DAVUL, ZURNA ÇALMADI; GENDİM GAÇTIM!
Gülüfer işe
yetişmek için ne kadar acele ediyorsa sabah erkenden yağmaya başlayan Nisan
yağmuru da bir o kadar onu ıslatmaya çalışıyordu. Arada sırada çıkan fırtına Gülüferin
elinde tuttuğu şemsiyeyi geriye iterken bedenin ıslanmasına sebep oluyor, aynı
zamanda hızlı yürümesini engelliyordu.
Kocasıyla beraber Kırşehir devlet
hastanesinde çalışıyorlardı. Sabah her gün ki gibi yine çok erken kalkmış,
kahvaltıdan sonra iki oğlunu evlerinin hemen yakınındaki ilkokula bırakmış, işine yetişmeye çalışırken hesapta olmayan bu
yağmur onu gafil avlamıştı.
Kocası Nihat o gece hasta hane de
nöbetçi kalmıştı. Kendisi çalışırken eve dönecek olan Nihat istirahatini
yaptıktan sonra çocukları okuldan alacak, onların karınlarını doyurduktan sonra
dersleri ile ilgilenecekti. Bunlar günlük olan şeylerdi.
Gülüfer Kırşehir in bir köyünde fakir bir ailenin tek
çocuğu idi. Doğumundan bir müddet sonra ‘kadın hastalığına’ yakalanan anası
Fadime kadının çok istemesine rağmen başka bir çocuğu olmamış, haliyle bağrına
taş basarak bütün sevgisini Gülüfer den esirgememişti. Babası bu durumu kolay,
kolay hazmetmese de elinden başka bir şey gelmemiş, zamanla bunu kabullenmek
zorunda kalmıştı. Başka çocukları olması için ikinci bir evliliği göze
alamamış, teşebbüs etse de fakirlik en büyük engel olarak karşısına çıkmıştı.
Arasırada “bir oğlum olsaydı da ocağımı tüttürseydi” diye hayıflandığı olsa da
hanımına olan sevgisi ağır basmıştı. Anne ve babası başka bir çocuk olma
ihtimali ortadan kalkınca bütün sevgilerini Gülüfere vermişler, onu el üstünde
tutmuşlar, bir dediğini iki etmemeye çalışarak büyütmüşler, bunun için hiçbir
fedakarlıktan kaçınmamışlardı.
Geçen yıllar içerisinde Gülüfer büyümüş, serpilip gelişmiş, genç kızlık
şemaline bürünmüştü. Köylük yerde “içi su dolu iki bohçayı taşıyan kızın
talipleri evin kapısının eşşiğini eskitir” diye bir tabir vardır, ana ve babası
bunu bildiklerinden “Gülüferi yuvadan uçurursak yalnızlıktan biz ne yaparız”kaygısına
düşmüşlerdi bile.
Gülüfer ;
iyi huylu, gönül almayı, hal hatır sormayı bilen, terbiyeli, konu komşunun
yardımına koşan, onlardan emeğini esirgemeyen bir kızdı. Bütün bu meziyetlere
sahipken tek eksiği köylülerinin tabiri ile“ güzellik dağıtılırken iyi huy alma
kuyruğunda sıra bekleyen Gülüfer buna yetişemeyince akranları kadar güzel
olamamıştı”…Güzel olmasa da çirkinde sayılmazdı, amma velakin bir kürek sapını alırken ‘kılı kırk yaran ’
insanlar, oğlan everecekleri zaman iyi huyu değil de güzelliği birinci planda
tutuyorlar, bu yüzden akranlarına on dünürcü geliyorsa Gülüfere de ya fakiri,
ya çirkini, yada oğluna kız veren aile bulamayanlar geliyorlar, anne ve
babası da “kızımız el kapısında sefil olmasın”
diye gelenlere pek ümit bağlamıyorlardı.
Her genç kızın gönlünde bir aslan
yatar. Gülüfer de eğer taliplisi çıkarsa şehir e gelin gitmek ve onun rahatlık
nimetlerinden faydalanmak istiyor “ah nerede o günler” diye arada sırada
hayıflandığı oluyordu.
Nihat n
babası Şinasi zamanında bir yolunu bulup İzmir de bir işe girmişti. Aradan
geçen yıllar içerisinde üç oğlu üçte kızı olmuştu. İzmir gibi bir yerde bu
kadar horantayı bir maaşla beslemek bayağı zor oluyordu. Çalıştığı iş yerinden
Kırşehir e tayinini çıkarttı. Nede olsa burası küçük yerdi, büyük şehre göre
masrafı azdı. Zamanla büyüyen erkek çocukları hem okur, hem de yaz tatillerinde
şurada burada çalışır yedikleri ekmeğin parasını çıkarırlardı…
Nihat askerliğini yaptıktan
sonra sağda-solda el işinde çalışsa da onun aklı fikri devlet dairesinde
çalışmaktı. Nitekim bir tanıdığının yardımı ile hasta hanede işe başlamış oldu.
Anası ölmüş babası bir başka hanımla evlenmişti. Ne de olsa analık ana yerini
tutmuyordu. Evde istediği şekil rahat edemiyor, bu yüzden eve başı sığmıyor,
arada sırada arkadaş evlerinde gecelediği oluyordu. Bu böyle kaç zaman
gidecekti ki.Hazır işini de bulmuştu, evlenip herkes gibi o da bir yuva
kurmalıydı. Analığı ile beraber iş çıkışlarında önerilen kızların evlerini
aşındırıyorlarsa da ya kız ailesi Nihat n şartlarını, yada Nihat onların
şartlarını beğenmiyordu.
