Nihayet
demir kapıların ardındaki kalacağım yere geldim. Son kapı açılınca içeriye
girdim. Gardiyanın biri bana dönerek:
---Allah kurtarsın.
İçeride bulunan on beş on altı kişi merak içinde
yeni gelen bu toy delikanlıya bakıyorlardı. Onlara selam verdim, içlerinden
biri ileri gelerek bana:
---Gel kardeşim, burada yatacaksın.
Dediği
yere gelerek gösterilen yatağa baktım, hiç de güzel değildi. Aman diye
düşündüm, burada iyisi mi olur. Torbamı yatağın üstüne bırakıp yanına oturdum. Gardiyanlar
gitmiş, içeridekiler sağda solda ikişer üçer oturmuş halde, sıra ile bana:
---Allah kurtarsın, diyorlar.
İçlerinde
en genç ben olmalıyım diye düşündüm. Çoğu orta yaşlı, kiminin saçı sakalı
birbirine karışmış, kararmış yüzlerinde umutsuz görüntüleri ile yüzleri âşık
bakışları donuktu. Yüzlerindeki bu olumsuz görüntü insanı ürkütmeye yeterdi,
fakat ben şu an bunları düşünecek durumda değildim. Kim bilir her birinin nasıl
bir hikâyesi vardı. Oturduğum yerden hoş geldin diyenlere cevap verirken içlerinden
biri yanıma yaklaşarak:
---Bak delikanlı, burada bir koğuş ağası var, içerideki
düzeni o sağlar. Herkes onun dediğine uyar, bizimde koğuş ağamız Tufan ağadır. Burada
rahat etmek istiyorsan bir dediğini iki etmemelisin, anladın mı?
Adamın
gösterdiği yerde oturan Tufan ağaya baktım. Göbekli, siyah kalın bıyıklı, kalıplı
biriydi. Yan gözle bizlere bakıyordu.
---Tamam anladım,
Dedim ve başımdan savdım.
Hikmetin sanki
umurundaydı ağa. Ben kendi derdime düşmüş içimdeki kin ve nefretle baş etmeye
çalışıyorum. Arkama yaslanınca gözlerimi kapattım ve yaşadıklarımı bir kez daha
düşündüm. Ah! Be Mine seni ne kadar sevmiş, kısa süre içinde ne kadar mutlu
olmuştuk. Beni neden bilmediğim şekilde kullandın? Bana olanları baştan
anlatsaydın hem seni, hem kendimi o şerefsizden korur, böylesi ihanete düşerek
üzülmezdim. Neden be Mine! Beni hiç mi sevmedin ve hep kocanı düşündün?
İçimde tekrarlanan kin ve nefret dağları yeniden
depreşmeye başlamıştı bile.
Birden ayağa kalkarak:
----Allah seni kahretsin kadın, seni parçalamadan
buraya gelmemeliydim.
Diye bağırdığım an, koğuşta tüm sesler kesilmiş,
herkes dikkatle ve merakla bana bakıyordu. Tekrar yerime oturdum, diğer
insanların bakışları arasında uzun süre bu halde kaldıktan sonra, tuvalete
giderek elimi yüzümü yıkadım. ‘’Sabır dedim kendime, sabır aslanım.’’
----Burada yemek ve temizlik düzeni kurulmuş, günler
geçtikçe ben de verilen işleri yaparak buraya alışmaya çalışıyorum. İçeri sıcak,
yemekler güzeldi. Şimdilik hayatımdan memnun gibiydim. Artık her şeye boş
vermenin rahatlığında radyo dinliyor, bulursam gazete okuyorum. Ha içerisi, ha
dışarısı ne fark eder diyerek kendimi teselli ediyorum. Yorgan ve çarşaf için
bir miktar para istediler itiraz etmeden verdim.
