Bağlamanın
nazlı tellerinde bir notadan diğerine seyrederken zihnim, Anadolu’nun bağrı
yanık bir ezgisinde ağıda başlar gönlüm. Yapış yapış bir olmamışlık, yarım
kalmışlık hissi içinde olmasa da olurmuş makamında düşüncelerle avutmaya
çalışırım kendimi. Ama bilirim ki bazı şeyler olmazsa olmaz. Ama bize yani
bizim jenerasyonumuza öğretilen ilk şeylerden birisi de yetinmesini
bilmektir. Seksen darbesinden birkaç yıl
sonra doğan bütün çocuklarda bu yetinme, daha fazlasını istememe durumu ile
karşılaşabilirsiniz. Elbette istisnalarda çıkabilir karşınıza. Hayat bu
garantisi yok, hele söz konusu insansa hiç ama hiç garantisi yok.
İnsan sahip
olduklarına sevinmekten çok sahip olamadıklarına üzülmekle tüketiyor kısa
ömrünü. Gençlik elbette güzel ama hata yapmaya çok elverişli bir ömür dilimi.
İhtiyarlığın acı verici tarafı ise kuşkusuz herkesin söylediği sağlık sıhhat
sorunlarının dışında ve ötesinde; kaçırılan fırsatlar, pişmanlıklar ve bir
türlü insanı terk etmeyen kötü anılardan müteşekkildir. İnsan mutlu, sevinçli, neşeli anılarını
hatırlayamıyor ama kötü anılarını ne yaparsa yapsın hepsini eksiksiz bir tamam
hatırlıyor. Bu bilinçaltının bilinçli tarafa bir tür güç gösterisi sanırım. Ruh
bilimi bu konuda ne der açıkçası bilemem, işin aslı bilmekte istemem. Ama bildiğim
insan ihtiyarladıkça bu kötü anıların sayısının ve hacminin artıyor olması.
Kümülatif bir şekilde birikerek insanın zihnini işgal eden bu kötü anılar bir
türlü unutulamıyor. Bu anıların ağırlığı içerisinde insanda elbette ne ruh
sağlığı kalıyor ne de zihin esenliği. Yaşlanmanın en kötü tarafı bu bence.
Elbette sağlık-sıhhat, zindelikte önemli şeyler. Ama ruh sağlığı ve huzur da
çok önemli, özetlemek istersek ikisi de olmalı. Yani genç insanların hiç kötü
anıları yok mudur? Elbette bu soruya yoktur cevabı vermek son derece yanlış bir
yaklaşım olur. Bu dünya da dertsiz insan mı var klişesine değinmeye hiç gerek
yok diye düşünüyorum ki öyledir de. Ama
insan gençken, sağlıklı- sıhhatli ve zinde iken bu kötü anıları bir şekilde
asimile edebiliyor. Unutmak belki imkansızdır ama en azından hatırlamamak için
çaba gösterip başarılı olabiliyor. Bunun nedenlerinden ilki kuşkusuz
sağlık-sıhhat ve zindeliğin yerinde olması, ikincisi ise bu kötü anılarının
sayısının az olması. Ama insan
ihtiyarlayınca hem sağlık sıhhat ve zindeliğinin elinde olmaması hem de kötü
anılarının sayısının fazla olması bu durumu çekilmez bir hale getirebiliyor.
Birçok
yazımda da değindiğim gibi insanoğlunun yeryüzü macerası oldukça acıklı bir
öykü. Sonsuz ruhlarımız sonlu ve sınırları olan bedenlerimize ve gezegenimize
hapsedilmiş bir vaziyette. Bu yüzden insan için mutlak mutluluk, mutlak doyum imkânsız
ve işte bu yüzden ihtiyaçlarımız sonsuz ve sınırsız. Ekonomi İlmi ile
ilgilenmiş kişiler bilirler, ekonominin en basit tanımı: ‘Ekonomi; kıt olan
mallarla sonsuz olan insan ihtiyaçlarını karşılama sanatıdır.’ Olmaktadır. Burada
birkaç basit soru ile durumumuzu analiz etmek mümkündür. İnsan ihtiyaçları neden
sınırsızdır? Bu gezegene ait olmadığımız o kadar açık ki bilim insanlarının
bunu görmezden gelmelerini aklım almıyor. Yeryüzündeki tüm canlılara ve bu
canlıların gezegenimizle olan uyumuna bir bakın ve sonra biz insanların
gezegenimizle olan uyumsuzluğuna bir bakın. Bizim bu gezegene ait olmadığımız
gün gibi ortada. Uzaylı olduğumuzu filan söylemeyeceğim. Evrenin kuralları
evrenin her bir köşesinde geçerlidir çünkü. (Yani zaman ve mekân bizim
gezegenimizde var da başka gezegende yok mu? Elbette var. ) İşin denklemi bütün
yaratılış hikâyeleriyle birebir örtüşüyor gibi; insan bu dünyaya, bu evrene
gönderildi. Bu bir tür ceza ya da cezadan daha çok bir tür eğitilme gibi bir
şey sanırım.
Öyle ya da
böyle insanın doğması, yaşaması ve ölmesi biyolojik açıdan diğer canlılara
benzer ama ya tüm bunlar olurken hissetmesi, sevmesi, nefret etmesi ve kırılmasına
ne demeli? Yani tüm bunlar hormonlarla, biyokimya ile açıklanabilir mi? En
iyisi ben bağlamanın nazlı tellerine geri döneyim…