü
yetişemesin diye sürüyü hızlandırmış, Gürcü bacı da ona göre hızlanıp
yetişmişti.
Damların ahırlarından çıkan inekler, danalar,
camızlar meydanda toplanıyordu. Gürcü bacı, sıçan malların boklarını hemen
tenekenin içine koyup diğerine geçiyordu. Çolağın çocukları da babalarına
yardım ediyorlardı. Sığıra gidecek olan eşşekleri de üstünde hâbesiyle
(heybesiyle) malların arasına karışmıştı. Çolak, bu gır eşekle azığını, suyunu
götürürdü. Gürcü bacı, tez tez bokları toplayıp öbek öbek yığıyordu. O kadar
hızlı topluyordu ki öteki avratlar kendisine yetişemiyorlardı. Bok toplamaktan
elleri sapsarı olmuş, nasır tutmuştu. Sert bakışlarıyla herkesi korkutur, hiç
kimse yanına sokulmaya cesaret edemezdi
Sekili'de, kömür bilinmezdi. Herkes tezek yakardı.
Yazdan bok keser, kerme yapar, kurutur ve ahırlarda saklayarak kışın sac sobada
yakarlardı. Çolak çoban, sığırları Keli mevkiine veya Rasim'in çayıra götürüp,
Delice’nin yanında akşama kadar yatırırdı. Kimi zaman da arkaçlarda, güneşin
altında susuz yatırır yatırır, akşam da Süleymanlıözü'nden geçirirken su
içirir, köye öyle getirirdi. Köylü, mallarının karnına bakarak doyup
doymadıklarını hemen anlardı. Malların ağızlarında kalan yeşil ot bulaşığından
da anlaşılırdı yiyip yemedikleri. Çolak, çoğu kez yazıda yabanda yatar, malları
da çocukları güderdi. Eskiden köylüler, köyün çobanı olabilmek için
birbirleriyle yarış ederlerdi emme şindi öyle mi? Köylüler, başka bir çoban
bulamadıkları için Çolak Ali'ye mahkum olmuşlardı. Çolağın, itleri de yamandı.
Sığırlara, kimseleri yanaştırmazlardı.
Camızlar, acayip sesler çıkararak sürünün önünden
gidiyorlardı. Gürcü bacı, tenekeyi camızın gıçına dayamış, peşi sıra goşturup
duruyordu. Camızlar, kimi zaman ötürük sıçar, tenekenin içine sulu sulu akardı.
Ötürükler yüzüne sıçrayınca Gürcü bacı çok kızar: "Götünde galasıca,
soykalar! Ötürmeseniz geberir misiniz? İpti Çolak donuzu, bir de siz düşman kesilirsiniz
bana. Ne istersiniz ki benden?” der dururdu. Kimselere kaptırmak istemezdi
bokları. Sığırlar, Topal Çalap’ın damının yakınlarına geldiğinde iyice
yorulmuştu Gürcü bacı. Bir yandan yerlere öbek öbek yığarken, bir yandan da
öteki avratlara: “Fışkılar! Bana bakın biyol. Kimse topladığım boklara
elleşmesin yoksa gıyamat gopar!"diye gözdağı veriyordu. Zaten onlar da
öteye beriye bakmıyordu. Kulak bile asmadılar. Assalar da Gürcü’yle dalaşmaya
cesaret edemezlerdi. Yaman daş vurur, dövüşürdü Gürcü.
Çolak Ali, ekinlerin arasındaki yoldan geçerken
malları çatlatırcasına sürmeye başladı. İnekler, yemyeşil ekin tarlalarına
adeta saldırıyor, Çolak da sağa sola kaçan ineklere deynekle vurup vurup
sövüyordu. İyice yorulan Gürcü, sinirlenip Çolak Ali’ye: "Üleeen! Çolak donuuuz!
Eccik ağır sürsen de şu bokları toplasak olmaz mı? Hızlı sürünce depede sana
yağlıballı dürüm mü verecekler? Ağır get biraz" diye bağırdı. Çolak’ın
zaten ekinlere kaçan ineklere canı sıkılmış, durmadan vuruyordu. Gürcü’ye cevap
bile vermedi. Gürcü: "Biyol ağır ol hele! Malları mı çatlatacan ülen?
