DELİ
YAŞAR
ÖYKÜ-ERHAN
PALABIYIK
Yozgat, Kırşehir ve Kayseri’nin tam ortasında
bulunan Yerköy, İç Anadolu Bölgesi'nin adeta bir tahıl ambarıydı. İlçede hemen
göze çarpan dev çelik silolar, “Biz tahılın başkentiyiz” der gibiydi. Sekili
Ovası da Yerköy’ü besleyen ana buğday damarlarından birisiydi. Yerköy ve çevre
köylerde herkes harmanını savurmuş, yeygisini öğütmüş, sapını samanını içeri
atmış, bulgurunu, yarmasını kaynatmış, tarhanasını yapmış kaldırmış, tezeğini,
yapmasını, kermesini kurutup ahırlarına doldurmuştu. Biçer döverler ve patos
makinaları da ortalıktan yitip gitmişlerdi. Kavak, söğüt ve akasya ağaçları,
bir bir yapraklarını dökerek kışın geldiğini muştuluyorlardı. Evlerin
tandırlarından, taze undan yapılmış yufka ekmek kokuları yayılıyordu. Kadınların
imece usulü pişirip dağ gibi yığdıkları yufka ekmekler, daha sonra ince nazik
ellerle bir bir sulanıp katlanır ve sofralara getirilirdi. Demini iyice alan
yufkalarla köy peyniri ve bulgur aşını yemeye doyum olmazdı.
Yerköy'de öyle verimli topraklar vardı ki; kimi
yeri kırmızı, kimi yeri kara, kimi yeri de apak. Taş eksen yeşerirdi bu
topraklarda. Buğday, arpa, nohut, mercimek, pancar, kavun, karpuz, ne eksen
boydan boya yeşertirdi ovayı. Kavak ağaçları, söğütler, akasyalar evlerin,
bahçelerin, ırmakların kenarlarını süsler, apayrı bir güzellik katardı
Yerköy'e. Delice Irmağı, bir sevgi seli gibi delicoş akar gider, sevgilisi
Kızılırmak'la buluşurdu. Karanlıkdere Vadisi'ni ikiye bölen Kanak Irmağı da
bolluk ve bereket sunardı insanlara. İnce ve mağrur bir şekilde Sekili’den
Çerikli'ye, Kırıkkale'ye doğru akar gider, oradan da Kızılırmak’a kavuşurdu.
İnsanlar, bağlarına, bahçelerine mini bağ evleri veya kelikler kurar, güze
kadar kalırlardı buralarda. Hiçbir yerde bulunmayan bir güzelliğe sahipti bu vadi.
Üzüm bağlarıyla, ayva, kayısı, erik, elma ağaçlarıyla, tatlısu balıklarıyla
bambaşka lezzetler sunardı insanlara. Koyunların otladığı, kuzuların meleştiği,
kekliklerin ötüştüğü, bin bir çeşit bitkinin etrafa duyulmadık kokular saçtığı
cennet gibi bir yerdi Karanlıkdere Vadisi. Kayseri'ye, Sivas'a, Erzincan'a,
oradan da Erzurum' a giden demiryolu buradan geçerdi. Tren yolcuları, vadiden
geçerken kompartımanların camlarından başlarını çıkarır, ta Karagedik Tüneline
kadar bu güzelliği seyrederlerdi. Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü'nün
büyük katkılarıyla yapılan bu demiryolu, ilçenin gelişmesinde ve büyümesinde
çok önemli bir etken olmuştu. Medeniyete açılan bir kapı olmuştu Yerköy için.
Yerköy ovası, ince bıyıklıların ve kalın
bıyıklıların kardeşçe yaşadığı bir ovaydı. Her renkten, mezhepten, milliyetten
insanlar, yüzyıllardır burada dostça, kardeşçe yaşayıp gidiyorlardı. Özellikle Çiçekdağılılar
ile Yerköylüler, birbirlerinden kız alıp vermişler, kanları birbirine
karışmıştı. Birileri, yer yer dinamit koyup bu kardeşliği bozmaya çalıştılarsa
da başarılı olamamışlardı. Yerköy, Çiçekdağı ve Köselililer, birleşip il olmak
istemişler ancak Yozgat'ın kirli siyasetçileri tarafından engellenmişti. Oysa
ne küçük ilçeler il yapılmıştı o dönemde. Yozgatlılar, Yerköylüleri
sevmezlerdi. Yerköy'e Saat Kulesi yapılırken ne tartışmalar çıkmıştı. “Saat
Kulesi sadece bizde olmalı” anlayışıyla karşı çıkmışlar ancak engel
olamamışlardı. Yozgatlılara inat yapılan Saat Kulesi, şimdi Cumhuriyet
Meydanı'nda gelen gideni selamlayan dev bir adam gibi duruyordu. Diğer ilçeler
de daha sonra Yerköy’ü örnek alıp birer Saat Kulesi yaptırmışlardı. Yerköy'de,
çarşamba günleri yerel pazar kurulurdu. Çiçekdağı'ndan, Şefaatli'den,
Çerikli’den ve tüm köylerden binlerce insan gelir, bu pazarda buluşurlardı.
Yerköy, adeta gökkuşağı gibi rengarenk olurdu. Bu beraberliği ve kardeşliği
kıskanıp nazar edenler olurdu ama bu insanların temiz ve apak olmaları, sanki
nazar boncuğu takmışlar gibi kendilerini nazardan sakınırdı. Yerköy halkı
iyisi, kötüsü, güzeli, çirkiniyle sade bir yaşam sürüp gidiyorlardı.