Ağa
denilen adam biraz garipti. Ne yapılmasını istiyorsa yanındaki birine söylüyor
oda bizlere iletiyordu. Fakat ikinci adamı musibet, ağzı bozuk biriydi ve sürekli
küfürlü konuşurdu. Tamam burası hapishane ama bu kadarda olamazdı. Daha geleli
bir hafta olmamış mahkemeye bile henüz çıkmamıştım. Hır çıkartmak istemiyor
çirkin davranışlarına sabrediyorum. Adam bir iki kere bana da terbiyesizce
konuştu, sertçe baktığımı anlayınca çekip gitti. Burada hangi suçtan
bulunduğumu hepsi biliyordu. On sekiz yaşıma gireli dört ay olmuştu. Bu yaşta
birinin cinayet işlemesi büyük bir olaydı. O nedenle bana fazla yaklaşmak
istemiyordu.
Mahkumlardan
biri Düzceliydi. Benimde oradan geldiğimi duyunca bana yaklaşarak dostça
konuşuyor, arkadaş olmak istiyordu. Ben de onun bu yakınlaşmasına itiraz
etmedim, çünkü burada yalnız kalmak oldukça zordu. Kısa süre içinde aramızda
güzel bir dostluk başladı. Bana, Düzce’de yaptığım cinayeti duyduğunu anlattı. Ölen
adamın kötü bir insan olduğunu, orada hiç sevilmediğini, ölünce ardından
kimsenin acımadığını uzun uzun anlattı. Birbirimize yakın olmak onunda hoşuna
gitmiş, yalnızlığını paylaştığı için mutluydu, belki de benden önce samimi bir
arkadaşı olmamıştı.
Günlerim,
özgürlükten yoksun bir halde çok sıkılmama rağmen sakin bir halde geçiyor,
koğuş radyosundan haber, türkü dinliyorum. Zaman zaman havalandırmaya çıktığımızda
Ustamın adını soruyor, belki hala buradadır diye onu arıyordum. Bir gün yine havalandırmaya çıktığımızda yan
koğuştan birinin ustamla ilgili bana söyleyecekleri olduğunu ve yanına gitmemi söylediler.
O tarafa gittim, oturduk.
---Cemal amcan yirmi gün önce Samsun cezaevine nakledilmiş,
kendi isteği ile.
Duyduklarıma üzülmüştüm. Adama dönerek:
---Onun adına çok sevinirken, kendi adıma da
üzüldüm. Belki onu burada bulur dertleşiriz diye umutlanmıştım.
Ustam memlekete yakın bir yere gittiğine göre ailesi
ona sahip çıkmış olmalı. Belki de sık sık ziyaretlerine giderek onunla
görüşüyorlardı. Ustamın ilgilenecek birileri vardı arkasında, ya benim?
Düzenli tıraş
olmakta ve temiz giyinmekteyim. Gençtim, yakışıklıydım, oldukça parlak
biriydim. Buralarda böyle bakımlı ve temiz olmanın hiç de iyi bir şey olmadığını,
yaşadığım bir olay bana çok iyi anlatmıştı. Genellikle geceleri tuvalete yalnız
gitmemeye çalışırdım. Düzceli arkadaşım bana bu konuda sıkı sıkı tembih
etmişti. Huzursuz olduğum, uyuyamadığım bir gece yalnız başıma koğuşun
tuvaletine gittim. Arkamdan birinin yavaşça beni izlediğini fark edip dikkatli
olmaya başladım. Adam yanıma yaklaşarak beni çok parlak bulduğunu ve buralarda
da kadın olmadığı için uzun zamandır cinsel ilişkide bulunmadığını ima ederek
çirkin bir teklifle karşımda durdu, ardından birde tehdit etti. Buraya geleli
henüz bir ay kadar bile ancak olmuş, karşımdaki namussuz adam bana neler
diyordu? Kafasından tuttuğum gibi bacak arasına öyle bir tekme attım ki, böğürtüsünü
diğer koğuşlar bile duymuşlar. Bağırtıyı duyan arkadaşları koşarak onu elimden
aldıkları sırada kocaman yumruğumu suratının ortasına öyle bir vurdum ki,
yüzünü, gözünü kan içinde bıraktım. Arkadaşları bana saldırmak istediklerinde
haykırarak:
----Allah demem hepinizi doğrarım,
Diye bağırınca hayli korkmuş olmalılar ki çekilip
gittiler.
