Oysa kayıp topraklar alınsa bile bu topraklar güncel dinamiği kontrol edemeyen; üretmeyen yapının elinde tutulamazdı. Dahası: liberte, egalite, fraternite diyen yani özgürlük, eşitlik, kardeşlik diyen devrim rüzgârları vardı. Ulusçu söylemleriyle, insan hakları beyannamesi duyurulmuştu. Bu yönünü ile değişip dönüşemeyen bir yapı vardı. Yapı İslam fütuhatı doğrultusundaki anlayışıyla hala daha talan gelirleri yapmaya çalışan bir yapının, ele geçireceği bu toprakları elde tutması olanaksız görünüyordu!
Almanlar Osmanlının hayalini de çağ dışılığını da biliyordu. Bu nedenle demode askeri yönetimi kendi komutaları altına almışlardı. Yine 1. Dünya savaşı içine girme nedenlerimiz arasında dıştaki düşmanın, 'düşman' oluşlarındaki, düşmanlık yapmalarının gereği ile de biz bu savaş sürecinin içinde olacaktık.
Böylesine özne-nesnelce karmaşık ortamda; Osmanlı toprak kayıplarından kaynaklı ezilmişliğinin gölgelerini uzatıyordu. Osmanlı’nın nostaljik ve fütuhatçı duygularını, bir yana bıraksak bile; diğer yandan da, çöken yapının istibdatçı tutumuyla Osmanlının kendi kendisine vurduğu kendi darbeleri nedeniyle, devasa Osmanlı yapısını içten içe hızla çürüyordular.
Yine Birinci Dünya Savaşına katılışın özne nesnelce nedenleri arasında düşenin dostu olmaz mantığı da vardı. Bu kabil kata küllilerin savaş oyunlarına getirmeleriyle oluşan öznel iğfalleri vardı. Yukarıdan beri sayılan nedenleri tümden bir arada mütalaa ettiğinizde görülür ki, savaşa girmeniz kaçınılmazdır.
Osmanlı’nın Pazar paylaşımı gibi ekonomi politiklikten kaynaklı realiteleri yoktu. Fütuhat (zafer) hayalleri vardı. Bundan ötürü konjonktürel duruma ilişkin rekabetçi ve ekonomik güç kaygılı, pazar paylaşımlı bir savaş nedeni de yoktu. Osmanlının çöken düveli muazzamdan kaynaklı, fütuhatça gururlu takıntıları; ne yazık ki Osmanlının günceli anlamasına engeldi. Osmanlı salt gururlarıyla içte çürüdü. Dönüşemedi: Hantal ve istibdatçı oldu. Osmanlı bu tür sosyal tandanslı duygu palslarıyla (atımlarıyla) motiveydiler.
Yine Osmanlı yenilen pehlivanın, güreşe doymaz oluşuyla dahi, savaşa girecekti! Bu türden bir yığın özne nesnel olan asıl ve bahane nedenli tedirginlikten kaynaklı duygu; aklın biraz önündeydi. Buna rağmen elbette ki aklıselim düşünmekle, kararsız kalan etkili yetkili olanların, mahirlikleriyle de savaşa girilecekti. Böylesi tedirginlikleri içindeki yapının insan unsurları; kararsız olmanın fevrilikleriyle ya savaştan yanaydı. Ya direnmeyin diyen saltanattan yanaydı. Ya da mandadan yanaydı.
Heyeti nasiha olgusu 1. Dünya savaşı sonrası işgale karşı olan direnişçi unsurların gayretlerini kırmak için yönlendirilmişti. Kurtuluş savaşına girer olmamızın karşısında sosyal argümanlı teslimiyetin siyasi nedenidir.
Heyet-i nasiha olmayıp, ama heyeti nasiha gibi girişimde bulunan ocak bucak tipi süreçler de vardı. Özellikle de “Din elden gidiyor. Meşrutiyet bitti. Kâfirliğin sonu “ diye baş kesen ocak bucak türü söylemler vardı. Bunlar 1. Dünya savaşı öncesinde de vardı. Bunlar kendi ayağımıza kendimizin kurşun sıkar olmamızdı. Bizim; hem işgal olacağımızın, hem de savaşa zorunlu girdirileceğimizin somut, siyasi, konjonktürsel ve süreç sel oluşların birer belirti sel nedenidirler.
2] Osmanlı’nın bu erimeye, bu dağılmaya, bu çöküşe, bu felakete gidişindeki nedenleri arasında, sanki 1821 yılındaki Yunanistan ve diğer iç unsurların, Osmanlı içinde ulusçu ayrılıklarla ayaklanmalarının hiç bir yansıması yokmuş gibi de düşünülmektedir.
Yine imparatorluk yapısı içindeki ulusçu kopuşların, bu çöküş ve bu dağılma aşamasında olan Osmanlı’ya karşı, Osmanlının bünyesinde yarattığı hezimet duygularının da Birinci Dünya Savaşına girişte tetikleyici hareket olmadıkları söylenebilir mi?
Böylesi azametli duyguların içindeki Osmanlının azameti, istekleri; Osmanlıda ilk fırsatında kendisinden kopan toprak kayıplarını yeniden ele geçirmenin tutkusuna dönüşmeyecek miydi? İşte bu gibi düşüncelerden yoksun oluşladır ki: 'İttihat ve terakki bizi savaşa soktu da battık' denmesi yüzeysel bir ifade olmaktan kurtulmaz.