El kapısı açmak, onların her
dediğini yapmak tek maaşla geçinen Nihat için çok zor meselelerdi. Düşündü,
taşındı en iyisi kendi köyünden bir kızla evlenmekti. Ne de olsa köy kızlarının
gözleri şehirdekiler kadar açık olmazdı… Atalar “Sebepsiz kuş uçmaz” ı boş yere
dememişler. Babası ve analığını yanına alarak tuttukları ticari bir taksi ile kız
evinin yolunu tuttular. Köyde birkaç kıza baktılar. En son evden çıktıklarında
Şinasi ve aile efradını uzaktan gören emmioğlu Rahmi koşarak gelip hoş beş
ettikten sonra onları evine misafir etti. Yemekten sonra çaylar içildi. Allah
yazmış olacak ki, Şinasi nin gözü hizmet eden kıza ilişti. Neden olmasındı.
Nihat tan iyisine mi vereceklerdi…
Nihat la Gülüfer evleneli aradan
dört yıl geçmiş ikide oğlan çocukları olmuştu. Kiralık olarak oturdukları ev
hasta haneye bir-bir buçuk kilometre mesafedeydi. Nihat ne kadar çalışıp
çabalasa, arada sırada yaralılara pansumana gitsede,aldığı para geçinmelerine
yetmiyor bu yüzden kara kara düşünüyordu. Kocasının bu haline üzülen hanımı “Nihat
m bende çalışırım, ele temizliğe giderim”dedi.
Az düşündükten sonra “Nihat hani arada sırada beni işe sokan adamdan
Allah razı olsun dersin ya, o adama bir ricada bulunsan da beni de hasta haneye
aldırsa” ….
Gülüfer
ıslansa da,işine beş on dakika gecikme ile ancak ulaşabildi. Sağın-solun
temizliği, yerlerin paspası, ranzalardaki yatak, yastık yüzleri değişmesi gibi
işlerle uğraşırken vaktin öğle olduğunun farkında, bile değildi. Öğle yemeğinden sonra “biraz
dışarı çıkayım da belki birkaç köylümü görürüm, oralardan havadis alırım”
düşüncesi ile kendisini dışarı attı.
Hasta hane günlerden pazartesi
olmasından dolayı çok kalabalıktı. Havanın sabahki öfkesi geçmiş her yer günlük
güneşlik olmuştu. Hasta hane çevresinde dolaşanların ve banklarda oturanların
her ne kadar havanın güzelliğinin etkisinde kalsalar da içlerindeki tedirginlik
daha ağır basıyordu. Kiminin bir yakını
ameliyata girecek- yada çıkacak, bir başkası verdiği kanın raporunu alacak , bir
diğeri doğacak çocuğu oğlan mı kız mı olacak , adı ne konacak bu ve bu gibi bir
sürü beyin zorlayan sorunları düşünüyorlardı.
Hasta hane personelinden Cafer de
yemekten sonra dışarı çıkmış birkaç tanıdığı ile hasta hane bahçesinin çimenlerine oturduktan sonra sırtını duvara dayamış orada bulunanlara
şamata yaparak bir an olsun onları hasta hane ortamından uzak tutmak için güldürmeye çalışıyordu.
Gülüfer
hastanede işe başlayalı iki, üç ay kadar olmuştu. Orada çalışanları yeni yeni tanımaya
çalışıyorsa da bunca elemanı huyuyla, suyuyla tanıması biraz zaman alacaktı.
Gülüfer oturanların önünden geçerken matrak Cafer in gözleri birden ona takıldı
Gülüfer Cafer i tanımasa da Cafer iş arkadaşı Nihat ın eşini tanıyordu. Az
sonra Gülüfer e yapacağı şakanın kendisine bir yan etkisi olmayacağını
biliyordu. Ummadığı bir durumla karşılaşacak olursa kocasının iş arkadaşı
olduğunu söyler işin içinden çıkardı.
Müzip Cafer
oturanların dikkatini Gülüfer den yana çekmek için ortaya “yazaar şu gelen
kadına da davul döölüp zurna çalındı ” diyerek benzine cıngı attı. Lafı daha
ağzında henüz bitmeden herkesin gözü Gülüfer e mıhlanmıştı.
Cafer zafer kazanmış bir kumandan
edası ile cebinden çıkardığı sigarayı yakarak tüttürmeye başladı.
Gülüfer
sağına, soluna şöyle bir baktı, taşın kendisine atıldığını anlamakta gecikmedi.
Şimdi elin içinde şu densiz adamın iliğini, düğmesini takacak olsa ne derlerdi.
Düşündü, taşındı aldığı terbiye buna müsait değildi. Çiviyle çivi sökmek
gereksizdi. Usulca yaklaşarak Cafer in
önünde dikildi. Usul ve edebince hafifçe eğilerek yarı utangaç bir vaziyette
“VAA GARDAŞIM ; BANA NE DAVUL DÖÖLDÜ, NE DE ZURNA ÇALINDI, GENDİM GAÇTIM! ”
dediğinde kıkır kıkır gülen Cafer in ağzından ve burnundan çıkan sigara
dumanları Gülüfer in gözlerine doluyordu.