Evsiz, barksız, kimsesiz olan Deli Yaşar da
ortalıkta dolaşırken kış gelip çattı. Yerköy'ün kışı gündüzleri güneşli,
geceleri Azrail olurdu. Ayaz, adamın ciğerini kuruturdu. Deli Yaşar'ın en kötü
günleri de şimdi başlıyordu. Gündüzleri o kahvehaneden diğerine, oradan da
başka yerlere gider dururdu zavallı. Her gittiği yerde bağırır, çağırır,
böğürürdü. Sırf bu bağırması yüzünden her yerden kovulurdu. Kış mevsimi, Yaşar
için Azrail’le boğuşma mevsimiydi. Azrail kovalıyor, Yaşar da uzun mesafe
koşucusu gibi ha babam koşuyordu. Bir yakalanırsa anında gidecekti meçhul
dünyaya. Kimi kimsesi olmadığı için acılar içinde bir yaşam sürüyordu Deli
Yaşar. Delinin derdi olmaz mıydı? Olurdu elbet. Yoksulluğun, adaletsizliğin,
eşitsizliğin egemen olduğu bozuk sistem mi Yaşar’ı delirtmişti? Bu düzeni Yaşar
mı kurmuştu da cezasını çekiyordu, yoksa Yaşar mı bozmuştu da cezasını
çekiyordu? Yok canım. Ne Yaşar kurdu, ne de Yaşar bozdu. Bu bozuk düzende
akıllı olmak da zordu, akıllı kalmakta zordu. Zenginler viskisini, şampanyasını
yudumlarken Deli Yaşar da “Dertalan şarabını” içerdi. Müptelası olmuştu
Dertalan'ın. Yaşar'ın tüm dertlerini, tasalarını, acılarını sünger gibi içine
çeken bu şarabı, başka hiçbir içkiye de içmezdi. Yerköy'de herkes bilirdi onun
bu, Dertalan tutkusunu. Büfeden bir şarap aldığında ilk işi etiketine bakmak
olurdu. Eğer Dertalan değilse şişeyi yere çarpar, bomba gibi patlatırdı.
Büfeciler, korkudan birkaç şişe saklarlardı Yaşar için. Heybesinden hiç eksik
etmediği şarabını nerede olursa olsun içer, sabahtan akşama kadar devletin
ileri gelenlerine söver sayardı. Herkes duyar ancak deli diye güler geçerlerdi.
Yerköy'de ilk kar, Çiçekdağı'na yağardı. İlk kar
yağdığında herkes sobalarını kurar, tedbirini alırdı. Kimi tezek sobası, kimi
kuzine, kimi kömür sobası yakardı. Kuzineler yakıldığında üzerinden
çaydanlıklar, güğümler, yemek tencereleri hiç eksik olmazdı. Güğümlerin
içindeki su kaynadıkça evin içinden marşandiz treni geçiyormuş gibi buharlar
çıkardı. Kuzinelerde pişirilen kömbelerin, yağlı çöreklerin tadına doyum
olmazdı. Kısır köfteler, çocukların en çok beklediği şeylerdi. Çiçekdağı'nın
köylerinden gelip Yerköy’e yerleşenler, gelirken tüm adetlerini de buraya
taşımışlardı. Deli Yaşar, soğuk kış günlerinde cadde sokak gezer, bir
kahvehaneye girer, saatlerce sobaların yanında otururdu. Vücuduyla birlikte
hiçbir zaman ısınmayan ruhu da biraz ısınır, yumuşardı. Oracıkta hayal alemine
dalar gider, sonra birden bağırırdı. Bağırınca kahvehaneden kovulur, yine
sokaklara düşerdi. Atatürk, Çiçekdağı Caddesini, günde kim bilir kaç yüz kez
adımlardı? Çoğunlukla da istasyon civarında dolaşırdı. İstasyon binasındaki
Kayseri işi, kocaman dökme sobanın başına oturur, sigarasının birini
söndürmeden diğerini yakardı. Sinirli ve biraz da deli olan gar müdürü, Yaşar’ı
görür görmez hemen bağırır, dışarı atardı. Deli deliyi sevmiyordu belki de.
Yaşar, kovulduktan sonra istasyon binasını taş yağmuruna tutar, giderdi. Gar
müdürü, herkese bağırıp çağıran bir adamdı ama Yerköylüler, namus belasına
katlanıyorlardı.
Deli Yaşar, Yerköy’ün gülüydü, şekeriydi. Kimi
kimsesi yoktu ama Yerköy halkı, onu çok seviyor, koruyor, kendileri gibi
bakıyorlardı. Hangi lokantaya gitse karnını doyururlardı. Fırından taze ekmek
alıp yemeyi çok severdi. Somunu ikiye böler, buhar çıkan sıcacık göbeğini büyük
bir zevkle yerdi. Belki de çocukluğundan kalma bir alışkanlığıydı, ekmeğin
içini yemek. Herkes karnını doyuruyor ama kalacak yere geldi mi pek oralı
olmuyorlardı. Olur olmaz zamanda bağırıp çağırdığı için kimse evine almak
istemiyordu. Kaç kez götürmüşler ama rahat vermemişti. Böyle olmayınca huzur
evine göndermek istediler ancak Yaşar gitmedi. Zayıf, uzun boylu, elinden
sigarası, heybesinden şarabı hiç eksik olmayan bir adamdı Deli Yaşar. Parmaklarının
uçları, dişleri, hatta sakalının ucu bile sapsarı olmuştu sigaradan. Uzamış
sakalıyla, üst üste giydiği ceketlerle, bir de içtiği Dertalan şarabıyla öyle
pis kokardı ki kimse yanına yaklaşamazdı. Esnaflar, ara sıra Yaşarlı tıraş
ettirip hamama götürür, bir güzel yıkarlardı ama kısa sürede gene eski halini
alırdı. Omuzunda buluntu bir kirli heybe, heybeden sarkan pis poşetler, içinde
tabak, ayna, çeşit çeşit meyveler, ayağında uzun asker botları, ustura kayışı
gibi olmuş çorapları Deli Yaşar’ın en belirgin özellikleriydi. Ayağındaki
botları, ayakkabıları sürekli değiştirir, atardı. Bağcıklı botları çok sever,
durmadan bağlar, çözerdi. Yaşar deliydi ama akıllıyım diyenlerden daha akıllı
oluyordu bazen. Birçok hareketi akıllı insanları düşündürürdü. Ara sıra akıl
kutusu yerine geliyordu demek ki. Bir de vitesi taktı mı gerisi tamamdı. Değme
akıllı, akıl sır erdiremezdi ona. Sokakta yakaladığı herkesten para ve sigara
isterdi. Hangi sigarayı verseler içerdi. Parayı alınca da doğruca istasyondaki
tekel büfesine gider, bir Dertalan alırdı. İstasyon büfesi baş durağıydı Deli
Yaşar'ın. Buralardan pek ayrılmazdı. Kimi zaman bir suç işler, bekçiler
tarafından karakola götürülürdü. Deli Yaşar, suçlu bulunup Yerköy Cezaevi’ne
gönderilmeyi çok isterdi ama karakolda kimse ona itibar etmez, hiçbir işlem
yapmazlardı. Bir iki azarlar, hemen dışarı atarlardı. Deli olmasından çok,
kokusuna dayanamadıkları için hemen atarlardı. Dertalan şarabının öyle ağır bir
kokusu vardı ki nerede olursa olsun Deli Yaşar’ın yanından geçenler, hemen
elleriyle burunlarını kapatıp başlarını çevirirlerdi. Bu şarabı bir de Yaşar'a
sorsanız, sararmış ve çürümüş dişlerini göstere göstere: “Harike la. Harika.”
