Sevgili  kızım  ve  arkadaşım,  sitemizin  şirinesi  Ayşegül  Aktağ’ın  engin  hoşgörüsüne  sığınarak  vira  Bismillah.
-------------------------------------------------------------

Onu  ilk  kez  Karadeniz’imizin bol  oksijenli,  çiçek  rayihalarının  insanı  mest  ettiği  bir  yaylada  görmüştüm.

Önüne  kattığı  bir  kaç  kuzuyu  otlatırken  bir  taraftan  montunun  cebine  doldurduğu  Akçaabat  köftelerini  midesine  indiriyor,  öte  taraftan  bu  güzel  yaylanın  insanlara verdiği  huzurla  anlamı  oldukça  derin  olan  bir  şarkı  söylüyordu:

Mini  mini  bir  guş  donmiş  idi
Pencereme  gonmiş  idi.
Aldum  ha  oni  içeruye.
Miyav  miyav otsun  diye.
Pir  pir  eder  iken  canlandu.
Ellerim  bak  boş  galdi…

Aslında  şarkıda  ‘’Ellerim  bak  boş  kaldı’’  dese  de  ellerinin  hiç  boş  kaldığı  yoktu.   Bir  eliyle  Akçaabat  köftelerini  mideye  doğru  iteklerken  öteki  eliyle de  bir  papatyanın  yapraklarını  yoluyordu  ‘’  Sevey,  sevey,  sevey  ‘’  Diyerek.  Yani  her  yaprak  ‘’  Seviyor’’  diye  yolunuyordu.  ‘’Sevmiyor’’  diye  bir  alternatif  yoktu.

Merakla  yaklaştım  yanına  ki  maalesef  insanın  başına  ne geliyorsa  işte  hep  bu  merakı  yüzünden  geliyor.

-Merhaba  şirin  kız.  Şarkın  çok  hoşuma  gitti  ama  bir  yerde  yanlış  okudun.  Kuşlar  miyav  miyav  diye  ötmez.

İri  gözlerini  yüzüme  dikerek  ve  tepeden  tırnağa  söyle  bir  süzdükten  sonra  cevap  verdi:

-Haçan  ha  burada  guşlar  miyav  diye  oterler.

O  bir  Karadeniz’liydi  ve bir  Karadenizli  ‘’  Kuşlar  miyav  diye  öterler’’ Demişse  onunla  tartışılmazdı.  Ayrıca  Karadeniz  Bölgemizde  bir  kuşun  ya  da  tüm  kuşların  miyav  diye  ötmesi  hiç  bir  zaman  bir  mucize  olmayıp  vak’a-i  adiyeden  olaylardı. ( Bir  Laz  kızı  olan  rahmetli  annemden  biliyorum.)

Sanki  üzerime  vazifeymiş  gibi tekrar merakla  sordum:

-Bu  dağ  başında  ne  yapıyorsun  böyle  yalnız  başına?

Anlam  veremediğim  bir  şekilde  başını  gök  yüzüne  kaldırdı  ve  o  vaziyette  cevap  verdi.

-Haçan  köfte  yapayrum.

Montunun  ceplerindeki  şişkinlikten  o  ceplerde  daha  bir  hayli  Akçaabat  köftesi  olduğu  belli  oluyordu  ama  ortada   ne  kıyma  ne başka  bir  malzeme,  ne  de  mangal  vardı. Köfteyi  neyle yapıyordu  ki  acaba?

-Pardon…Köfteyi  neyle  yapıyorsun?

Yüzüme  ‘’  Ula  sen  salak  misun ‘’  bakışlarıyla  baktıktan  sonra  cevap  verdi:

-Köfe  değul. Güfte  yapayrum.

Ve devam  ettik  konuşmaya..

-Hımmm  anladım.  Şarkı  sözü  yazıyorsun  yani.  Bu durumda  şairlik  de  var  sende  demek  ki. Adını  lutfeder  misin?

-Adım  Ayşe  Cul  dur.

-Hımmmm. Ayşe  Gül..Güzel  isim…

-Ayşe  Gül  değul.  Ayşe  Cul…  Cu  harfunun   üzerinda  inceltme  işareti  vardur.

Dedim  ya.  Burası  Karadeniz’di  ve  Cu  diye  bir  harfin  olması  ve o  harfin  üzerinde  inceltme  işareti  olması  oldukça  normal  bir  şeydi.

-Peki  Ayşe  Cul..Bana  bir  güfteni  okur  musun?

Başladı okumaya:

Oy  Asiye  Asiye.
Tutun  goydim  keseye.
Baban  seni  vereyi  da
Bir  evlek  pirasiye…

Hiç  ummuyordum  ama  işin  doğrusu  nefis  bir  güfteydi  bu.

-Tek  kelimeyle muhteşem.   Yalnız  bak  ne  diyeceğim.  Sen  yine de  tek  başına  bu  dağ  başlarında  dolanıp  durma.  Ayısı  var,  çakalı  var,  kurdu  var.  Ne  olur  ne  olmaz.

