Geçmiş asırların şahitliği, gelecek asırların vasiyetliği hale haledir, “Çanakkale Geçilmez”de. Karaya Türk, denize düşman kanıyla vurulan mühür; gelecek çağların hatırlamasının büyük destanı. Suya vurulan perçin ve Çanakkale’de Türk mührü… Atalar ruhlarının gelecek torunlarına mütemadiyen tekrarlanan mesajı. Topyekûn millet direnişinin göz yaşartıcı ve göz açtırıcı şahikası… Şahlanışı.

Yağmur yerine kan yağdığı, kol-bacak yağdığı, et kemik yağdığı günler… Bomba Sırtı ve Çanakkale… Kara günler, kararmış günler. Elemler, ölenler, sürünenler… Ölüm fırtınasının tayfuni raksı, vahşet valsini sergilemekte. Olayların seyri, çıplak gözleri ve yalın gönülleri bombardımana tutmuş. Kinetik enerjilerle yüklenmiş atom zerrecikleri gibi, olanlar. Dehşet fırtınası kol gezmekte, Gelibolu Yarımadasında. Sonu ölüm kesinlikli, burun buruna bir oynaş. Oynaş ki; en hafif tertibi kurşunlarla kalbura dönmek, bombalarda param parça olmak. Karşılıklı havada çarpışan kurşunların birbirine çarparak, bazen kenetlenip, bazen birbirini dağıtarak yerlere cemrelerde kan kokan, kan yutan topraklara tohum gibi saçılması… Ölümle omuz omuzalık; tehlikeyle kucak kucağalık. Yer ölüm, gök ölüm, su ölüm.

Ölüm; yeni bir dönüm: Şehitlik tahtının munis yüzü… Ulaşılması hasret yüklü dualarla istenen yücelik…

“Anamın, toprak anamın, Anadolumun ufuklarında bedhahlıklar, üzerinde bedbahtlıklar… Bende/bizde olası rahatlıklar… Dünyada olamazdı, olmaz ve olamayacak da. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe… Böylesi bir boşvermişlik, vurdumduymazlık olamazdı. Yükseklerde, yücelerde açan çiçeğimi birileri biçecek. Biçmeye niyetlenecek. Biçmeye yeltenecek… Birileri; dilleri, derileri, dinleri rengârenk… ‘kimi yamyam, kimi Hindu, kimi bilmem ne …’ ”

* * *
Afakın kızıllığını nurla değiş tokuş yapma anına az bir zaman var, alacakaranlık. Zaman mübadelesi ha oldu, ha olacak. Fecri kazip son hazırlıklarını bitirme çabasında. Elini çabuk tutmalı, fecri sadık bastırdı bastıracak. Bir tedirginlik, bin ürperiş bütün canları yakalamış. İnadına bir sükut; fırtına öncesinin deli eden sessizliği…

Biraz sonra gün doğacak, zorlu bir savaş kaldığı yerden devam edecek. Canlar, candan olacak; canandan çoktan olmuşlar. Başka bir cananın hasreti yürekleri yakalıyor, dudakları kıpırdatıyor. Yüreklerin kıpır kıpırlığı, şafağın kızıllığını beyazlığa mıhlıyor. Gizli bir mehter marşı yürekten yüreğe yol bulup akıp durmakta. Toprak ananın kucağından, şehitlik cananının kollarına uçulacak. Ölüm köprü. Bir hilal uğruna yine güneşler batacak. Yurt sevdalıları kendilerini ateşe atacak, mutlu bir sonla.

Bomba Sırtı… Karşılıklı siperler öyle birbirine yakın ki, mart soğuğunun sabah ayazını markaja almanın titremişliğinde askerler birbirlerinin burun çekme seslerini duyabiliyorlar. Hayal, meyal kıpırtılar, tüfek şakırtıları. Ve hazırlık. Ölüm asude bir baharcasına ortalıkta. Dudaklar hep kıpırtılı; ellerinde, dillerinde ve gönüllerinde kutsal adına bilinen her şey. Hatırlanabilen her şey. Ölüme yürüyüş ne kadar mukadderse, zafer daha da mukadder. Manevi bir hazda kıvılcımlanmış, karşı siperleri tarayıp silahlarına iştiyakla sarılan gözlerde, içten içe tekrarlanan duaların şimşek ritmiyle bombordıman dorukta. Başka bir iklimin, başka bir ruh şahikalığı çepeçevre Türk askerini sarmış. Çehrelerde düğüne giderkenki sevinç. Kıvanç, buram buram.