derdi. Bu sözü de trende gördüğü bir adamdan duymuş, her şeye kullanıyordu
Yaşar.
Kış günleri Deli Yaşar'ın başı hiçbir yere
sığmazdı. Devriye ekibi gibi gün boyu bir o yana, bir bu yana gider gelirdi.
Akşam olup da esnaflar dükkanlarını kapatınca ortalıkta kalakalırdı.
Yoksulluğu, kimsesizliği bir canavar gibi boynuna çöküverirdi. Azrail'in bir
eli sürekli yakasındaydı. Deli Yaşar, ara sıra bir fıykırtma verse de Azrail,
fırsatını bulduğu anda canını alacaktı. Geçen kış az daha yakalanıyordu
Azrail'e. Belediyenin önündeki Atatürk heykelinin dibinde sızıp kalmış, donmak
üzereyken esnaflar kendisini bulmuşlar, hemen bir kahvehaneye götürüp
ısıtmışlardı. Gün boyu umursuz gezen kedi, köpekler bile geceleri sığınacak bir
yer bulur ama Deli Yaşar bulamazdı. Kocaman Yerköy caddelerinde bir gece
bekçileri, bir de Yaşar kalırdı. Gecenin soğuk ve sessizliğinde çalınan bekçi
düdükleri ve tren düdükleri, Deli Yaşar'ın bağrını ikiye böler geçerdi. Tıpkı
Kanak’ın Yerköy'ü bölüp geçtiği gibi. Kimsesiz ve çaresiz olan Deli Yaşar'ın
kaderi, bu kış da değişmemişti elbet. Yine akşam olmuş, herkes evlerine
çekilmiş, ayaz bastırmış ve Azrail'le mücadele başlamıştı.
Herkes evlerinde, sıcak sobalarının başında
otururken Deli Yaşar, tek başına caddelerde, sokaklarda dolaşıp durdu.
Sığınacak kuytu bir yer aradı ama bulamadı. Demiryolundaki su deposunun yanına
gitti. Yerde bulduğu travest parçalarını toplayıp yığdı. Heybesinden, kibritini
çıkarıp çaktı. Yanmadı. Heybesindeki meyvelerin suyu akmış, kibrit ıpıslak
olmuştu. Birkaç kez daha denedi, yine yanmadı. İstasyondaki büfeye gidip yeni
bir kibrit aldı. Kibriti, çok kıymetli bir şeymiş gibi avucunun içinde
saklayarak geri geldi. Saat Kulesi, gecenin karanlığında ayakta duran bir adam
gibi Yaşar'a bakıyordu. Kuledeki saat bile soğuktan donmuş, ayazın, buzun
başladığı zamanı gösteriyordu. Deli Yaşar, kibriti çakıp travestleri tutuşturdu.
Çam ağaçlarından yapılan bu travestler çabuk tutuşurdu. Demiryolu işçileri de
yol tamiratına gittiklerinde büyük bir travesti, bir kazma darbesiyle ikiye
böler, hemen yarıp ateşlerlerdi. Yaktığı ateşte ısınmaya çalışan Deli Yaşar,
biraz daha kırıntı bulmak için travestlerin etrafında dolaştı. Gar
Müdürlüğü'nün ışığının yandığını görünce hemen geri döndü. Deli deliden
korkarmış ya, gar müdürü kendisini görüp de bağıracak diye çok korkmuştu. Yanan
ateşten hafif bir duman çıkıyor ve anında havada yitip gidiyordu. Tekrar yere
çömelip ellerini ısıttı. Arkası Kanak gibi donmuştu. Ara sıra arkasını dönüp
ısıtmaya çalıştı. Ayağındaki botlar su almış, ayakları buymuştu. Botlarını
çıkarıp ateşin üstünde şöyle bir gezdirdikten sonra tekrar giydi. Ama olmuyordu
böyle. Isınamamıştı bir türlü. Birden aklına heybesindeki şarap geldi. Acele
iki elini birden heybeye sokup şişeyi çıkardı. Gazete kağıdından yapılmış
tıpasını çekip şişeyi başına dikti. Lıkır lıkır içtikten sonra tekrar tıpasını
kapatıp heybesine koydu. Burnundan sular akıyordu. Eliyle ağzını burnunu
sildikten sonra eğilip ateşe üfledi. Geceden tıs çıkmıyordu. Sanki gece, ceza
almıştı. Gece bekçileri, fırınlarda kendilerine bir yer bulup sokaklardan
çekilmişlerdi. Böylesi gecelerde Kanak Irmağı donardı. Gündüzleri çocuklar,
buzun üstünde kayarlardı. Birden aklına çocukluğu geldi. Birgün Kanak'ta
kayarken buz kırılmış, buz gibi suların içine düşmüştü. Neredeyse donup
ölecekti. Bu anısını hatırlayınca Deli Yaşar, daha çok üşüdü. Yırtık
pantolonunun cebinden Birinci sigarasını çıkarıp bir tane yaktı. Ara sıra
beyninde, birşey birbirine değip kontak yaptırıyormuş gibi hafızası yerine
geliyor, sonra herşey kaybolup gidiyordu! “Yaz mevsimi ne güzeldi. Dünya hep
bahar, yaz olsaydı olmaz mıydı? A…. koyduğumun dünyası, neden değişir durup
dururken?” dedi kendi kendine. Sigarasının dumanını öyle bir çekti ki içine,
sanki birilerinden intikam almak ister gibi. Taksit taksit çıkardı çektiği
dumanları… Yaz günlerinde Deli Yaşar, hükümet binasının önündeki çamların altına
yatar, kimse de karışmazdı. Çimlerin sulandığını bazen çok geç fark eder,
ıslanmasıyla kalkması bir olurdu. Sanki suçlu kaymakammış gibi kaymakamın
odasına doğru döner, okkalı bir küfür savurup giderdi. Kimi zaman nevalesini
alır, Karaşar Mahallesi’nden geçerek mezbahane’nin yanındaki köprüye gelir,
buradaki söğütlerin altında yatardı gün boyu. Karanlığı hiç sevmez,
kaybolmaktan korkan küçük bir çocuk gibi akşam olmadan geri dönerdi Yerköy'e.