Yatağıma
oturduğum zaman bu çirkinliği düşündüm. ‘’Allah’ım hayatta daha neler
görecektim. Buralar bana göre değil, nasıl alışacağım bu cehenneme’’ diyerek
uzun zaman kendimi toparlayamadım. Bir taraftan da içimdeki nefreti bir an
olsun kustuğum için garip bir huzur duyduğumu fark edince, kendi halime
şaşırmıştım.
Hırpaladığım
adam bayağı kötü olunca hastaneye kaldırmışlar. Haber çabucak yayılmış, koğuşta
herkes bana farklı gözle bakıyordu. Kimi acımakta, kimi korkmakta, kimide kin
duymaktaydı.
Derken bir müddet sonra koğuşun kapısı açıldı,
gardiyanın biri benim ismimi söyleyerek gelmemi istedi. Bir şeyler olduğunu
anlasam da sonuçlarına katlanacaktım, sakin bir halde gardiyanın peşine
takıldım. O önde bende arkada diğer gardiyanların arasından geçerek Cezaevi
müdürü yazan odaya vardık. Gardiyan kapıyı çaldı ve bekledi. İçeriden ses
gelince benimle beraber odaya girdi, ardından içerideki adamın isteğine uyarak
dışarı çıktı.
İçeride
ayakta bekleyen iri yarı temiz giyimli ve müdür olduğu kapısında yazan adamla
baş başa kaldım. Dikkatle bana bakarak:
---Hoş geldin,
Dedi.
---Sağolun
---Neden geldiğini biliyor musun?
---Hayır.
---Koğuşta bir şeyler olmuş.
---Evet.
---Neden adama vurdun, neredeyse ölecekti.
---Nedenini söylemedi mi p……nk.
--- Doğru konuş, burası neresi? O konuşamadı ki.
---Gebersin it oğlu it.
---Hala nedenini söylemedin?
---Söylenecek şey değil ki, namussuz adamım yapmak
istediği.
Müdür
korkunç bir hırsla söylediklerimden olayı anlamıştı. Kolay mı cezaevi
müdürüydü.
---Bak oğlum, buralar dışarıya benzemez, burada her
türlü adam bulunur. Daha mahkemen bile olmadı, akıllı ol kimseye bulaşma.
Bir an tepem attı sesimi yükselterek:
----Müdür Bey! Müdür Bey! Sesimi çıkartmayıp adama
karılık mı yapacaktım?
Müdür bir an dondu kaldı. Beklemediği seste ve
hiddetle seslenmiştim.
----Seni anladım oğlum, sende kendine bu kadar çeki
düzen verme, bırak sakalın bıyığın çıksın, neyine lazım. Genç, parlak,
yakışıklısın, bu gibi adamlara kadın erkek fark etmez, dalgın bir anında
üzerine çullanırlar. Şimdi onun arkadaşları sana diş bileyecekler, istersen
koğuşunu değiştireyim.
Biraz
düşündüm, amannn….. dedim, ha orası, ha burası ne fark eder.
----Şimdilik gerek yok Müdür Bey, önemli bir şey
olursa haber veririm, ilginize çok teşekkür ederim.
Uzandım elini öptüm, son sözlerim ve bu hareketim çok
hoşuna gitmiş olmalı ki, beni güler yüzle uğurladı.
Koğuşa
geldiğim zaman bana ceza verilmediğini anlayan koğuştakiler şaşırmış, olanı
biteni anlamaya çalışıyorlardı. Koğuş ağası bir adamını kaybetmiş olmalı ki
bana ters ters bakıyordu. Kalkıp haddini vereyim dedim, ama şimdi zamanı
değildi, daha az önce Müdür dikkatli ol demişti. Ölmekten korkan biri değildim.
Kalleşliği sevmiyor, pisipisine ölmek istemiyordum. İçimde ki kin ve nefretin
beni tutulamaz bir canavara dönüştürdüğünü fark ediyordum. Kötü insanlara
karşı, hele düzenbaz ve insanları kullananlara karşı nefretimi kontrol
edemeyecek haldeydim.
Kolay
değil, daha hayatının baharında dünyayı tanımadan neler yaşamış nasıl
kandırılmıştım. Yaşadıklarımın sonucu ortada, meyvesi bendim.
Aradan birkaç gün geçmişti ki, bir gardiyan kapıyı
açarak içeri girdi ve bana seslenerek ziyaretçimin olduğunu söyledi. Ziyaret
günü değildi, benimle görüşmek isteyen kişi önemli biri olmalı diye düşündüm
acaba kimdi? Merakla gardiyanın arkasından yürüdüm, ziyaretçilerin geldiği
odalardan farklı bir odaya alındım. Burası çok temiz, düzenli ve bir görevlinin
odası gibiydi. Buna rağmen içeride kimse yoktu. Gardiyan beklememi söyledi,
bekledim. Bir müddet sonra odaya Devlet hastanesinde tanıştığım Doktor Hanım ve
Müdür Bey içeri girdiler. Gelenleri gördüğümde çok şaşırmıştım. Bana, seni
ziyarete geleceğim demişti ama pek de inanmamış, hatta unutmuştum. Ama Doktor
beni unutmamış, verdiği sözü yerine getirmişti. Doktor Hanım sevgi dolu
bakışlarla bana baktı:
---Merhaba Hikmet,
---Teşekkür ederim Doktor ablam, hoş geldiniz.
Diyerek ayağa kalktım. Müdür Bey ve gardiyan
Doktordan izin alarak dışarı çıktıklarında Doktor Ablamla baş başa kaldık. İki
saate yakın süren sohbetimiz bana çok iyi gelmiş, içimi garip bir huzur
kaplamıştı. Pek çok öğüt verirken birkaç kitap, dergi getirmiş, okumamı istedi.
Ondan ayrılma zamanı geldiğinde duygulanmıştım ama eskisi gibi gözlerim
nemlenmemişti. İstesem de olmuyor, ağlamayı başaramıyordum.
Hüzün, mutluluk, dostluk ve ilgi görmenin verdiği
karmaşık duygularla koğuşuma döndüğüm zaman uzun bir süre bu ziyareti ve
gösterilen sevgiyi düşündüm, ‘’bana değer miydi?’’
Bir günün
öğlen sonuydu, bir gardiyan içeri gelerek adını okuduklarım yarın mahkemeye çıkacak,
gerekli hazırlıklarını yapsınlar dediğinde, ismi okunanların arasında ben de
vardım. Garip bir hüzün içinde oraya gitmek içimden gelmiyordu. Mine ile
karşılaşma ihtimali nedense beni rahatsız etti. Adını andıkça bile geriliyor, bunalıyorum
ama neticede gidecektim. Akşamdan yıkanıp birkaç gündür kesmediğim sakalımı
kesip saçımı taradım.
Sabahleyin
mahkeme bekleyen on beş kadar mahkumla beraber cezaevi arabasına binerek
Mahkemenin yapılacağı Adliye binasına gittik. Eski büyük bir binaydı. Hepimizi
askerlerin arasında düzgün bir sıra ile binaya girerek büyükçe bir odaya
konulduk.
Mahkeme sırası
gelen mahkumlar içeri alınıyor, bizler bir odada bekliyoruz. Sonra sıranın bana
geldiğini duyunca, askerlerle beraber mahkeme salona doğru ilerlemeye başladım.
