Pek çok konuda yüreğime
ışık olan çok değerli büyüğüme ithaf en…
Hayatın fıtratında
saklı o gizemden yana dertliyim belki de afakı hayretle iştigal eden bir
yanılsama.
Gök dökümlü günlerden
kaçmak asla olası değil ve yine kabre girmeden dünya denen hengâmede boşa
düşmüşlüğümüz.
Zanlar, sıfatlar ve
gayret içerisinde olduğumuz dünya halleri.
Bir döküm sunmak
gerekirse, nefsin açlığını terbiye etmek adına yine de kendimizi alamadığımız o
alâmetifarika.
Köhne inanışların,
zaruri yakınmaların ve meşrebine uygun davranıp cehaletimizi ötelemekten uzak
bizler bilfiil donanımlı olduğumuza inanıp hayrete düşülesi o bonkör
varlıklarımız.
Alıcı bir frekansta ve
verici olma vasfına dudak büküp çoğaldığımızı sandığımız oysaki eksiklerimizden
bihaber hala gönül gözünün önündeki o perdeyi çekme taraftarı değilken üstüne
üstük çatık kaşlı sitemlerden kimin ne düşüyorsa payına.
Sevmek ve takdir etmek
bu kadar mı meşakkatli ya da sağdan soldan dolduruşa gelip gıybet sofrasına
oturmaktan geri durmadığımız.
Benliğin vasıta olduğu
aslında varlığın hiçlik ile olan ilişkisini göz ardı edip gururla meşk
ettiğimiz gönülsüz bir yoldaşlık olduğunu bile bile düşmanca bir yükleme
dolanan biz zavallı özneler.
Ben’i bize dönüştürme
gayreti güdüp de bir başımıza kala kalmışlığımız.
Nankör kedilerin bile
başı okşandıkça nasıl da uysallaştıklarını görmek asla göz ardı edemeyeceğimiz
bir vasfı yine tabiatın.
Cansız eşyaların bile
atomlarının Allah diye diye döndüğü belki de biz başımızı çevirdiğimiz en
zavallı mahlûkat diye küçümsediğimiz ya Allah’ın sevdiği bir gönülse.
Aşk… Her şeyin ruhu,
içi, gözü, kulağı. Aşk diye inleyen bir evren oysaki aşkı sadece kadın-erkek ilişkisinde
bir çıkar amacı güden medeniyet.
Aşk diye diye doğanın
nazenin çiçeklerinin bile Allah’a zikrini görmezden gelmek mi? Hâşâ, Allah’ım,
sen affet bizleri.
Mesnevi’de zikredildiği
üzere:
‘’Dünya bağını kopar,
maddeye olan bağlılıktan kendini kurtar da hür ol, ey oğul ne zamana kadar
altının, gümüşün esiri olacaksın?’’(Alıntı)
‘’Hâlbuki İlahi Aşk
yüzünden nefsaniyetten kurtulan, benlik elbisesi yırtılan kimse, hırstan da,
ayıptan da, kötülüklerden de tamamıyla temizlenir.’’(Alıntı)
Mevlana Hazretlerinin
kastettiği ilahi aşk babında; Allah’ı görmekle işe başlanır. Ve hiçliğimizle
varlığını idrak etmenin adı yine Allah’ı görmenin ruhani boyutunda bizlerin
tevekkül erbabı gönüllerimiz…
Aşk ile açılan gönül
perdesi.
Mademki yaratılıştan
gaye aşk nasıl öğrendiğimizi sanıyoruz ki? Pek tabii ki de Allah’tan
öğrendiğimiz ve bizi iki cihanda kurtaracak en muteber hazine yine Allah’ın
geniş haznesinden bizlerin her daim nemalandığı.
Üzülme!
Varlığın hicvinde ne
çok duygu ve ne çok satır aralığını yine duygularımız yardımıyla doldurduğumuz
aslında insanlığımızın tek özrü iken hissetmek ve üzüntüye mahal olan nice
sıkıntıyı yüklenip yorgun bir yürekle devam etmek yola.