Yaz gecelerinde genellikle boş tren vagonlarında yatardı. Kimi zaman kafayı
çekip sızar kalır, trenlerin manevrası sonrasında yük treniyle Çerikli'ye,
Şefaatli'ye, Tatbekirli'ye, Kırıkkale'ye kadar gittiği olurdu. Hatta birgün
trenden inememiş, Kayseri'nin Boğazköprü istasyonuna kadar gitmişti.
Yerköylüler, Deli Yaşar’ı günlerce aramışlar, bulamamışlardı. Bir yerlerde
trenin altında kalıp ezildiğini düşündükleri bir zamanda, cephede başarı
kazanmış bir asker edasıyla çıkıp gelmişti. Anlaşılan insanların, akıllılara
olduğu kadar delilere de ihtiyacı vardı. Ne kadar çok sevinmişti Yerköylüler.
Deli Yaşar'ın yaktığı ateş, sönmek üzereydi. Öylece
bırakıp kalktı ve amaçsızca caddelere doğru yürüdü. Menzilsiz yürüyordu.
Yerköy'de gecenin sessizliğini bir bekçilerin düdüğü, bir trenlerin manevrası
sırasında vagonların birbirine vuruş sesi, bir de Deli Yaşar'ın naraları
bölerdi. Bir başladı mı, sabaha kadar uzun uzun naralar atardı. Yine aniden,
gök tanrısına isyan eder gibi anlamsız sözlerle bağırdı. Sonra bu bağırtısından
gizli bir zevk almış gibi etrafına bakındı. Narası, Yerköy caddelerinde
yankılanıp kendisine geri döndü. Heybesinden şişesini çıkarıp bir dikişte içti
bitirdi. Şişeyi bir kenara fırlattı. Köylüoğlu'nun kahvehanesine doğru yürüdü.
Tam kapıyı açacakken içerideki garson, elinin tersiyle “Git ulan.” der gibi bir
işaret yaptı. Deli Yaşar, hemen uzaklaştı oradan. Hızlı hızlı Çarşı Camisi’ne
doğru yürüdü. Omuzunda heybesiyle bir keşiş gibi yürürken karşıdan gelen
birisini gördü. Tam yanına gelince aniden elini uzatıp para istedi. Adam,
korkudan hemen elini cebine attı, ne geldiyse Yaşar’a uzatıp hızla uzaklaştı.
Adeta kayan bir yıldız gibi yitti gitti caddede. Avucundaki paraya bakınca Deli
Yaşar'ın yüzünde mini bir gülümseme belirdi. Hemen geri dönüp istasyona gitti.
Tekel büfesinin ölgün ışıkları duvara vurmuştu. Aldığı parayı olduğu gibi
büfeciye uzattı. Büfeci ne istediğini biliyordu. Hiçbir şey sormadan iki şişe
Dertalan sardı, verdi. Deli Yaşar, iki adım atmıştı ki hemen şişelerden birini
heybeye indirdi, diğerinin de tıpasını dişleriyle açıp oracıkta başına dikti.
Bir an dönüp büfeciye baktı. Büfeci: “Hadi, hadi. Yaylan.” deyip kovdu Yaşar’ı.
Şarabı içtiktikten sonra içi hamam kubbesi gibi olmuştu. Ayakları onu, tekrar
Çarşı Camisi'ne doğru götürdü.
Aslında Deli Yaşar için en iyi yer, fırınlardı.
İşçiler, uzun süre ekmek hamurlarını hazırlar, simit hamurlarını pekmeze
bandırıp pişirirlerdi. Fırınlarda üç vardiya çalışıldığı için gece gündüz açık
olurdu. Yerköy'deki fırınların hemen hepsi kara ekmek fırınıydı. Ekmekler,
Çiçekdağı'ndan getirilen meşe odunlarıyla pişirilirdi ve tadına doyum olmazdı.
Deli Yaşar, bir fırına girip yatmayı düşündü ama kovarlar diye vazgeçti.
Belediye binasının önüne geldiğinde durup Atatürk heykeline baktı. Heykel,
karlar içinde yapayalnızdı. Tekrar yürümeye başladı. Binaların saçaklarından
buz parçaları sarkıyordu. Evlerin ışıkları da bir bir sönüyordu artık. Işıklar
söndükçe Yaşar, iyice yalnızlaşıyor, mahzunlaşıyordu. Bu saatler, onun için
ölüm saatleriydi. Birkaç adım daha atmıştı ki, birden kayıp yere düştü. Heybesi
bir yana, elindeki şarap şişesi bir yana gitmişti. Söverek ayağa kalktı ve
yarısı dökülmüş şarap şişesini incitmeden eline aldı. Bir dikişte kalan şarabı
içti bitirdi. Düştüğü yere baktı. Yerdeki buz, ayna gibi parlıyordu. Küçük bir
su birikintisi bile olsa gece, buz patenine dönüşürdü Yerköy'de. Yerköylüler,
gece bu buzlu yollarda yürürken uzaylı bir yaratık gibi garip görünürlerdi.