Bir ayaz ki bıçak gibi, el yüz şişirmekte. Gövdesi toprakla haşir neşir Mehmetçiklerin gönlü yükseklerde, göklerde yücelerde. Ve Mehmetçik, binlerce kollu bir dev. Madde planındaki imkânsızlığını mana planında güçlülüğüyle takviye etmiş. Gönülden bir ışık, bütün vücuda yayılmış ve çepeçevre sarmış, bütünleşmiş gövdeyle. Bu gövdede bir parmakçık, bir tüy olabilme bahtiyarlığında olan ben; sıradan bir Anadolu genci. Anadolu gibi saf, Anadolu gibi temiz, Anadolu gibi yüce. Anadolu gibi cefakâr, Anadolu gibi vefakâr, Anadolu gibi asil, köklü ve kültürlü.

Sema sancılanmaya başladı… Fecrin kanları dağların ardından bulutlara, denize sonra toprağa akma telaşında. Geceyle gündüzün kardeş olabilme çabası, savaşı… Safbaharın güneş iriliğinin bütün haşmetiyle doğması… İlk ışık okları ve ilk kurşunlar. Güneş ışıklarıyla mermilerin yarışı. Siperlere günün şefkatli ışık sarmasının yanında kurşun yağamaya başlaması.

“Zafer, kurşunumuzun ucundaydı.” komutanım öyle demişti. Bekliyorduk. Rast gele, az sayıdaki kurşunlarımızı kullanamıyorduk. Haksız olup da kendini şamatayla haklı çıkarmaya çalışanların karşısındaki sabırlı abide insanlar gibi susuyorduk. Uçaklar toprağı kurşun ve bombalarla hallaç pamuğu gibi kabartıyordu. Düşman gemileri sarhoş kusmuğuna benzercesine sefil ve iğrenç bir şekilde ölüm kusuyordu. Her tarafta ölüm; toz ve barut kokusu. Türk cepheleri vücutlarıyla siper teşkil etmiş, tavada eriyen yağ gibi zayiat vermekte. Bir nevi, intihardan farksız. Bu memleket sevgisi… bu vatan aşkı…

Tozlardan ve uçakların hışmından fırsat buldukça ateş ediyordum, iyi nişan alarak ve boşa kurşun kullanmamak dikkatinde. Bir iki, karşı saflardan can aldığım olmuştu. Can havliyle siperden fırlayanlara bir el daha ateş ettiğim olmuştu.

Birden… Dünyam karardı, başım dönmeye başladı. Alnımı tüfeğin soğuk namlusuna dayadım, sıkı sıkıya kavradım. Döne döne yükseliyordum, etrafı daha detaylı görebilecek bir yüksekliğe ulaşmıştım. Karşılıklı siperler ne kadar da yakındı birbirine… Bombalarla yoğrulmuş sırtlar nadasa yeni bırakılmış tarlalar gibi alt üst olmuş. Bomba Sırtı, bomba gibi. Hele canlar, can parçaları… Kolsuz, bacaksız bedenler; başsız gövdeler… Kıpırdayan, inleyenler… Görüyor ve yükseliyorum. Yükselmeye hala devam ediyorum. İnsanlar, çocuklaşıyor, minikleşiyor, karıncalaşıyor… Uçaklar sağımdan solumdan vızıldayarak sinekler gibi geçiyor. Başaramamışlığın, susturamamışlığın kahredici saldırganlığında taşkınlaşıyorlar.