Sahapsız mı sandın bunları?" diye tekrar bağırdı. Çolak Ali, Gürcü'ye ters
ters bakıp içinden: "Avradını s…min fışkısı! Senin bokundan bana ne be!
Geberip gidesice!” diye sövdü. Ağzındaki birinciyi daha hızlı hızlı çekip
üfledi, Gürcü'ye doğru.
Gürcü bacı, bok toplama konusunda öyle ustalaşmıştı
ki mallar kuyruğunu kaldırıp da gıçını büzmeye başlamadan tenekeyi gıçlarına
dayar, bokun yere düşmesini önlerdi. Kimi zaman camızlar, sıçacakmış gibi
kuyruğunu sallardı. Gürcü bacı, camızın gıçına bir şaplak vurur savuştururdu.
Tenekeler dolunca bulunduğu yerdeki üzerliklerin dibine döker, üstünü de
kopardığı üzerlik otlarıyla örterdi. Böylece, yerleri belli olurdu. Sonra
tekrar toplamaya devam ederdi. Eğer boklar cıvıksa önce biraz toprağa bular,
sonra tenekeye atardı. Gürcü bacı, okuma yazma bilmediği için her tenekede bir
parmağını bükerek, kaç teneke bok topladığını bilirdi. Zenginlerin malları daha
çok sıçardı. Çünkü zenginler, akşamları mallarına yeygi verirlerdi.
Fakirlerinki az sıçar, çünkü sadece yazıda yabanda yedikleriyle kalırlardı…
Gürcü bacı, bir ineğin büzzüğünü büzdüğünü görünce sıçacak sanıp tenekeyi hemen
arkasına dayadı. İnek, arka bacaklarını biraz araladıktan sonra kuyruğunu
kaldırıp tenekenin içine olanca sidiğini boşalttı. Gürcü bacı deli oldu:
“Büzzügü, dırnağı boklu! Sahabı gibi işiyo gâvırın malı!” diye söylenerek
tenekeyi yere boşalttı. İçine toprak atıp tenekeyi kuruladı. Sonra tekrar
malların peşine düştü.
Köydeki ofiste, demiryolunda çalışanların
avratları, bok toplayanları görünce tiksinti duyar, burunlarını kıvırarak
yüzlerini arkaya dönerlerdi. Memurla evlenince, sözde şehirli avradı
oluyorlardı. Gürcü bacı bunlara çok kızar: "Hıh! Ektiğim nohut, biçtiğim
nohut, sıçtığım nohut, bazara gelmiş de leplebi olmuş!” der, küçümserdi.
Aslında onlar da kendi köylerinde bok toplar, helkelerle su çekerlerdi. Davar,
mal, enik, cücük, hepiciği onlarda da vardı. Memur avradı olup da oturunca
köylüye tepeden bakarlardı. "Şunu bilir misiniz?" diye birşey
sorulsa, “Yok. Biz bilmeyiz." der, bir yalan atarlardı. Gürcü bacı
içinden: "Babanızın ağzına ötürüyüm!" der, dönüp giderdi.
Gürcü bacı, sığırlar depeden aşıncaya kadar
artlarından ayrılmazdı. Öteki avratlar, köyün dışına çıkmaz, hemencecik geri
dönerlerdi. Bu da daha çok bok toplamak için iyi bir fırsat olurdu kendisine.
Gürcü bacı ile Çolak Ali arasında tatlı bir düşmanlık vardı. Çolak, Gürcü sanki
babasını gebertmişçesine hasım davranır, Gürcü de hiç boş konuşmaz, sıçar
ötürürdü Çolak’a. Gürcü bacı, hasta bile olsa
Çolak Ali'nin inadına gelir, bok toplardı. Şindiye kadar gelmedi,
gelemedi dedirtmemişti Çolak’a. Çolak Ali, sanki sığırları gütmüyor da yarış
ettiriyormuş gibi sürerdi ki Gürcü yetişemesin. Gürcü, bir yandan yetişip bok
toplar, bir yandan da: "Boynu gara daşların altında galıp da çöp gibi
olasıca Çolak! Çinik çinik buğday hakkı alıyon da malları arkaçlarda yatırıp
yatırıp geri getiriyon köye. Allah bunları heç mi görmüyo sanıyon? Allah, senin
o goca garnını yarar işallah da sen de o, karnı aç sığırlar gibi olursun. Gara
Hasan'ın itleri, parça parça etsin seni! Tilkiler gibi südüklüğün dursun da
çığır emi?" diye binbir türlü ilenirdi. Ama ne Çolak’a bir şey olurdu, ne
de Gürcü bacıya bir şey olurdu… Gene böyle ilene ilene depeye kadar geldiler.