Anlamını  kavrayamadığım bir  sırıtış  ile  yüzüme  baktıktan  sonra  cevap  verdi  yine.

-Yalnuz  değulum  ki.

Allah  Allah…Orada  ikimizden  ve  bir  kaç  koyun-kuzudan  başka  hiç  bir  şey  yoktu.  Yanında  köpek  diye  gezdirdiği  şu  kemikleri sayılan  uyuz  pire  torbasına  güveniyor  olamazdı  herhalde.

-Şu  uyuz  köpeğe  güvenmiyorsun  herhalde.  Onun  kendine  hayrı  yok  ki sana  da  hayrı  olsun.

Ayşe  Gül  beni  hayretler  içerisinde  bırakmaya  devam  ediyordu.

- Haçan  sevculum  yanimdadir  daaa.

‘’Sevgilim’’  mi?  Ortada  ‘’Sevgilim’’  Diyebileceğim  bir  nesne  yoktu.  Merakla  sordum  yine?

-Sevgilin  mi?  Hani  nerede?

Ayşe Gül,  sağ  yanına  koyduğu  kocaman  çantasını  açtı  ve…Aman  Allahım…Çantadan  resmen  bir  iskelet  çıktı. Gözlerim  faltaşı  gibi  açılmış  bir  vaziyette  kekelemeye başladım.

-Ama…Ama  bu  bir  iskelet.

Ayşe  Gül,  esefle  başını  salladı.

-Haçan  isçelet  deuldur.  Ha  punin  adi  Sezar’dur.

Daha  da  dehşete  kapıldım.  Koskoca  Jül  Sezar’ın  iskeleti miydi  yani  bu?  Heyecanla  sordum:

-Jül  Sezar  mı?

Bu  sefer  iskelet  cevap  verdi.

-Yok  abi.  Jül yok.  Hatta  Sezar  da  yok.  Bendeniz , Barutçuoğulları  ailesinden  Sezer…  Düştüm  bu  manyağın  eline. Bak  beni  ne  hallere getirdi.

Vah  evladım  vahhhh.  Hani  aşk  derdiyle  iğne  ipliğe  dönmüş  insan  görmüştüm  ama  böylesini  ilk  defa  görüyordum.  Zavallı  delikanlı  resmen  erimiş  gitmiş,  bir  deri  bir  kemik  kalmıştı.  Hatta  deri  filan  da  yoktu.  Resmen  safi  kemik  kalmıştı. Delikanlının  hali  yüreğimi  parçaladı.  Çünkü  delikanlı  olduğu  da  pek  belli  değildi  aslında.

-Ne  bu  halin  evladım?  Cemal  Safi  bile  senin  gibi  safi  kemik  değil.

Jül  Sezar…Pardon,  Barutçuğulları  ailesinden  Sezer  başladı  anlatmaya:

-Ah  abi  ahhh.  Hay  dilim  kopaydı  da  ben  bu  kıza  ‘’  Benimle  evlenecek  olan  kızın  beni  taşıyabilmesi  gerekir’’  Demeseydim.  Abi  inanmayacaksın  ama  ben  vakti  zamanında  neredeyse  yüz  kiloluk  bir  adamdım. ‘’  Benimle  evlenecek  olanın  beni  taşıyabilmesi  lazım’’  Dedim  ya  işte  bu  Ayşe  Gül  olayı  yanlış  anladı.  Beni  rahat  rahat  taşıyabilmek  için  yapmadığı  işkence  bırakmadı.  

İşkence  lafını  duyunca  daha  da  merak  ettim.

-İşkence  mi?  Nasıl  yani?

Sezer,  neresinden aldığını  anlayamadığım  derin  bir  nefes  alıp saldıktan  sonra  anlattı:

-Abi,  bana  yedi  yirmi dört   şiir  okuyor,  şiir  dinlettiriyor.  O  yetmiyormuş  gibi  roman,  hikaye,  makale,  deneme  yazısı,  aklına  ne  gelirse…Ya  kendisi  okuyor  ya  da oku  diye  baskı  yapıyor.  Tamam,  insan  şiir  okur,  roman,  öykü,  deneme  yazısı  filan  okur  ama  yedi  yirmi  dört  abi…

Evet..Gerçekten  de  dayanılacak  gibi  değildi  ama  öyle  anlaşılıyordu  ki  Sezer,  Ayşe Gül’ü  çok  seviyordu  ve  onun  için  her  türlü  cefaya  katlanmaya  razıydı. O  nakliyat,  yani  taşınma  işini ise  çoktan  unutmuştu.  Ayşe Gül  onu  taşımanın  en  kolay  yolunu  bulmuş,  çantasında  gezdiriyordu  devamlı  olarak.