Yükselişte, tadı sebebi anlaşılmayan bir huzur doğuyor. Huzurlu bir yücelikte yükseliyorum. Ellerim bulutlara takılıyor. Pamuklar içindesine rehavetteyim. Pamuğun sarıcı, rahatlatıcı yumuşaklığı benlğimi sarıveriyor. Hala yükseliyorum. Bulutları geride kaldım, güneşe yaklaşıyorum. Güneş, hiç görmediğim bir güzellikte, pırıltılı umutlarla gülümsüyor. Ellerim görünmez muştuların sımsıcak temasını sarmalayarak oynaşmakta. Ne ölüm kusan silahların gürültüsü, ne sinek vızıltılarının homurtuya döndüğü çelik akbabaların pikeleri, ne delicesine kurşun sıkmışlığım, ne de yükselişim…

Yoksa… Yoksa, ölüm bu mu?

* * *
Göremiyordum, yalnız müthiş bir kaynaşmanın teni tazyikleyen baskısı. Telaşın evhamlı ayak sesleri dört bir yanı sarmış. Kör müyüm, gece mi, neredeyim? Hızla kalmaya davranıyorum, sol yanım müthiş sancılanıyor. Vücudum tonlarca ağırlıkta. Tüy gibi hafiflikte yükselişimin aksi yere mıhlanmışlığın tezatlığı. Uçmanın güzelliğinin yere çakılmanın çaresizliğine yenilmesinin kahrediciliği… Tezat çemberi dönmeye başlıyor. Mecalsiz kollarım, bedenimi tartamıyor ve beynimin talimatlarına uymuyor, kendimi bırakıyorum. Sol yanım alabildiğince dehşetle ağrıyor, sağ elimle bedenimi kontrollüyorum; sol tarafım ve kafam sargılar içinde. Yaralanmışım. Vücudum ateş gibi, nefesim buz tutmakta. Kağıda geçirilebilse, kafamda sayfaları doldurabilecek uzunlukta sorular… Sorular…

Sessizlik inadına, cevap iştiyakım. Gayri ihtiyari bağırıyorum. Sancılar dikleniyor, sorular dikleniyor, sabırlar dikleniyor, acılar dikleniyor. Bağırmaklığım, yerini gittikçe azalan ses tonuna bırakıyor. Hissizliğim tavan yapıyor, vücudum taban yapıyor, şuurum yalpalıyor… Kayıyor, kayıyorum ve karanlık bir çukura düşüyorum. Ağrılarım ağırlaşıyor… Bayılıyorum…

* * *
İmroz’da bir oda. Portatif karyolasında kendi evindeymişçesine uyuyan birisi. Uykunun deminde ve derinliğinde, mütelezziz gülümsemekte. Belki de gördüğü bir rüyanın hoşluğunda, atmosferinde. Ölüm boğazı: Çanakkale! Canlar, cananlar… Soğuktan yananlar, top alevlerinde kavrulanlar. Ölenler, sürünenler… Çok uzak gibi uyuyana…

Birdenbire kendini suda buldu. Karyolası dengesini kaybeden bir sandalcasına devrildi sanki. Fırtınaya tutulmuş bur yaprak gibi titredi. O kadar ani olmuştu ki suya düşüşü. Mütemadiyen de dibe batıyordu, ayağına taş bağlanmışçasına. Arz cazibesinin olancalığı, suyun kaldırma kuvvetini de kendine ilave etmiş hızla yutuyordu uyuyanı. Nefesi kesiliyor, ağzını açmak istiyor, su dolduruyordu. Üstüne üstlük çelik iki pençe boğazını sıkıyor, boğazından midesine su dolmasını engelliyor çabucak ölmesini güçleştiriyor, işkenceyle öldürmeye çalışıyordu sanki. Ölümün dehşetli korkunçluğu, bütünüyle her tarafını sarıyor… Ölüm her ihtimali, her çıkış noktasını kapamak istercesine tedbirli. Boğazını sıkıyor, ayağından asılarak aşağıya çekiyor. Ayağını mı kurtarmalı, boğazını mı? Nefesi gittikçe daralıyor, dünyası kararıyor, kalbi sıkışıyor, kıyameti yaklaşıyor. Dipsiz bir uçurumda bulunduğunu hissediyor, bitmeyen bir düşüşün ıstırabında gittikçe hafifliyor, yükselmesi gerekirken tersine kayalara çarpa çarpa dibe düşüyor. Milyonlarca çelik pençe her zerresine binlerce iğne batırıyor, iğneleri matkap gibi çeviriyor ve çekiyor. Kaslarını lime lime ediyor, tuzlu suyun yaralarına teması ıstırabını daha da alevlendiriyordu. Debeleniyor, daha doğrusu debelenmeye çalışıyor. Bağırmak istiyor, sadece dudaklarını açılabiliyor. Ses çıkmıyor. Böylesine işkencede hiçbir şey yapamamak generali daha da kahrediyor. General Hamilton, acizliğin oyuncağı olmuş. Acizlik kendisiyle, kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor…