Çolak Ali, sığırları Sülümenliözü'ndeki depeden aşırdıktan sonra dönüp
Sekili'ye doğru baktı. Gürcü garı, ağır bok tenekesini omuzuna almış eve doğru
götürüyordu. Toprak Mahsulleri Ofisi'nin çelik silosu, dev bir mantar gibi orta
yerde duruyordu…
Gürcü bacı, topladığı bokları yere yığar, içine
biraz da sap saman koyduktan sonra suyla ıslatıp, ayaklarıyla çiğneyerek
karardı. Kimi zaman memurların evlerine gider, kömürlüklerindeki kıştan kalma
kömür tozlarını toplar getirirdi. Yapmanın içine bu kömür tozlarını da koyunca
öyle bir yanardı ki söndür söndürebilirsen… Boklar tam kıvamına geldiğinde
kollarını sıvar, büyük bir ustalıkla elinde yuvarlar ve boş damların
duvarlarına, vurarak yapıştırırdı. Yapmalar tutkalla yapıştırılmış gibi sağlam
durur, kesinlikle düşmezdi. Bir heykeltıraş gibi yapmaların üstüne parmak ve el
izlerini işlerdi. Ne kadar çok yapma yaparsa o kadar çok gurur duyardı
kendisiyle. Çeşmeye su doldurmaya gelen avratlar, Gürcü'nün yapmalarına bakıp
gülerlerdi. İçin için kıskanırlar ve: "Ne edecekse bu kadar boku? Sanki
öbür dünyaya götürecek de." diye dedikodu yaparlardı. Kışın ortasında
yapmaları bitince de: "Gürcü bacı. Yapmamız galmadı. Çocuklar donacak
valla. Yaza gadar eccik yapma ver bize.” diye yalvarırlardı. Gürcü bacı, sert görünüşlü
ama yufka yürekliydi. Yaz günü dedikodu yapıp yatan avratlara, önce birer sıçar
söver, sonra da torbayı doldurup verirdi.
Gürcü bacıya, “Deli Gürcü” deyip alay ederlerdi ama
kendisi korkusuz, yiğit ve çok güçlü bir kadındı. Kocası Döne'nin Mustafa'nın
bile kaldıramadığı buğday seklemlerini kaldırırdı. Kerpiçleri kendi keser,
duvarları bile kendisi örerdi. Bu sayede büyük bir ev ve bahçe sahibi olmuştu
Gürcü bacı. Köylüler, onun ördüğü duvarları bile kıskanır, arkasından:
"Dünyayı çevirdi, daha doymadı.” diye söylenir dururlardı. Muhtarlar,
ördüğü duvarları yıkmak istemişler ama yıkamamışlardı. Hiç kimse onu, duvar
örmekten geri koyamazdı…
Gürcü bacı, hergün sabahın köründe kalkıp bok
topluyor, öğlene kadar da yapma yapıp, tavuk, cücük, bahçe, yemek, bulaşık derken
iyice yoruluyordu. Hele şu, kör olasıca Döne'nin Mustafa yok mu? O,
hepiciğinden daha çok yoruyordu Gürcü bacıyı. Nazı cazı çekilmiyordu. Gürcü
bacı ona: “Gaveye get, insan içine garış” diyor, gitmiyordu. “Çarşıya get,
dolaş" diyor, gitmiyordu. Gitse de sanki arkasından sıpası ağlıyormuş gibi
hemen geri dönüyor, Gürcü'ye sıkıntı oluyordu. Pısırık bir adamdı, Döne'nin
Mustafa. Vur eline, ekmeğini ye cinsinden birisiydi. Eskiden mıhdarlık da
etmişti üstelik. Emme şindi gocamış getmişti. Gürcü bacının sorularına bile pek
az cevap verirdi. Gürcü bacı, kızar: "Ulen, gavırın adamı. Seni alacağıma
bi gız alsaydım daha tavatür olurdu. Dilini Gara Hasan'ın itleri mi yidi?