Deli Yaşar, caminin önüne gelince durdu. Avludan
içeri şöyle bir baktıktan sonra buranın kuytu ve iyi bir yer olduğunu düşünüp
kapısına yöneldi. Avlunun demir kapısını açarken eli yapıştı buzdan. Hırsız
gibi sessizce içeri dalıp kuytu bir köşe aradı. Az ilerideki salaca gözüne
ilişti. Korktu ve irkildi. Geri dönüp dışarı çıkmak istedi ama nereye
gidecekti? Salacaya tekrar baktı. üzerinde halı gibi birşey vardı. İyice yaklaşıp
baktığında bunun bir çul olduğunu gördü ve hemen alıp duvarın yanına geldi.
Çula iyice sarınıp duvarın dibine çöktü. Biraz da olsa ısınmıştı. Heybesindeki
şişeyi çıkarıp yine kapağını dişleriyle açtıktan sonra bir-iki yudum içti.
Caminin avlusu kuytu olduğu için ayaz ve püseni biraz da olsa kesiyordu.
Ayakları ve kıçı çok üşümüştü. Çömelmiş otururken sanki bir keçenin üzerinde
oturuyormuş gibi hissetti. Yok gibiydi ayakları ve kıçı. Gözü musalla taşına
kaydı. Gözlerini kaçırdı ama düşünmekten de kendini alamadı. Ne kötü bir şeydi
bu, ölüm? Taşın üstünde ölüyü düşündü. Çırılçıplaktı ölü. Hocalar, ellerinde
keselerle sabunlayıp yıkıyorlardı ölüyü. Düşünceleri birden değişti. Rahatlar
gibi oldu. Şimdi tellaklar, hamamda kendisini keseliyorlardı. Kış günü
yıkanmayı sevmezdi ama şimdi sıcacık bir hamamda olsaydı ne güzel olurdu.
Çömeldiği yerden kalkıp birkaç adım yürüdü. Ellerini ovuşturup hohladı ama
ısınamadı. Ellerini bacaklarının arasına alıp sıktı. Gözlerinden yaşlar
geliyordu ama o, ağladığını bilmiyordu. Kolay kolay ağlamazdı ya şimdi
ağlıyordu. Az ilerisinde duran salacaya doğru yürüdü. Boş olup olmadığını
kontrol etmek istedi. Caminin önüne gelince birden, eli caminin kapısına gitti.
Kapıyı sertçe itti, açılmadı. Sonra bir de omuz vurdu, yine açılmadı. Hayret.
Caminin kapısı kilitliydi. Oysa Yerköy halkı, dini inançlarına son derece bağlı
ve saygılı insanlardı. Caminin kapısı açık da olsa içeri girip birşey
almazlardı. Kapıyı çekip giderlerdi. Kim kilitlemişti acaba bunu? Zavallı Deli
Yaşar, suya düşmüş it eniği gibi titriyordu. Umutsuz ve çaresizdi. Şimdiye
kadar çok kış geçirmiş ama böylesini hiç görmemişti. Belki de bunlar son
günleriydi. Şarabından, defalarca çekti çekti yuttu. Artık, şarabın da pek
etkisi yoktu. Sanki Kanak’ın suyu olmuş, akıyordu. Cebindeki Birinci paketini
almak istedi ama eli donmuştu artık. Hiçbir refleks yoktu ellerinde. Olduğu
yere çömeldi ve uyudu. Sıkı sıkı tuttuğu çulu bıraktığında yere düşmüştü artık.
Burada ne kadar uyuduğunu bilmiyordu. Uyandığında gözü salacaya ilişti yine.
Kalkıp şişesini aldı, çömeldi. Tavuğun kümeste tünediği gibi iki ayağının
üstünde içti uyudu, içti uyudu.
İstasyondan gelen gümbürtüyle birden uyanıp ayağa
kalktı. Trenin birisi yine manevra yapıyordu. Vurulan her tampon, top
atılıyormuş gibi güm güm yankı yapıyordu. Evleri istasyona yakın olanlar, bu
sesle sıçrayıp kalkarlar, hele çocukları, korkudan hiç uyumazlardı. Vagonların
arasına girip birbirinden ayıran manevracılar, adeta kedi gibi sıçrayıp dışarı
çıkar, hemen ağzındaki düdüğü öttürür ve manevra trenine “Tamam" anlamında
el kol işareti yaparlardı. Tren tamponlarından öyle tok sesler çıkıyordu ki
sanki harman yerinde yüzlerce koç tokuşuyordu. Makas başlarındaki gece
fenerleri, kırmızı yeşil yanar sönerdi. Açılan ve kapanan makaslarla gardfrenler
hareket ederdi. Sağa sola kaçışan manevracıları görenler, sanki bir olay var
sanırdı. Deli Yaşar, manevranın gürültüsü olduğunu anlayınca çulun içine girip
tekrar uyumak istedi ama oturamadı. Sanki buz tutmuş bir kalıp sabundu.
Neredeyse donup ölecekti oracıkta. Heybesine uzanmak istedi ama eğilemedi. Yine
salacaya baktı. Gidip içine yatsa mıydı acaba? Çok da korkuyordu bu meretten.
Zaten girmese de ölüp gidecekti burada. Öldükten sonra gene buna koyacaklardı.