Kâbus mu, düş mü, hakikat mi? Ölüm mü, işkence mi, barikat mı? Bunun temyizinden beriydi komutan. Binlere emredicilik, hiçliğin memurluğunda pirelenmiş, kendisi paralanmıştı. Ölmekten beter acıydı bu? Yoksa ölüm bu muydu? Zerre zerre vücudunu incecik bir eğe törpülüyordu. Uğraştı, uğraştı. Uğraştı…

Kan ter içinde kalmıştı, kurtulabilmişti. Daha doğrusu kâbus yakasını bırakmıştı. Zangır zangır dişleri birbirine vuruyor, sıcacık odasında kutup soğuğunda kalmışçasına titriyordu. Kaskatı yattı bir müddet. Tek hareket, dişlerin birbirine çarpmasından mütevellit makineli tüfek sesini andıran çene vurmasıydı. Göz kapaklarını açabildi güçlükle, yapışmışlardı sanki. Derince bir nefes aldı. Nefes alırkan bedenine dolan oksijen, çıkarken ruhuyla birlikte çıktı adeta. Avuçlarına batan tırnaklarını gevşetti ve parmaklarını açabildi. Kenetlenen ayaklarını azıcık hareket ettirdi.

Vücudu tekrar katılaşmaya başladı… Ve vücudu yine hareketsiz kalıverdi. Gözlerini yine yumdu. Hafif ışığın göz kapaklarından sızmasına dahi izin vermemek için sımsıkı gözlerini kapattı. Kâbusun ayak sesleri tekrar ona doğru geliyor, varlığı tamamen dayanılmaz bir varlık; odasında gidip geliyordu. Hayalden çok hakikat; hakikattan çok hayaldi sanki. Soğuk bir ölüm rüzgârı, harman savuruyordu. Yüzünü, saçını yalıyor, oradan elbisesinin altından tenine ulaşıyor baştan ayağa bütün bedenini tarıyordu.

Bu ikinci raunddu sanki. Ölüm kararının infazında; karar verememişliğin kahredici beklemişliğinde, tanımsız azap edici varlık mütereddit adımlarla, saatin tik taklarına tempo tutuyordu. Yaklaşıyor, uzaklaşıyor… Duruyor, yürüyor… Burnundan soluyor, dişlerini gıcırdatıyor… Alacakaranlıkta, varlığın acımasız bakışlarını gözlerini diktiğini ve ısrarla göz göze gelmeyi istediğini hissediyordu, görürcesine… Yalvarmak için dudaklarını kıpırdatmaya çalıştı. Ancak önceki gibi, çok cılız bir davranış olmuştu, mecalsiz ve cansız.

Saatlerce kâbusun etkisinden kurtulamadı. Rüyanın tesirinden kurtulamadı ve defedemedi. Hala da devam ediyordu ve sanki hiç bitmeyecekti. Beyin kubbesinde binlerce çıngar hayallendi, çanlar çalmaya başladı. Acayip düşünceler gerçekten daha çarpıcı, hissedici ve kahredici düşünceler beynini kurt gibi kemiriyordu: “Çanakkale tekin değildir. Üzerimize kaçınılmaz bir tehlike çökmüştür. Korkunç bir akibet tepemize çullanmıştır ve kaçınılmaz akıbet an meselesidir. Öyleyse… Öyleyse yarından tezi yok buraları terk etmeli.”