Gençliğinde, avratların garşısında dilin yılan gibi uzar gederdi daağl mi?”
diye söylenirdi.
Gürcü bacı ikindi uykusunu hiç kaçırmazdı. Sofanın
girişindeki hasırın üstüne, kaz teleğinden yaptığı yastığı koyar, yatar uyurdu.
Döne'nin Mustafa, gelip de kendisini uyandırınca Gürcü: “Ne uyandırıyon ülen?
Yemek önünde, su arkanda. Ye, iç, sıç yat!” deyip it gibi azarlardı adamı.
Adamcağız, bir daha uyandırmaya cesaret edemezdi. Gürcü bacı, her uykuya
yattığında yayılmaya giden camızları, danaları, inekleri görürdü düşünde. Bazen
malları kendi güdüyormuş gibi "Voha! Voha!” diye sayıklardı. Çolak Ali'yi
ise kapkara bir papaz gibi görürdü. Zaten kızınca hep karapapaz derdi ona. Bazı
düşlerinde de doğduğu köy olan Çiçekdağı'nın Tepecik köyüne gider ve mor
sümbüllü bağlarından salkım salkım üzüm yer, ağaçların dibinde uyurdu… Çok
istemesine rağmen gözü kör olasıca Döne'nin Mustafa, onu köyüne götürmüyordu.
Oğlu Muammer, ara sıra bir vesait bulursa ancak öyle gidebiliyordu köyüne.
Düşlerinde, büyük oğlu Omar’ı da görürdü… Ankara'da kalan Omar'ı, herkesten çok
severdi. Ara sıra birkaç günlüğüne, Omar'ın yanına giderdi Gürcübacı. İşte o
zaman ayakkabısını ayağına giyer, otobüse biner binmez de çıkarır, eline
alırdı.
İkindi uykusundan uyandıktan sonra çeşmeden su
getirip ortalığı sular, süpürürdü. Her akşamüstü o çeşmenin başında bir kavga
çıkardı. Sabahtan akşama kadar tarlada pancar söken, şemşamer (günebakan)
kesen, nohut, mercimek toplayan amele kadınlar, çeşmenin başında sıraya girer,
yok ben önce geldim, yok sen sonra geldin kavgasına tutuşurlardı. Su az akardı
ve sıra da uzadıkça uzardı. O yorgunlukla saç saça, baş başa dövüşürler,
helkeleri, sitilleri birbirlerine fırlatır, günün yorgunluğunu birbirlerinden
çıkarırlardı. Çeşmenin başındaki kavga, hemen iskele denilen çarşıya yansır,
erkekler de orada birbirlerine girerlerdi. Zaten köylü, hıncını ya birbirinden,
ya avradından, ya da itinden alır, rahatlardı. Haksızlığa ve zulme karşı durmak
köylünün işi değildi. Ancak it gibi birbirlerini yerler, hastaneden, adliyeden
beri gelmezlerdi. Çıkardıkları bir kalbur buğdayın parasını da avukatlara,
keşiflere verirlerdi. Köy ikiye bölünmüştü. Kim kime rastgelirse ona vururdu.
Kahvelerde tahta sandalyeler havalarda uçuşurdu. Sekili köylülerinin dövüşleri
de, akılsızlıkları da bölgede meşhurdu. Oysa köylülerin ortak düşmanı ağalar ve
yoksulluktu. Yoksulluk, boğazlarına saplanmış paslı bir çerkez hançeri gibi
dururken onlar, sabahtan akşama kadar birbirlerini yer dururlardı. Evde yeygi
olmasa erkekler, bunun acısını avratlarından çıkarır, bir gözel dayak
atarlardı. Avratlar da bunun acısını, çocukları döverek çıkarırlardı. Silsile
yoluyla yoksulluk dövülürdü aslında. Ama gerçekten herkesin ortak bir düşmanı
vardı, o da ağaların zulmü ve haksızlığıydı.