Hazır önceden girmiş olurdu. Caminin bahçe duvarı engin olduğu için her taraf
görünüyordu. Evlerin bacalarından çıkan ölgün dumanlar, bir sağa, bir sola esip
duruyordu. Yollar, gecenin karanlığında bile gümüş gibi parlıyordu. Sokak
lambalarının kötü ışıkları ha var, ha yoktu. Yer yer yanıp sönüyordu.
Saçaklardan düşen büyük buz parçalarının sesi geceyi yırtıp geçiyordu. Buz,
ayaz, kış, hepsi de düşmandı Deli Yaşar'a.
Deli Yaşar, son bir hamleyle salacaya doğru yürüdü.
Kapağını kaldırıp önce heybesini koydu. Sonra da kendisi girip kapağı kapattı.
Önce biraz korktu. Kapağı kapatınca içerisi biraz sıcak olmuştu. Çulu kafasına
çekip gözlerini kapattı. İçerisi mis gibi gülsuyu kokuyordu ama havasız
kaldığını anlayınca kapağı biraz araladı. Sağa sola dönerek yerleşmeye çalıştı.
Yan yatıp dizlerini hafif karnına doğru çekti ve çulla ayaklarını, dizlerini
iyice sardı. Böyle yatmayı severdi ama rahat edemedi. Burada ille de bir ölü
gibi yatmak gerekiyordu. Dönüp sırtüstü dümdüz yattı. Çul da iyice ısıtmaya
başlamıştı. Çocukluğundan bildiği sübhaneke duasını mırıldanarak okumaya
başladı. Kim bilir kaç kez okudu bu, anlamını bilmediği duayı. Tam uykuya
dalıyordu ki gece bekçisinin keskin düdüğünü duydu. Okkalı bir sövdü bekçiye ve
tekrar uykuya daldı. Deli Yaşar, sonunda kendisine bir yer bulmuştu. Hem de
ayakları yerden kesilmişti. Sokak lambasının beyaz ışığı caminin avlusuna
vuruyor, salacayı aydınlatıyordu. Yaşar artık görünmez olmuştu. Ne bekçi, ne de
gar müdürü kendisini göremezdi.
Kanak Irmağı bu mevsimde donduğu için sular, sınırı
gizlice geçen gerilla gibi buzun altından geçişini sürdürüyordu. Etrafındaki
yılgın ve söğüt ağaçları da donmuş, esas duruştaydı. Gecenin tek egemeni,
komutanı ayazdı. Yerköy ovası, kardan parıl parıl parıldıyordu. Köylüler ölmüş
de buraya gömülmüşlerdi sanki. Akşamki kalabalık gitmiş, sanki medeniyet
bitmişti. Ses seda yoktu ortalıkta. Çiçekdağı ise gelinliğini giymiş bir genç
kız gibi bembeyaz karlarla kaplıydı. Zirvesinde, eşkıyalara yataklık etmekten
mutlu gibiydi. Namuslu eşkıyaların mekanıydı Çiçekdağı. Zaten namussuzu barındırmaz,
bir sillede atardı aşağılara. Ay dede, gökyüzünde projektörünü yakmış sürekli
dolaşıyor, Çiçekdağı'na güzellikler saçıyordu. Yıldızlar, bugün derin uykuya
dalmışlar, aydede onların yerine de dolaşıyordu. Sanki Çiçekdağı'nda ışık
oyunları sergileniyordu. Kuytu olan yerlerde korkunç bir karanlık, açıklık olan
yerlerde de sonsuz bir beyazlık vardı. Ay dede, uykusu kaçmış çılgın bir ressam
gibi elindeki fırçasıyla binbir renkteki boyalarını Çiçekdağı’nın her yerine
saçıyor, boyuyor, müthiş güzel manzaralar oluşturuyordu ama ne yazık ki bunları
kimse görmüyordu.
Deli Yaşar, ara sıra yan dönmek istediyse de
salacada olduğu için dönemedi. Bir eli sürekli heybesindeydi. Atının
dizginlerine yapışmış bir binici gibi sımsıkı tutuyordu heybesini. Salacanın
içinde, uykuda bile şişesini arıyordu. Dertalan şarabı, Deli Yaşar'ın hem
anası, hem babası, hem yariydi. Her şeyiydi. Kimselere güvenmiyor, inanmıyor,
kimseleri de sevmiyordu şarabını sevdiği kadar… Aydede, projektörlerini şimdi
de Kanak'ın üstüne doğrultmuştu. Kapkara Karanlıkdere'yi bile en ücra
köşelerine kadar aydınlatarak dolaşıyordu. Deli Yaşar, bin yıl uyuyan Eshabı
Keyf keşişi gibi uykudaydı. Dünya umurunda değildi artık. İlk defa hiç kimsenin
dokunmadığı ve bulunmadığı bir ortamda uyuyordu. Ömrünün en iyi uykusunu burada
çekiyordu. Saat Kulesi’ndeki zaman durmuştu ama gerçekte sessiz ve derinden
gidiyordu meçhule doğru. Aydede, ağır ağır gecelik turunun sonuna geliyordu.
Günün ilk ışıkları, havai fişeklerden çıkan kıvılcımlar gibi Yerköy'ün üstüne
düşmeye başlamıştı. Aydede, kardan ve pamuktan daha yumuşak olan bulutların
üstüne kendini attı. Yerini güneşe bırakarak öylece uykuya daldı..
Sabırsızlanan güneş, ana rahminden yırtarcasına çıkar gibi tüm ışıklarını
dünyanın üstüne salıverdi. Çılgın bir geceden uyanan insanlar, güne merhaba
demeye hazırlanıyordu.