Üzüntü vesilesi ne ise
demek oluyor ki bir kalbimiz var. Yoksa nasıl üzülürdük ve insanlığımızı
sunardık yüce Allah’a ya da nasıl ayrışırdık bunca canlı arasında hele ki
kalbimizle sevip acı çektiğimiz üzere nasıl konuşlanırdık secdeye ve Allah
yoluna başka nasıl ulaşır ve baş koyardık merhametin de hırkasını giyinip
bilfiil acılarımızla törpülediğimiz nefsimize başka türlü nasıl hâkim olurduk?
Üzülme!
‘’Mademki seni bir
‘’İşiten’’var hele ki senin kendini bile sevmenden önce O sevdi seni madem ve
seni bilmediğin kuyulardan çıkardı hele ki çektiğin acılara nasıl ki kör ve
sağır değil O. Her yangınında yüreğin yine tek yetişen O madem. Seni herkesten
çok anlıyor ve gözyaşlarınla imzalayasın istiyor yakarışlarını…’’(Alıntı)
Üzülme!
Sevgili Peygamberimiz
bile çaresizliğin ve yalnızlığın tarumar eden yollarında bir başınaydı sadece
O’nun himayesinde lakin insanlığın çok uzaktan bile ona acı verdiği gerçeği ile
yalnızlığın dibinde hatta taşlanarak, sürülerek, yaralanarak nasıl ki aç susuz kaldı.
Evinden çok uzak ve mağarada yapayalnız ve korunmasızdı da.
‘’Senin gibi üzülen yol
arkadaşına müjdeler veren tebessümüyle fısıldadı: La tahzen innAllahe meana.’’
Gerçeklerin su olduğu
aktığı, rüyaların boşluğa düştüğü ve kelimelerin bile naçar kalmasına tanıklık
ettiğim…
Öyle böyle ya da zaruri
bir fısıltı mı da duymazdan geliyoruz evrenin çağrısını ve münafık bir redifte
haykırıyoruz ‘’sadece bana’’demenin verdiği o insanlık üstü şehvet ve ahkâmları
de görmezden gelip bir baltaya değil sap sadece bir kum zerresine tekabül eden
varlıklarımızı enikonu sığdıramazken yere göğe?
Hayatın yükümlülüğünde
bir de yük olmuşken bir mazlumun yüreğinden geçenleri bilme kaygısı gütmeden
mağdur kıldığımız onca yaratıyı bir de egolarımızın hikmetinden sorgu sual
olmaz, deyip de yollara düşüp düşkünleri de nazarımızda ötelemenin verdiği haz
ile sevgiyi çamura buladığımız belki de yanlış anlamlar yüklemeyi maharet
sandığımız belki de… evet, belki de şeytana uyan nefsimiz homurdanırken:
‘’Ne de olsa şeytanda
olmayan aşk, değil mi?
Evet, aşk. Bir de
şeytan ‘’Benim sevdiğimi kimse sevmesin.’’diyor. Onun için secde etmiyor
Âdem’e. Peygamber ise, ‘’Benim sevdiğimi herkes sevsin.’’diyor. Aradaki fark
bu.’’(Alıntı)
Anlatılmak istenen
aslında fıtratın sunumundaki gizem ve albenisi olan nefsin de çözüldüğü o sevgi
denen deryada yüzümüzü sürmek adına güzelliklere.
İnsanların sınırsız
hırsı ve kini ve sevgisizliği. Şeytan aşkın eksikliğinden hasıl olan görevini
yerine getirirken yine suskunluğa bürünen kim varsa.
Şeytan aşksız, meşksiz
lakin vazifesini de inanılmaz güzel ifa ediyor.
Zamandan ve mekândan
bağımsız yine sevgiden müteşekkil olması gereken bir evrende arkama bıraktığım
çakıl taşı mahiyetinde yazdığım onca hazan yüklü hüzün serpintisi belki de
aklın almayacağı boyuttaki sıkıntıları bir şiire tıkıştırdığım hele ki
heybemden taşan aşkı ve ruhu ve cahil varlığımı terbiye etmek adına okuduğum
surelerden medet umduğum, dokunduğum yüreklere sevgimi yüklemek istediğim…
Yalnızlığın bağnaz
tınısında bir harf kadar değeri bile yok iken adına vasıf denen üç beş sıfatı
da gömüp bizler Allah rızası için yaşayıp sevmenin coşkusuna da kapılmışken…