Gürcü bacı, akşam yemeğini hazırladıktan sonra evin
önündeki yer ocağını yakıp, bakır kapamayı sac ayağının üstüne oturttu. Tuzlu
inek yağından biraz alıp kapamanın içine attı ve tahta kaşıkla karıştırmaya
başladı. Döne'nin Mustafa, her zamanki gibi etrafında dolanıyor ancak Gürcü
ona, kavurduğu salçalı soğanlardan vermiyordu. Kocası, kavrulmuş salçalı soğanı
yufka ekmeğin içine sarıp yemeyi çok sevendi ama Gürcü bacı, aşı pişirinceye
kadar bir lokma bile vermezdi. Ancak aş piştikten sonra sahana koyup itin önüne
yal atar gibi kocasının önüne sürerdi. Akşama kadar oturup hiçbir iş yapmayan
kocasından, kızgınlığını ancak böyle çıkarırdı… Gürcü bacı, yemeğini ocağa
vurduktan sonra çeşmenin başına baktı. Çeşmenin başı hâlâ kalabalıktı. Dönüp
işine gücüne baktı. Akşam olduğunda kazlar, culuklar, tavuklar, cücükler eve
gelmeye başladı. Gürcü bacı, pinenin kapısını açıp tek tek sayarak hepsini
pinenin içine dıktı. Kazlarına çok önem verir, özellikle onları ikişer kere
sayardı. Belki de Sekili’de en çok kaz yetiştiren kişi Gürcü bacıydı. Onun
yetiştirdiği bodiler (kazlar) yağlı olurdu… Yemekten sonra tekrar baktığında
çeşmenin başında hiç kimse kalmamıştı. Hemen küreği alıp çeşmeden akan suyun
ağzını kendi bahçesine çevirdi. Bütün gece, ektiği sebzeleri ve istasyondan
getirdiği akasya, kavak ve söğüt ağaçlarını suladı.
Gürcü bacının yaşamı evi, malları, kocası ve
çocuklarıyla sınırlıydı. Evden dışarı pek çıkmaz, işiyle gücüyle uğraşırdı.
Yine birgün, evin önünde bokla uğraşıyordu. Doğrulup asfalta baktığında, elinde
tahta bir valizle gelen birini gördü. Gördüğü adam yaklaşınca kendisine güldü.
Kimdi acep bu? Elini alnına gölgeleyip dikkatlice baktığında bunun, Saraylı
Ahmet'in oğlu Sarı Mustafa olduğunu gördü. Üstündeki takım elbise parlıyordu.
Sarı Mustafa, Gürcü bacıya bakarak: “Gürcü bacı. Günaydın günaydın. Nasılsınız, iyi misiniz?
Mustafa amca bey nasıllar, iyiler mi?" diye sordu. Gürcü bacı, şaşaladı.. Bu
gonuşan, bizim Urhuya’nın oğlu Sarı Mıstafa değil mi?” diye düşünüp, elini
gölgeleyerek bir daha baktı. "Hee! Mıstafa bu! Emme nasıl gonuşuyo bu
böyle?" dedi içinden. Sarı Mustafa, Gürcü bacının hiç cevap vermeden garip
garip bakmasına bir anlam veremedi. Asfalttan aşağıya inip yanına geldi ve:
"Beni tanımadın mı Gürcü bacı?" diye sordu, gülerek. Gürcü bacı:
"Tanıdım, tanıdım Mıstafa emme gâvır gibi gonuşuyon gurban olduğum. Sanki
sen daağlsin? Emme değişmişsin sen ha!" dedi. Sarı Mustafa, hürmetle eğilip
elini öpmek istedi ama Gürcü bacının eli temiz değildi. Elini geri çekerek:
"Sağol Mıstafa’m. Berhüdar ol. El öpenlerin çoğ olsun." dedi.
Mustafa’ya şöyle bir daha baktı ve içinden: "Mustafa sarı gâvır
olmuş." dedi. Sarı Mustafa, İstanbul'dayken kendi kendine söz vermiş,
artık Sekilililer gibi konuşmayacaktı. Kardeşlerinin yanında İstanbul Türkçe’si
öğrenmişti ve marifetli bir papağan gibi hünerlerini göstermek için fırsat
arıyordu. "Nasılsınız Gürcü bacı, iyi misiniz?” diye sordu tekrar. Gürcü
bacı: "Eh. Eyiyik Mıstafa. Sen nasılsın?” diye sordu. Mustafa:
"İyiyim Gürcü bacı. Teşekkür ederim, teşekkür ederim." dedi. Gürcü
bacı ile Sarı Mustafa'nın akrabaları arasında, geçmişte yaşanmış bir olaydan
dolayı soğukluk vardı. Gürcü bacının, "teşekkür ederim" sözünü
duyduktan sonra biraz rengi attı ama pek belli etmedi. "Sen nettin
Isdambıl'da? Epeydir yitdin getdin köyden. Gardaşların nasıl, eyiler mi
acebola?” diye sordu. Sarı Mustafa: "Kardeşlerimin de herkese selamları
var. İyilik ve esenlikler diliyorlar. Sağlık haberlerini herkese
gönderiyorlar…" diyerek dil kırdıkça kırıyordu. Koca bir tomruktan akan
talaş gibi inceldikçe inceliyor, toz oluyordu konuşurken. Gürcü bacı, içinden:
“Isdambıl da değirmen daşı gibi incelttikçe inceltiyomuş anam!” dedi. Sarı
Mustafa, bir köy göbeli olmasına rağmen Fransız mösyösü gibi anlatmaya devam
ediyordu: "Burada birkaç gün dinlendikten sonra İstanbu'a teşrif edeceğim
efendim. Artık buralarda yaşanmaz. İstanbul, bir derya Gürcü bacı, bir derya.
Tüm dünya sanki İstanbul'da toplanmışlar, yaşıyorlar efendim…” Gürcü bacı,
Mustafa’ya birşeyler anlatmaya çalışıyordu ama Mustafa'nın susacağı yoktu. Hiç
durmadan İstanbul'u ve gördüklerini anlatıyordu. Nihayet konuşmasını bitirip:
"Bana müsaade. İyi günler Gürcü hanım.” demesin mi? Gürcü: “Vay babasının
ağzına ötürdüğümün dölü vay!" deyip başlayacaktı emme misafirdi şindi bu
gâvır. Sustu Gürcü bacı. Hele şu, üç günlük misafirliği bir çıksın, bunun
hesabını sorar, yanına koymazdı. İçinden: "Eyi günler Gürcü hanım ha! Ben
sana gösteririm, Sarı Mıstafa dürzüsü!" diyerek soğuk soğuk uğurladı..
Sarı Mustafa, el sallayarak “Bay bay” dedi ve asfalta doğru yürüdü. Gürcü bacı:
"Ektiğim nohut, biçtiğim nohut, sıçtığım nohut, bazara gelmiş de leplebi
olmuş!” diye söylendi arkasından… Yarından tezi yok, Urhuya'nın evine gedip
picinden şikayetçi olacaktı. "Sarı Mıstafa piçi kendisine, “Taşakgur
ederim” diyerek sövmüştü. Bir türlü içine sindiremiyordu Gürcü bacı. “Eccik
soluklansın da bu veledi zinaya gösteririm ben! Dur hele eccik! Eğer ben de bunu
ona goyarsam, bana da Tepecikli Gürcü demesinler! Gafasını daşıla ikiye bölüp
de gazana yatırmazsam, bana da fışkı desinler!...” diye söyleniyor, söyleniyor
ama bir türlü rahatlamıyordu. Mustafa, asfalta çıkıp da uzaklaşınca Gürcü bacı
ne edeceğini şaşırdı. Ne etseydi? Cendermeye şikayet edip davacı mı olsaydı?
Yoksa kocası, Döne’nin Mustafa'ya mı söyleseydi?... “Bırak Döne'nin Mıstafa'yı!
Onun kendine hayrı yok zaten!” dedi içinden. Eli ayağı titremeye başladı. Evin
içine girdi çıktı, havluya sığmıyordu Gürcü bacı. İçinden: "Vay gâvırın
dölü vaaay! Isdambıl'a getdin diye bize mi söveceksin ülen! Ne dediydi o?...
Haa! Taşakgur ederim, taşakgur ederim. Tuh! Allah'ın sarı donuzu!..." diye
kendisi de sövüp sayıyordu. Namusuna hakaret edilmişti Gürcü bacının. Bu, “Senin
a...na koyarım Gürcü.” demek oluyordu. "Vay vay vaaaay!" Şimdiye
kadar Döne'nin Mıstafa dahil, kimse böyle sövmemişti Gürcü bacıya… Tandırlığın
önünde asılı duran nacağa baktı. Nacağı alıp Saray'lı Ahmet'in evine varıp,
boynunu gopartacaktı Sarı Mıstafa'nın. Emme daha misafirdi. Dursundu bakalım
eccik daha… “Zibidi it! Isdambıl'a getdi diye favoriklerini de uzatmış turis
gibi. Hele o saçları, avrat saçı gibi uzatmış zibidi! Belkim önündekini de
kestirmiştir. Tövbe tövbeee! Duzsuz tereyağ gibi bozulmuş gavının piçi!...
Sarı Mustafa, evlerine vardığında anası, yerde
yayık yayıyordu. "Kolay gelsin ana.” deyip yanına vardı. Eğilip elini
öptü. Anası, sevinerek ayağa kalktı. Oğlunu, sarılıp öptükten sonra ahırda
mallara bakan kocasına seslendi. Sarı Mustafa, ahıra doğru yürürken babası da
ahırdan çıktı. Ahırın önünde hoşbeş ettikten sonra gelip makatın üstüne
oturdular. Sarı Mustafa, anasına, babasına İstanbul'u, kardeşlerini anlattı,
anlattı, anlattı… Anası, babası, hayretle dinliyorlardı. Ne datlı olmuştu Mustafa'nın
ağzı? Gonuşurken heç küfür etmiyodu. Ne gözel gonuşuyodu böyle....
Gürcü bacı, o gün evin içinde, avluda, cücüklerini
yitirmiş tavuk gibi dolandı durdu. Dayanamadı, Döne'nin Mustafa'ya:
"Taşakgur ederim ne demek ülen? Sen biliyon mu?” diye sordu. Döne'nin
Mustafa, hiç duymadığı bu söze bir anlam veremedi. Gürcü'ye: "Ne bileyim
ben? Nerden gunnuyon bu lafları?" diye ters ters cevap verdi. Ama kafasına
da takıldı. İçinden: “Avradını s.. .min fışkısı! Kimden duydu acep bu sunturlu
lafları? Allah Allaaah! Daha neler duyacağız?” diye sövdü Gürcü'ye. Sarı
Mustafa, giderken bir de bay bay yapmıştı. Gürcü bacı, öyle içerlemişti ki
buna, paslı bir bıçak gibi saplanıp kalmıştı yüreğine. Anlaşılan, Sarı eyi
eğlenmişti kendisiyle. Emme dursundu hele. "Vay mayası cımbıldak, vay!
Ülen. Anası, bubası da eyi insanlardır bunun. Bu piç kime çekmiş böyle?
Südüklüğü durasıca Sarı! Südüklüğü durmuş tilkiler gibi ‘Gürcü bacıı!' diye
çığırırsın işallah! Enikoğlu enik! Elimizde böyüdü, şunun yaptığına bak hele.
Ülen! Bunlar Gürcü bacına denilecek laf mı?...” Döne döne sabahı zor etti Gürcü
bacı.
Horozlar ötmeden kalkıp Saraylı’nın evine doğru bir
göz attı. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Bir şahin gibi gözünü eve dikmiş
bekliyordu Gürcü bacı. Avı bir çıksın hele, bak nasıl saldıracaktı ona? Sarı
Mustafa evden çıkıncaya kadar girip çıkıp Saraylı’nın evini kişifledi. Sarı
Mustafa, nihayet evden çıktı. Evin önündeki hendeği bir kedi gibi atlayıp bu
tarafa yöneldi. Gürcü bacı, avluda ne kadar iri taş varsa eteğine toplayarak asfalta
çıktı. Sanki Sekili'yi gâvur basmış da Gürcü bacı da onlarla dövüşecekti.
Karayolunun dibindeki köprünün yanına gelip, eline aldığı taşı sıkıca tutarak
beklemeye başladı. Sarı Mustafa'nın bir gelişi vardı ki asil bir senyör gibi.
Saçlarını taramış, elbisesinin düğmelerini iliklemiş, ayakkabıları boyalı,
elinde de bir uçlu sigara, tüttüre tüttüre geliyordu. Önüne çıkan dikenleri,
sarı bir tay gibi atlayıp seke seke asfalta çıktı. Kendisine bakanlar var mı
diye de şöyle dönüp köye doğru bir baktı. Köydeki iboları geçmiş, kendi kendine
gırışıyordu. Köprüye doğru gelip de iyice yaklaşınca Gürcü bacı, aniden önüne
çıkıp taşı salladı. Sarı Mustafa, neye uğradığını bilemedi. Önce yarenlik
ediyor sandı ama ikinciyi, üçüncüyü de yiyince "Gürcü bacı! Ne yapıyorsun?
