Olup olmamasından ziyade,
ne ile iştigal ettiğimizin sarmalında yitip giden ömür denen sarkaç.
Hutbelere
sığdıramadığımız kelamlar değil mi neferi o izleğin…
Güdümlü
birlikteliklerde birbirine paye vermekten ziyade gelişen bir reaksiyon ile
verilen tepkinin yine sızan dumanı ki yüreği boğan anlamsızlık kadar göreceli.
Ne çok edim ve ne çok
israf belli ki karalamak hanidir sırlı bir aynayı kırıp, iç içe geçen olarca
akis. Oysa tek gerçek; hâsıl olan benliğin sıkıştığı delikte geçip geçireceği
evrim. Evrelerden oluşan hayat muhasebesi ki kaydını sizin tutmanızdan ziyade
mütemadiyen atılan çentikler belli ki dökümü iç sesin pek de nüfus etmiyor hele
ki insanlar yalıtmanın verdiği haz ile girdikleri benlik savaşında biteviye
anlam yüklüyorlar gördüklerinden ziyade görmek istedikleri ne ise.
Nüktedan ve ılıman
iklimler ki mizacı o devingen ruhun ve nihayetinde sayısız ikilem maruz
kalınan.
Bir rötuş ki
hakkaniyetten uzak ve alacalı bulacalı o karanın isi.
Sisli perdelerde saklı
gölgeler ve peyzajında öylesine maruz kalınan bir o kadar uzağında
gerçekçiliğin yine de gerçek addedilen…
Sakıncalı söylemler,
çalakalem yaşamlar, girift yapısıyla dünya denen düzenek.
Adı aşk ama yekûnu
hüzün.
Dost belleyip
sırlarınız iken ayyuka çıkan…
Ve hangi minvalde
olduğunu bilemezken, o karaçalı biten gül bahçesinde.
Dil yarası, yürek
yarası.
Ne gönlün hazanı ne de
anlık bir girdapta verilen onca kayıp ve eninde sonunda gidip gelen sarkacın
takıldığı o boyutsuzluk…
Baba Veled’in
zikrettiği mi yoksa bire bir örtüşen:
‘’Ben çok şükür acizim
ve sen o kadar varsın ve kuvvet sahibisin ki aczimle varlığımı biliyorum ve
görüyorum bundan büyük zevk yok.’’
İstemlerde saklı tüm
muafiyet.
Haznesi ne kadar
enginse bir o kadar işin içinden çıkılmaz iken hele ki o yetkin dirayeti elinde
bulundurup bir hiç uğruna vazgeçmek mi yoksa körelen hayaller kadar hicap
verilesi mi?
Soyutlandığımız mı
soyutladığımız mı belli ki pekiştireci ile tüm istikrarsızlığı had safhada
insan denen mefhumun. Yoksa kadir mi ve de hükmeden hatta zorba hatta etken üstelik
gözünü karartıp istiflerken nefretini yine gölgesinde kaybolup, uzaklaşırken
ihlâslı yüreğin izlek bildiği tek mefhum iken aşk ile dolu hikmet ve rahmet…
İstemek hem de
delirircisine…
Verilene razı olmayıp
beklentisi ile ayyuka çıkan zafiyeti yine insan iken hamd etmesi gereken ve
teslimiyetin çağrısına uymayan.
Hanidir peşkeş çekip
nefsine, bitimsiz ve amaçsız isteklerine koyamazken son noktayı, bir avazda yok
olurken şükür denen duygu. Bir engel, bir suret belki de hiçliğin uzantısında
yine yürek olması gereken tek pekiştireç iken, ah edip vah edip elimizde olan
tek silahı nefret ile öldürmek. Tek silah, tek gıdası ruhun ve sonsuzluğun
ruhunda tek vazgeçilmez iken aşk denen…
Kırsalı nefsin, hıncı
benliğin ve öfkeyle kalkıp üstünüz başınız bulaşırken nefrete anlık bir isyanla
dibi gelmeyen o boşluk oysaki basiti zora sokmak tüm edim hem de hiçbir fırsat
tanımadan üstün kılınan benliğin hiçlikle terbiye olması gerekirken bir
öngörüde sıkışıp kalmak ve ölümü tatmak yaşarken üstelik defalarca.
Mevlana’nın dediği gibi
aslında tek hâsıl olan:
‘’İki canlı kuşu
birbirine bağlarsan uçamaz ve düşerler. Biri ölü, biri diri iki kuşu bağlarsan
diri kuş ölüyü götürür.’’
Her şey sığamazken yere
göğe ki yokluğun varlığını duyumsayıp, her şey iken hiçin içinde gizli…
Varlık içinde boğulup
hiçlik mertebesine ulaşmadan sadece vakıf olmakla yetinmeyip dahasını da
arzulamak oysaki Allah’a varılacak en kolay yol değil mi, yokluk ve hiçlik
yolu…