* * *
Dolaşabilecek kadar iyileşmiştim. Cepheye gidememek, gönderilmemek, sinir krizi geçirecek kadar canımı sıkıyordu. Beklemek, hiçbir şey yapamadan seyreder olmak kahrediyordu, günler yıl olmuştu. Top sesleri, kurşun sesleri, gönlümde güftesini hatırlayamadığım hüzünlü bir bestenin acıklı namesi gibi yankılanıp duruyor…

Mühimmat sevkıyatı mı, yoksa çok az sayıda olan topların bir siperden diğerine yer değiştirmesi mi… cephe gerisi kaynaşma; hareket, hareket… Büyük zaferin dev inşası…

Topçu eri, topunu sipere doğru itmekte. Siper yakın er de yorulmuşa benziyor. Kafamda bir şimşek çaktı. Delice koştum, onca yatmışlığın acısını çıkarırcasına. Yan tarafından sağ tarafından can havliyle koşturmamı görünce, topçu eri durakladı. Solukladı. Alnının terini sildi. Elini beline koyup geriye doğru kaykıldı. Belini dinlendirdi, soran gözlerini bana dikti. Hafifçe öne kambur bedeninin yükünü sağ ayağına yükleyerek ellerini göğsüne kavuşturdu, hafif aralanmış dudakları ve kahverengi gözleriyle hareketlerimi takip ediyor. Dişleri dikkat çekecek kadar beyaz ve düzgün, günlerce buralarda olmanın verdiği yorgunluk ve tepelerin verdiği bakımsızlıkla perişan. Ama gözlerindeki parıltı güneşi nisbetleyecek ışıklıkta.

El hareketlerimin yardımıyla komutanın kendisini çağırdığını söylüyorum. Anlamamış nazarlarla bakmaya devam ediyor. Çadırların çadırımsı şeylerin bulunduğu yönü işaret ederek, sözlerimi tekrarlıyorum. İkna olmamış nazarlarla bir bana, bir topa, bir de işaret ettiğim yöne bakıyor. Bunu birkaç defa tekrarlıyorum. Artık sabredemiyor, askeri işaret ettiğim yöne çeviriyor ve itekliyorum.

Nöbet devralmışçasına topa sarılıyor, askerin gittiği yönün tersine yöneliyor hınçla sipere doğru itekliyorum.

* * *
Sonrası, olmazlar dizisi… Yaralı halimle sipere topa götürmem, ateşlemem, isabet… başta benim inanmakta zorlandığım işler…

Tekrar göremez olmuştum. Dünyam yine kararmıştı. Elimi gözüme götürdüm. Sol elimin sargısı çıkarılmış, başımda sol gözümü kapatacak şekilde miğfervari sargı kalmıştı. Ellerim gözlerimle buluştu ve bir ıslakla randevulaştı. Ürperti nöbetinin vücut coğrafyamdaki fırtınası içimi titretti, tüylerim diklendi. Yanaklarımdan aşağı bir şey sızıyordu…

Göremesem de gam yemezdim gayrı. Bu gözler, bu göz göreceğini görmüştü. Ne gam ne keder. Onun, göklerin al ve beyaz nazlısının gölgesinde hala bana yer vardı. Burnumu çektim ve diz çöktüm. Toprağı avuçladım. “Toprağım, anam, her şeyim…” avuçlarımı hızla kapadım. Çamurlaşmış toprak ceylan kıvraklığında parmaklarımın arasından kayıverdi. Tekrar avuçlarımı açtım, rahatlatıcı bibr serinlik avuçlarımı yaladı. Ellerimi tekrar toprağa götürdüm, toprağı bu sefer öptüm, sonra alnımı yere değdirdim. Ve dünya alnımdan öptü… Hayatımın en güzel busesiydi. Teşekkür, binlerce teşekkür yaradana.

Doğruldum. Diz çökmüş vaziyette kaldım.

Yanaklarımdan bir şey sızıyordu göğsüme. İncecik, ılık ve tuzlu. Kan mı, gözyaşı mı? Artık ne önemi vardı.

Çanakkale geçilmemişti. Geçilemezdi de. Aslolan buydu…

S. Edip Yörükoğlu
( Bir Devrin Battığı Yerde… başlıklı yazı s.-edip-yoru tarafından 18.03.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu