Görsel kaygıların
dipsiz koşullanmışlığında her ne hikmetse, andan ve mekândan bağımsız gidip
gelmelerin sancılı birlikteliği, özlem duyduğumuz her ne ise. Yerli yersiz
devinen bir öfke dalgası nazire edercesine peyda olan yalnızlığın gök kubbedeki
tezahürü. Yeknesak olabildiğince belki de boyutsuz bir kırgınlık, kulağını
çektiğim hatta emsalsiz bir yörünge şart koştuğum.
Tedarikli acıların
yoldan çıkmış söylencesinde ansızın seğirten bir kıvılcım, yangın öncesi. Ayan
beyan olmasa da inanılmaz bir ivme ile tavan yapan.
Hanidir özlem duyduğum
ve defalarca kaybolmuşluğun izlekteki o temsili fotoğrafı.
Vuku bulan o kesif
sessizlik iken yalıtılmış imgelere naif bir dokunuşla rest çeken ve her nasılsa
ani bir duraksama ile teyit edip, dokunaklı bir lehçede dile gelen sakıncalı üç
beş söylem, adını bile anmayacağınız boyutsuz pervasızlığı ile ayyuka çıkmışken
sebepli sebepsiz…
İştirak ettiğim
sessizliğin çalkantılı ve muğlâk öngörüsü ki üzerinde bile durmaya değmezken,
her nasılsa esir aldı gölgeli itiraflarını hayat denen çarkın. Öncesinde
duraksadığım hangi tümce ise, sefilce bir kayıtsızlıkla uzaktan seyrediyorum
gün batımını ve kaçırdığım kim bilir kaçıncı sefer.
Ritmik bir telaşla
istiflediğim o ketum ve bağnaz cümlelerin tutuklusu ve basireti bağlanmış ansız
bir refleks iken yaşadığıma delalet, hücum eden yığınla söz öbeğine yığdığım
bir hoş görü nezaketinde, gözümden sakındığım mizacı hayatın alabildiğine zalim
ve bir o kadar muhafazakâr.
Çalıntı yıllarıma
nazire edercesine, sığındığım öğretileri bir marifetmişçesine bir bir eliyorum
olur da ters düşerim günlük kaygıların yarattığı o baskıyı görmezden gelmeye
mecbur kılındığım. Hangi birine yanayım?
Muğlâk bir tınısı var o
tekdüze ve tanımsız ağlak mizaçlı kayıtsızlığının. Tek bir kelimeden ibaret
oysa hayat: Umut… Sakıncalı ve alabildiğine göreceli üç beş mefhumdan sadece
biri. Olur da düşer yolun ve kayıt dışı bir selamı esirgemezsin, demek her ne
kadar beyhude olsa da bitimsiz bir özlemle gözlüyorum yolunu. Anlık bir tecelli
benimkisi daha doğrusu gönlüme yüklediğim bir teselli. Tedirgin bir lehçeye
sığınıp, gömüt bildiğim kaçıncı hüsransa teğet geçtiğim dünlerin ve
yoksunluklarımın gölgesinde hicap yüklediğim anlamsızlıklara bir bir dokunup,
tarıyorum içine düştüğüm o karanlık kuyuyu. Dışarıdan her şey ne kadar yolunda
gözükse de, biteviye esen rüzgâra bile rahmet yüklüyorum, olur da sesini taşır
uçuşan bir yaprak iken elimle dokunmaktan kendimi alamadığım…
Kaçıncı gölgeyim,
kaçıncı vazgeçiş, kaçıncı mihrap?
Hangi boyuttayım da
boyutsuzluğumu pelesenk yapmışım bir kez.
Irgat düşlerimin
tecellisinde kımıltısı kayıp ölü bir yaprağın boş bıraktığı hangi dal ise,
konmaktan aciz bir kuşum, sersem sepelek rüzgârın devirdiği belki de
soyutlandığım bir kıvılcım o yangın öncesi her halükarda görmekten imtina
ettiğin…
An’a ve yokluğa rahmet
yüklediğim kayıp bir aşkın rotası iken tayin edemediğim, sancılı bir niyazın
tekerrür ettiği bir tecellisin, tesellisi yürekte saklı.
Sakıncalı ne çok imge.
Ansız ölümlerin
bilindik taziyeleri ile dolu ruhum.
Kavuşamadığım gök kubbe
iken, rahmetin tesellisi o sağanak.
Anlamlandıramadığım
sessizliğin tek bir kareye sığdırdığım çatısının sen aşk…
Yine de yeniden demek
ise payıma düşen, bilmiyorum kaçıncı surettir vuku bulan. Kayıp kimliğimin adı
yazmayan hanesine tıkıştırdığım rakamlardan ibaret bir varlığım sadece, tek bir
tuşuna dokunduğunda klavyenin, yok olmaya mahkûm olduğum. Budur belli ki ait
olduğum evrenin nezdinde tekabül ettiğim o boş sayfa; kâh niyazımda saklı bir
çığlık kâh gölgelenmiş bir kum zerresi ve bil ki gerisi teferruat.
Kaderin önündeki diz
çöküşüm, boynumun borcu.
Ödediğim kefaret
aslında yoksunluğumun varlık addedilen diğer yarısı.
Yarım cümlelerime bakma
sen ve bakma da asla yüzüme.
Yüz sürdüğüm
kaybolmuşluklarımın boyunduruğunda, anlık bir hoş görü olsa da dilimde, teğet
geçtiğim mutluluğun kepenkleri belli ki ilk günden beri inik.
Kırık niyazlarım var ve
tekerrür eden.
Söz birliği etmişçesine
çalkalandığım o yeknesak döngüde, eşleştiğim gölgeler pervasızlıkla ahkâm
kesmekte ki duymaktan imtina ettiğim kaçıncı söylem ise, sıfatları ve gizli
tanıklarını evrenin pek de dâhil etmiyorum haykıran iç sesime. Ben bir yandan
bastırıyorum o gürültülü sessizliği ve bir yandan çığlık çığlığa kâinat,
adlandıramadığım bir korkuyu susturamamaktan aciz iken, köreldiğim makamsız ve
kayıp hicranlarda saf tutuyorum: Ölümüne sevmek bu olsa gerek hatta
tüketilmişliğin türettiği sayısız izlek, aralarında yer bulmadığım pek çok
istem dışı ve karınca kararınca ipotekli beyanat…
Sebepli sebepsiz üzünç
çığlıkları elem yüklü o ihtişamına dokunup da yersiz öfkemin, kaybolmuşluğumun
bir göstergesi belki de içinde devindiğim o yeknesak sarkaç ve her nasılsa
ermek adına son bildiğim durağa belki de sözüm geçmez iken onca şaibeli
dokunuşu yok sayıp, cebelleşiyorum kalan yarımla yarına odaklı seyrin cefasını
çekip sefasına hasret iken aşkın.
Yetinmek belki de
ucundan dokunmak mutluluk denen o göreceli mefhumun muğlâk tedirginliğinde yok
olmaya aday bir ışık iken gök kubbeden süzülen ve karışıyorum gölgelere ki
sonsuzluğa tekabül eden bir yok oluşun tam da kıyısındayım, var olduğuma dair
geliştirdiğim inancın eşliğinde, sona geldiğimi bilmez iken.