Benim! Mustafa!” diye bağırdı. Tam döşüne yediği bir taşla sarsıldı ve kaçmaya
başladı. Erkekliğe bok sürmek istemiyordu ama taşlar peşpeşe geliyordu. Gürcü
bacı: “Ben de sana taşakgur ederim sarı donuz! Ben de sana taşakgur ederim!”
diye bağırarak taşları fırlatmaya devam etti. Sarı Mustafa, hâlâ birşey
anlamamıştı. “Ne diyorsun sen Gürcü bacı?!" diye bağırdı, can havliyle.
Gürcü: "Ülen. Urum dölü! Get de anana taşakgur et. Utanmaz, arlanmaz sarı
piç! Küfür edecek başka birini bulamadın mı üleen!”diye bağırınca Sarı Mustafa,
bir yanlış anlamaya kurban gittiğini anladı ve: "Teşekkür ederim demek
kötü birşey değil ki Gürcü bacı! Sağol, berhüdar ol demek! Sen beni yanlış
anladın!” dediyse de taşlar mermi gibi yağıyordu üstüne. Gürcü bacı, eteğindeki
taşları bitirmiş, yerden taş alıp atıyordu. En son gelen taşlardan biri Sarı
Mustafa'nın kafasına değmiş, yüzünden aşağı kanlar akıyordu. Urhuya bacı da
evin önüne çıkmış, olanları görmüştü. Zaten oğlu daha önce köyde dövüşmüş, iyi
de bir dayak yemiş, köyü terkedip gitmişti. İstanbul'dan döner dönmez gene
oğlunu dövüyorlar diye telaş içinde koşarak asfalta çıktı. Urhuya bacı,
yaşlıydı. Köprüye geldiğinde soluk soluğa kalmıştı. Gürcü'ye: "Ne ediyon
Gürcüüü? Ne isdeyon yavrımdan? Gırk yıllık gomşuyuz şurda. Sen de mi düşman
oldun bize?" diye bağırdı. Gürcü: "Senin oğlanın, bana etdiğini
biliyon mu sen? Onun etdiği küfürü daha kimse etmedi bana! Taşakgur edermiş
bana!" diye bağırınca Sarı Mustafa, ağlamakla gülmek arasında olup biteni
anasına anlattı. Başından hâlâ kanlar akıyor, eliyle yaraya bastırıyordu.
Etraftan yetişenler de ortalığı yatıştırmaya çalıştılar ama Gürcü kimseleri
dinlemiyor, sövüp sayıyordu. İki elinde de sıkı sıkı tuttuğu taşları zorla alıp
uzağa fırlattılar ve evine doğru götürmeye çalıştılar. Gürcü bacı: “Anasına
taşakgur etsin! Bi de eyi günler Gürcü hanım diye eğleniyo benle! Sana da eyi
günler Sarı Mıstafa! Sana da eyi günler!” diye bağıra bağıra evinin yolunu
tuttu. Urhuya bacı da oğlunun koluna girip eve geri götürdü. Sarı’nın takım
elbisesi ve kolalı gömleği kan içinde kalmıştı. İstanbul'a gittiğinden beri tam
bir beyefendi olmuştu ancak canı yanınca: “A…na dıhdığımın köyü! Ne biçim
memleket ulan bura? Burda yaşanır mı lan? Bin kere kurban olayım
İstanbul'a." diye sövüp sayıyordu.
Gürcü bacı, "teşekkür” sözcüğünün anlamını
biraz geç de olsa öğrenmişti. Ertesi gün, elinde valiziyle yoldan geçen Sarı
Mustafa'nın önüne çıkıp gönlünü almaya çalıştı. Ancak Sarı Mustafa, hem Gürcü
bacıya hem köye kırılmıştı. Başını yana yıkıp yürüdü gitti. Sekili köylüleri,
günlerce bu olayı konuşup güldüler. Bir daha kim kibarlık edecek olsa hemen
birbirlerine: “Taşakgur ederim Gürcü bacı!” diyerek alay edip eğlendiler.