Bu  sefer  Ayşe  Gül’e  döndüm:

-Kızım !  Sorması  ayıp  ama  manyak  mısın  sen?  Oğlanı  niçin  çantanda  gezdirip  duruyorsun?  Neden  yedi  yirmi  dört  şiir,  roman,  öykü,  makale,  deneme  yazısı  okutturuyor  ya  da  dinlettiriyorsun.  Yazık  günah  değil mi  bu  masuma?

Ayşe  Gül,  hunharca  bir  kahkahanın  ardından  cevap  verdi.

-  Ula  emice !  Bilmey misun  şiirden  anlamayan  herufler  şiir  cibi  garilara  talip  olamazlar.

Hımmm.  Sanırım  Cemal  Süreya’nın  sözüydü:  ‘’  Şiir  gibi  bakan  kadınlar,  şiirden  anlayan  adamları  sevmeli’’  Az  bir  değiştirmiş  olsa  da  haklılık  payı  yüksekti. Ama  Ayşe  Gül’ün  şiir  gibi  baktığı  da  pek  söylenemezdi  doğrusu.  Neyse…Benim  oldukça  zalim  bakışlar  olarak  gördüğüm  o  bakışlar  demek  ki  Sezer  için  şiir  gibi  bakışlardı.

Ayşe  Gül  devam  etti.

-Hem  gendisi  gaşindi.  Taşı  dedi,  taşıyruk.  Daha  ne  istey  ki?

Evet..Bir  noktaya  kadar  Ayşe  Gül  haklıydı.  Sezer  fena  kaşınmıştı.  İyi  ama zavallım  nereden  bilebilirdi  ki  başına  gelecekleri?

Tam.  ‘’Yeter  Ayşegül,  bu  kadarı  kafi.  Çocuğu  azat  et artık.  Bırak  bir  iki  lokma  bir şeyler  yesin  de  azıcık  kilo  alsın’’  demeye  hazırlanıyordum  ki  Sezer  atıldı.

-Abi !  Sadece  şiir, roman,  öykü  filan  olsa  haydi  neyse  diyeceğim  de  Osmanlı’dan  kalma  mezar  taşlarını  da  okutmaya  başladı.  Hatta  işi  ilerletti.  Mısır  hiyeroglifleri,  Sümerlerden  kalma  tabletler…Hatta  inanmayacaksın  Gılgamış  Destanını  ezberletti  vallahi.

Yok  ama…Bu  kadarı  fazlaydı.  Öfkeyle  bağırdım.

-Yeter  Ayşe Gül.  İnsanın  da  bir  istiap  haddi  vardır.  Bir  insan  bu  kadar  ağır  bir  yükü  taşıyamaz.

Ayşe  Gül yine  tebessüm  ederek  cevap  verdi:

-Taşıyan  o  değul  ki.  Ben  taşıyrum  oni.  Evde,  işte,  okulda,  yaylada.  Her  yerda.

Maalesef  haklıydı.  Evet..Taşıyan  oydu  aslına.  Taşıma  olayını  yanlış  anlamış  olsa  da…

Aman  Allahım !  Dehşet  bir  durum  daha  vardı  ortada. 

Heyecanla  sordum:

-Ayşe  Gül,  sen  benim  ilgilendiğim  bayanı  tanımıyorsun  değil  mi?

Çok  şükür  tanımıyordu. 

Yani  düşünsenize.  Bana  sürekli  ‘’  Beni  seven  erkek,  beni  taşımasını  bilmeli.  Ben  de  erkeğimi  taşımasını  bilmeliyim’’  Diyen  bir  bayan,  Ayşe  Gül  ile  tanışmış  olsa  ne  olur?

Ben  onu  taşımaya  kalksam,  hatun  nerden  bakarsan  bak  80-90  kilo  çeker.  O  beni  taşımaya  kalksa?  Ayşe  Gül  gibi  yaparsa  yandık. Yapmayıp  da  sırtında  taşımaya  kalksa  eh  ben  de  75  kilodan  aşağı  düşmediğime  göre  hali  harap.

Yok  yok..Türküde  de  dediği  gibi  ‘’Sen  bu  yaylaları  canım  yaylayamazsın’’  Ben  en  iyisi  tüyeyim  bu  diyarlardan. 

-Haydi  hoşça kal  Ayşe  Gül.  Sen  de  Sezer…Kendinize  iyi  bakın.  Millete  kötü  örnek  olup  da  adamın  asabını  ve  dahi  psikolojisini  bozmayın.  Allaha  emanet  olun.

Haaa.  Şu  nişanlılık  işini  de  artık  bir  an  önce  evlilikle sonuçlandırın. 

Allah  her  ikinizin  de  yardımcısı  olsun.

Her  ne  kadar  sürç-ü  lisan  eyledikse  Affola..

RESİMLER:
1- Sezer  ve  Ayşe  Gül-  Taşıma  olayından  önce
2-  Sezer  ve Ayşe Gül- Taşıma  olayından  sonra

( Yeter Artık Ayşegül. başlıklı yazı Sami Biber tarafından 27.01.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu