Bir menkıbede saklı o
var oluş: Yitip gitmelerin gölgelendirdiği bir mihenk taşı iken hayata bazen de
ölüme rest çeken.
Gönüllü bir devinim,
sırasız bir devrim yine de nakşeden o bilinmezlik ile taşındığımız gönüllerin
pervazında, boyutsuz bir yolculuğa çıkıp, doyamamak hayata.
Güdümlü aşklar,
vazgeçişler ve yitip giden ne çok insan hele ki ölmeden selasını verdiğimiz.
Aşkın mizacı ve o
kaygan zemin belli bir yoksunluğun göreceli mihrabı derken ansızın asılı
kaldığımız o kanca: Bin kez ölmek olsa da keyfe keder, ıstırabı yeknesak bir
tortu bırakırken hicap yüklü yalnızlığımızda.
Yağmur aralıksız
sahnede başrolde ve çaldı rolünü görkemli gün ışığının. Gök kubbede devrik bir
hüzün, gönülde rehin bir telaş, yürek hepten suskun ve akla zarar şu sessizlik.
Gönüllü olmaktansa ölüm
seğirttikçe ve yüz sürmektense yüz çevirmek gölgelere…
Derin bir buhran, yitik
bir nizam, sayısız kayıp, dengesini yitirmiş iken insanlık.
Güne tevekkül, düne
hürmet ve yarına niyet.
Neye niyet neye kısmet
dercesine, sığındığımız varlığı Yaradan’ın.
Hüzün nasıl da yeknesak
ve nasıl yoldan çıkmış. Aşk hepten kayıp, yalnızlık ise sessiz bir şarkı;
makamı yitik gönülsüz bir serzeniş belki de. Kayıp giden o yıldız tozuna
sakladığım düş zerrecikleri kadar asılsız bir öngörü olsa da mutluluk.
‘’Var olmayı hiç
öğrenemedim.’’(Alıntı)
Bu mudur sebep,
yoksunluğun girdabında takılıp kalmak kadar akıl dışı belki de hiçliğin
mertebesindeki o kaybolmuşluğun girift ve heyula coşkusuna kapılıp devirdiğimiz
zaman, dengimize rast gelmez iken bu sefer boyutsuzluğumuzu tescillendiren muğlâk
yaratısında gizli iken evrenin…
Varlığım, nüktedan bir
yanılsama mı yoksa daha dün çaldırdığım çocukluğum nasıl da hayıflanmakta kayıp
misketlerini rehin vermiş iken o saklı gölgeler. Mızıkçı yarım yine depreşti ve
yine yokluğa tayin oldum oysa kâiniydim alabildiğine sitemkâr olsam da her
serzenişime yığdığım yarım ve kayıp imgelerin sağalttığı özlem dolu iken sol
yanım.
Gömülü aşklarım var
benim:
Hiç görmediğim adamlar
ve ağlak yüzlü gölgelere sırıtan donuk bakışlı kadınlar.
Çalan şarkılarım var,
daha dün çaldırdığım boş vermişliğim ve gönülsüz üzünçlerim ile mal olmuş iken
devrik mekâna, o boyutsuz hücremdeki yalnızlığım kadar ayan beyan bir
tüketilmişlik belki de çoğunun nazarında ve gıpta ile baktığım sersem sepelek
hayallerim: Hani dün gömdüğüm ölgün ve ritimsiz o serpinti yüklü benliğimde
saklı tuttuğum bebek sevinçlerim: Bir türlü büyütemediğim ve telaşla gömdüğüm,
yakalanmadan ahvalime olur da kayıp gider elimden hüzün buklelerim. Sarı idi
saçlarım bir zamanlar belki kırmızı yoksa rengini unuttum da koyulttum bu denli
bahtımı…
Zamana yenik düşmekse
işin aslı ben hepten boyutsuz ve yenilgi yüklü kimliğimle, çömeldim başucuna
annemin, doya doya okşasın diye.
Donatıları yüreğin,
ahenkle süzülürken başım darmaduman yine de rehin vermeye yeltenmeyeceğime dair
ant içerim. Neyi mi? Belki bendimi yıkan hüznü belki arş-ı alaya çıkan ahenksiz
imgeler iken sağaltan günbegün yine de savsakladığım o derbeder hayaller iken
içine saplanıp kaldığım…
Güne telaşla başladım
bu gün ve bir çırpıda tükettim yirmi dört saati. Ya şimdi? Şimdi yarından
çalıyorum bir yandan hayat çalarken kalan yarımdan…