Osmanlı'nın hali hazırda; fiilen sürmekte olan, bir Balkan Savaşı vardır. Osmanlı böylesi bir ruh hali içinde oluşla, savaşın kesikli sürekliliğini içinde olmakla Osmanlı kendi penceresinden Birinci Dünya Savaşını, adeta Balkan savaşının devamı gibi görmektedirler.
“İttihatçılar bizi savaşa soktu da battık” demek, Balkan Savaşının yarattığı kesintisiz savaş ruh halini bilmemektir. Kesintisiz savaş psikolojisi içindeki düşünme, refleks olaraktan da Birinci Dünya Savaşına girmemizde enikonu oluşla süreci iyi düşünmemizi ketlemiştir. Sanki devamı bir savaşa giriyormuşuz gibi anlaşılmalar da görmezden geliniyordu. İşte bunlar, bu mantığın; hem açmazıdır; hem kısırlığıdır; hem de güya sosyal dirençli bir karşı hareketi, toplumsal devrim içine monte etme isteğinin kastıdır.
4- 'İttihat ve Terakki bizi savaşa soktu da battık' denişindeki kusurlu düşünmenin bir diğer eksikleri de şunlardır. Osmanlı toprağı olan Irağın petrollerinde ve diğer yerlerdeki enerji yataklarında, İngilizlerin, Fransızların, Almanların sanki hiç gözleri yoktu gibi bir düşünceyi savsaklamakla da, bu tarzdan iddia sahipleri savaşın asıl nedenlerini hep es geçilmiştiler! Almanların, İngiliz hükümetinin ve Fransızların enerji alanları için yapılan hak taleplerini yok sayma; ittihat ve terakkiyi direk suçlama olmuştur.
'İttihat ve Terakki bizi savaşa soktu da battık' mesajında görünmeyen şey Osmanlının üzerinde konjonktürel baskı ve basınçların var olmasıydı. Bu baskıların başında da konjonktür içinde Osmanlı Toprağı olan bölgelerdeki irade kontrolünü emperyalistler kendileri için istemiş olmalarının tehdidiydi. Terakkiciler bizi savaşa soktular denmesi içinde sanki Osmanlı düşmanlarının talepleri göz önüne almış olmakla ortamı yumuşatmışta savaşa girmeyecektik gibi bir bilinçaltı gizlidir. Güya Osmanlı sağduyusu savaşa taraf olmayacaktı! Emperyal istekler için; 'onlar buraları istiyorlar; "buyursunlar” diyecekti, öyle mi? Ve güya, böylesi bir taviz karlık içinde bizler, Birinci Dünya Savaşına katılmayacaktık(!) Öyle mi?
'İttihat ve Terakki bizi savaşa soktu da battık' tanılı böylesi kısır savlara karşı da; bu gibi düşünülmüş çıkarsamalara gitmek te olasıdır. Yukarıdaki söylem, bunları anlamaktan ne kadar azade, bir yanılgı ve maksat ki; az düşünme ile bu düşüncenin, pek bir iler tutar yanları kalmıyordu. Birinci Dünya savaşına girdikten sonra ki sürükleniş çöken, hantal yapının kaderiydi. Çok kötü yönetimin, çok kötü iç ve dış felaket uygulamalarıyla da baş başa olacaktık.
İşte bunlar bizim ateşte imtihan içinde olmamızı gerekli kılan, güncel, somut, nesnel ve o günün koşullarıdırlar. Enver Paşaların da, Talat paşaların da bu sürüklenişe vesile neden olmaları da ortamın sürüklenme salınımını büyütülmesine büyük bir katkı oluşla bunlar kendi öznel fevriliklere de yönelecektiler. Ama savaşın temel nedeni değildirler.
Yani Atatürk'ün önceden yaptığı yönetime kabul ettiremediği bu tavsiye temel tedbirler, önceden alınabilirdi. Kurtuluş savaşındaki tedbirler gibi değişme dönüşme olan tedbirlerle belki de bundan sonraki süreçte güçlü ve kararlılıkla; dirayetli biçimde ayakta durulabilirdi. Savaşın saçılım akışı böyle felaketli dağılımlar göstermeyebilirdi.
Ama şimdiden itibaren bunlar boş ve afakidirler. Artık detaya girmiyorum. Terakkiciler Birinci Dünya savaşına girmeyi üslenmeseler de, Osmanlı olaraktan biz bir biçimde yine savaşa girecektik. Zaten savaş sizin dışınızdaydı. Siz kendi hülyalarınızı sizin dışınızda olan bu savaşın argümanları üzerine bindirip süslü nutuk söylemleri içinde hayallerinize akış yaptırmakla hem emperyalizme hizmet ediyordunuz; hem de çöküp dağılıyordunuz.
Sizin dışınızda olan emperyalist savaşın paylaşımı içinde itilaf devletleri savaş sonrasında boğazları Rusya'ya bırakmanın sözünü, kendi aralarında çoktan vermişlerdi. Sizin dışınızdaki kaderle çizilen yol kafalara dank etmeli. Böyle bir gerçekleşme karşısında Osmanlı susmayacaktı elbette. Tek başına da olsa, Osmanlı, bu savaşı kaçınılmaz tavır içinde olmakla bu savaşı yapacaktı.