Bir an karşımda babamı gördüm, garip bir ifade ile bana bakıyordu. Konuşmaya
fırsat bulamadan Mahkemenin yapılacağı salona alındım. Salon Düzce’de Mahkeme
olduğum salondan daha büyük, oturma yerleri fazlaydı. Karşımızda yüksek bir yer
bulunuyordu. Askerlerin arasında tahta oturağa otururken sıkıntılıydım. Kimler
gelecekti acaba diyerek merak içinde etrafa bakındım. İçerisi epeyce kalabalık
olunca yavaşça arkama dönüp baktım, Babam arkada oturmuş, boş gözlerle bana
bakıyordu. Belki çok kızgın, belki de çok üzüntülüydü, anlayamadım. Zaten onun
duygularını oldum olası anlamakta hep zorlanırdım. Dikkat ettim yan tarafımda
başörtülü bir şekilde Mine duruyordu. Ne zaman gelmiş, yerini almıştı?
Duruşundan tedirgin bir halde olduğunu anlamak kolaydı. Başı önde, hep bir
noktaya bakıyor, kimseyle ilgilenmiyor, benim tarafıma bile bir kere
bakmıyordu. Bu nedenle bakışlarımız hiç karşılaşmadı. Şu an gözlerindeki
bakışları görmeyi ve ne düşündüğünü anlamayı çok isterdim. Benimle
ilgilenmediğine göre galiba onun hayatında artık yerim yoktu. Doğrusu fırsatım
olsaydı bana yaptığının hesabını ondan sorar canını yakardım ancak bu şartlarda
elim kolum bağlı sadece yüreğimdeki nefretle baş başa kalmıştım. Onun için
görevini tamamlayan biriydim, hem de en iyisinden. Ona karşı duyduğum kin ve
nefretin yanında şu an, ona da hak vermiyor değildim. Kendince kocasının intikamını
almış huzura kavuşmuştu. Ama o, genç bir delikanlının hayallerini, umutlarını
yerle bir ederek ve geride enkazımı bırakarak, beni diri diri toprağa gömmüştü,
bundan sonraki hayatında huzur bulabilecek miydi? Yüreğimde derin bir acı
bırakan bu soruların cevabını uzun yıllar sonunda bulacaktım.
Ben
bunları düşünürken Mübaşirin seslenmesiyle herkes ayağa kalktı, yan taraftaki kapılar
açılarak içeriye Hakimler ve Savcı girdi. Hakimler karşıma, Savcı yan tarafa
oturdu. Ben ise onların tam karşısında, elleri kelepçeli oturuyordum.
Kimlik
bilgileri sorulacaktı, ayağa kalkmam istendi. Hakim Bey sormaya başladı:
---Adın, soyadın?
---Hikmet Çetin.
---Baba adın?
---Hüseyin.
---Nüfus kaydın?
---Tokat, Turhal.
---Yaşın kaç?
---On sekiz
Kimlik sorgusu bitmişti.
Önce savcı
söz alarak olayı anlattı ardından, benim suçlu olduğumu ve tahammüden adam
öldürmekle cezalandırılmam gerektiğini söyledi. ‘’Aklımdan, bu tahammüden de ne
demek ki’’ diye söylendim durdum. Sonra Hakim bana dönerek:
---Olayı birde sen anlat bakalım.
Ben söz alarak olayı hiç eksik veya fazlalık katmadan olduğu gibi anlattım. Sadece Mine’nin ölen adamla ilgili söylediklerini anlatmadım. Neden bilmiyorum bilinsin istemedim. Anlatırsam, Mine’de işin içine girer, belki oda tutuklanırdı, o zaman ya oğlu ne olacaktı? Aman dedim orası da kalsın, o beni çok kötü kullanmıştı ama ben aynısını yapamadım, o kısımları sakladım.
Hakim bana
dönerek:
---Orada ne işin vardı?