Çarşı Camisi'nin hocası olan Harun Hoca, sıcacık
yatağından kalkıp giyinmeye başladı. Camiye gidip, sabah ezanını okuyup
gelecekti. Bu havada camiye gitmek, ölüme gitmek kadar zor geliyordu ama ne
yapsın? Ekmek parasıydı, mecburdu. Başkaları gibi sabah gidip akşam geleceği
bir iş bulamamış, o da hoca olmuştu. Hem ayaz, hem de şiddetli bir püsen vardı
dışarıda. Kar püsenleri, havada uçuşup evlerin bacalarına, kapılarına,
pencerelerine yapışıp kalıyordu. Rüzgar, yerdeki tüm karları kaldırıp püsen
yapmaya kararlıydı sanki. Kapılara ve pencerelere yapışan püsenler, ayazın
etkisiyle hemen buza çeviriyordu. Güneş ortalığı iyice ısıtıncaya kadar
kapılar, pencereler açılmaz oluyordu. Harun Hoca, el örgüsü kazağının üstüne
ceketini, onun da üstüne kocaman paltosunu giydi. Yün çoraplarının üstüne de
mestlerini giydikten sonra hacdan hediye getirilen keyfiyesiyle yüzünü, gözünü
sarıp sarmaladı. Karısının ördüğü yün elliklerini de giyip kapıyı açtı. Kapı,
hızla kendisine çarptı. Dışarı çıkıp zorla kapıyı kapattı ve camiye doğru
yürümeye başladı. Yerler cam gibiydi. Sanki camcı Yaşar Gençoğlu, bütün gece
uyumamış, camları kesip kesip buralara atmıştı. Hoca, dikkatle ve yavaş yavaş
yürüyordu. Üzeri püsenle kapanmış buza bastığında neredeyse sırt üstü
düşüyordu. Dengesini zor sağlayıp yürümeye devam etti. Bir anda öyle bir kaydı
ki adeta uçtu. Ama piste dönen bir uçak gibi düşmeden inmeyi başardı. Eli
kalçasında seslice: “Bismillahirrahmanirrahim.” deyip korka korka yürümeye
devam etti. Kendisi gibi yüzü gözü sarılı birkaç kişiyi gördü. Tanıyamadı.
Yalnızca uzaktan birbirlerine baktılar. Kimileri bereketi artsın, bolluk olsun
diye sabah ezanından önce dükkanlarını açar, dua ederlerdi. Rüzgar, fırtınaya
dönüşmüş püsen, iyice azıtmıştı. Havadan, yılanın dilinden çıkan sese benzer
bir ses çıkıyor, ara sıra “Vuuuuu! Vuuuuuuuu!” ediyordu. Karlar sürekli yer
değiştirip sağa sola savruluyordu. Savrulurken de parçalar halinde camlara
çarpıyordu. Bugün tek renk hakimdi ilçeye. Beyaz. Harun Hoca, buz tutmuş parke
taşlarına basıp da düşmemek için bir yürüyor, bir duruyor, bir yürüyor, bir
duruyordu. Püsen, hocanın suratında yaş yılgın gibi şaklıyordu. Tek üşümeyen
yeri ayaklarıydı. Yün çoraplarının üstüne giydiği mestler çok sıcak tutuyordu.
İri yarı olan Harun Hocaya soğuk işlemezdi ama bugünkü gibi bir hava, adamı
deli ederdi. Bir süre sonra yüzü buz tuttu ve artık birşey hissetmez oldu.
Kırık-çıkık vakaları, kış günleri oldukça fazla olurdu. Birçoğu hastaneye
gitmez, sınıkçılara gidip sardırırlardı. Ancak ağır bir vaka olursa hastaneye
giderlerdi. Harun Hoca, yıllardır Yerköy'deydi ama kışına bir türlü
alışamamıştı. Avını takip eden kurnaz bir tilki gibi yavaş yavaş yürüyordu. Evi
ile caminin arası pek uzak değildi ama ne olur ne olmaz diye çok yavaş
yürüyordu. Yerköylüler: “Hep bu Kanak’tan, bizim buralar ayaz oluyor. Kanak
olmasa kış günü pamuk bile yetişir buralarda.” derlerdi. Çiçekdağı’nı
unuturlardı bir anda. Aslında şimdi Kanak, tam çocuklara göreydi. Yazın, ördek
gibi suda çimen çocuklar, şimdi buzların üzerinde kızaklarla kayıp
eğlenirlerdi. Şimdi avcılar da oralardadır. Yem aramaya gelen angutları,
kazları, ördekleri avlamaya çalışıyorlardır. Hastane yokuşu da çocuklarla
kaynıyordur mutlaka. Kızaklarla yokuş aşağı bir kaydılar mı çarşamba pazarında
bulurlar kendilerini.
Yerköy'ün kışı, yakasına yapışmış bir kene gibi
fakir fukaranın kanını emip kurutuyordu. Zengine dokunmuyordu bu kış, bu ayaz,
bu püsen. Sırtı kalın ve karnı tok olanlara ne soğuk, ne sıcak işlemiyordu.
Olan, cıbırlara oluyordu. Yerköy'de birçok insan cıba gibiydi. Ezenler, cıba
gibi kırkıp kırkıp soyuyor, sömürüyorlardı. Sülük sistemi, her yerde olduğu
gibi Yerköy'de de vardı. Kanı emilen yoksullar, soğuğa da ezene de ellerini
kaldırıp teslim oluyorlardı. Direnmeyi, karşı koymayı akıllarının ucundan bile
geçirmiyorlardı. Kışın uzaması doğal birşeydi. Evdeki yeygi, gaz, tuz, yakacak
tükendikçe yoksullar: “Mübarek, tuman lastiği gibi uzadıkça uzadı. Dinimizi,
imanımızı kuruttu.” diyerek sızlanırlardı. Kimileri, kış erken bitsin diye dua
ederken kimileri, ilenir dururdu.
Harun Hoca, camiye gelince avlu kapısının açılmış
olduğunu gördü. İçeri geçip anahtarını çıkardı. Caminin kapısını açmak için
biraz uğraştı ama donduğu için açılmadı. Anahtarı tekrar cebine koydu. Caminin
önündeki taşa doğru yürüyordu ki birden kayıp “Zapt!” diye yere düştü. “Hay
Allah! Sabah sabah, sen bizi şeytanın şerrinden koru ya Rabbim!” diyerek
kalkmaya çalıştı. Caminin hemen karşısındaki fırıncılar kendisini gördü mü diye
dönüp bir baktı. Kimse görünmüyordu. Hotunun üstüne düşmüş, hafif bir ağrı
hissediyordu. Karlara belenen paltosunu, elleriyle çırpıp taşa doğru yürüdü.
Camiye gelen giden yoktu. Bu da Harun Hocanın işine geldi. Ezanı okuyup evine
kaçmak istiyordu. Hemen taşın üstüne çıkıp ezanı okumaya başladı. İki satır
okumuştu ki salacanın kapağının oynadığını gördü. Bir yandan ezanı okurken
salacadan da gözlerini ayırmıyordu. Bir ara gözleri Koçağın fırınına takıldıysa
da tekrar salacaya baktı. Kapak hâlâ kıpırdıyordu. Ürpermeyle birlikte merakı
da artıyordu. Bir an aklına bir ölü geldi. Acaba gece biri öldü de getirip
buraya mı bırakmışlardı? Yok canım. Herkes ölüsünü kalabalıkla getirir, törenle
de camiden götürürdü. Ölüyü oldum olası tiksinirdi Harun Hoca. Kimsenin
cenazesini yıkamaz, o işi arkadaşlarına yaptırırdı. Yerköy'e gelen hocalar bol
para kazanır, kısa sürede ev, mal, mülk sahibi olur, buralara yerleşirlerdi. Muhafazakâr
olan Yerköy halkı, hocalara saygı duyarlardı. Harun Hoca, ezanı okuyup bitirdi,
taştan aşağıya indi. Salacanın kapağı inip inip kalkıyordu. Salacanın
kenarından dışarı doğru sarkan çulu görünce irkildi. “Allah Allaaah.” deyip
biraz daha yaklaştı. Acaba salacanın içine yılan, çayan, kedi, köpek mi
girmişti? Kimse dokunmazdı salacaya. Tüm cesaretini toplayıp iyice yaklaştı.
Dışarı çıkmış kıllı bir eli görünce tüyleri diken diken oldu, bir kirpi gibi
gerildi. Korkudan, giydiği kışlıklar bile kabardı. Kalbi küt küt atmaya
başladı. Eli yüzü sarardı, bayılacak gibi oldu. Salacanın teneke
menteşelerinden gacır gucur sesler çıkıyor kapak, açılıp açılıp kapanıyordu.
Harun Hocanın bu tedirgin davranışları fırındaki işçilerin dikkatini çekmiş,
acaba ne yapıyor diye durmuş, seyrediyorlardı. Deli Yaşar, sağa sola dönmeye
çalışırken uyandı. Dışarı çıkmak için kapağı birden kaldırıp açınca hoca,
korkuyla dışarı kaçmaya başladı. Püsenlerin altı buz tutmuştu. Bir an kayar
gibi oldu ve hızı kesildi. Deli Yaşar, yüksek sesle söylenerek salacanın
içinden sıyrılıp çıktı. Hoca, sesi duyunca arkasına dönüp baktı. Olup biteni
pür dikkat izleyen işçiler, Deli Yaşar'ı görünce kahkahayı patlattılar. Harun
Hoca, gülmekle ağlamak arasında gitti gitti geldi. Deli Yaşar, salacanın içinde
heybesini arıyordu. Harun hoca, biraz rahatlayınca: “Deli meret! Allah belanı
vermesin! Başka yatacak yer bulamadın mı ulan?” diye bağırdı. Deli Yaşar, hiç
sesini çıkarmadan gidecekti aslında ama Harun Hoca bağırınca birden sinirlendi
ve: “A….a koyduğumun adamı burada mı rahat yok haa?” diyerek okkalı bir küfür
savurdu. Hoca, kıpkırmızı oldu. Ne söyleyeceğini bilemedi. Öylece durdu kaldı.
Deli Yaşar, heybesini bulup içinden şişesini çıkardı. Hocanın gözüne baka baka
tıpasını açıp kafasına dikti. Hoca iyice sinirlendi: “Allah belanı versin bre
kafir! Allah'ın evinde içki içilir mi ulan? Defol çabuk buradan!” diye bağırarak
kovdu. Fırındaki işçiler, caminin duvarına kadar gelmiş, seyredip gülüyorlardı.
Deli Yaşar, hocaya hiç aldırmadan kalan şarabını içti bitirdi, şişeyi yola
doğru fırlattı. Ağzını sol kolunun dışıyla silip heybesini omzuna attı. Hocanın
önünden geçip avlu kapısından çıktı. Çiçekdağı Caddesi'ne doğru yürüyüp gözden
kayboldu. Harun Hoca, ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez bir şekilde dönüp
işçilere baktı. Orada durmuş, hâlâ gülüyorlardı. Hoca: “Ne gülüyorsunuz ulan?!”
diye bağırdı. Korkusunu, onlara bağırarak bastırmaya çalıştı. İşçilerden biri:
“Deli Yaşar bu, hocam. Ne yapacağı belli mi olur? Boşver, aldırma.” dedi. Yine
gülerek fırına geri döndüler. Harun Hoca da yavaş yavaş yürüyerek camiden
çıktı. Güneş iyice yükselmiş, Yerköy'ün yüzü gülmeye başlamıştı. Esnaflar,
birer birer dükkanlarını açıyordu. Harun Hoca, belediyenin önüne geldiğinde
saçaklardan sarkan bir buz parçası büyük bir gürültüyle tam önüne düştü ve
paramparça oldu. Hocanın ödü koptu, eli yüzü kağıt gibi oldu. Daha Deli
Yaşar’ın korkusunu atlatamamışken bir de bu, buz patlayınca: “Tövbe tövbeee.”
diyerek kaçarcasına uzaklaştı.
Deli Yaşar, bu kış da ölmemiş, ayakta kalmıştı.
Gelecek kışa Allah kerimdi. Bahar gelmiş, Yaşar'ın yüzünde de güller açmıştı.
Biricik aşkı Dertalan'a sarılmış, Yerköy'ün uçsuz bucaksız caddelerinde her
şeye inat yaşıyordu.