Temmuzun asfalt eriten sıcaklığı gece yarılarını da buluyordu. Bir de
buna yârin uzaklığı ve soğukluğunu eklerseniz halimin pek de iyi olmadığını
göreceksiniz. Uyku tutmuyor bahane olarak sıcaklığı söylüyorum ama özde ise yârden
ayrı kalışım var.
Her dem taze yaram…
İyileşmek isteyen kim?
Oysa ben onu güneşim bilirdim.
Sıcaklığını nimet kabul ederdim.
Şimdi ne kadar da yakıcı geliyor bana ve ben ne kadar da yanıcı
olmuşum.
Bir çıraya dönmüştüm.
Kâğıt parçasına…
O ise zippo marka bir çakmaktı.
Sevmekten anladığı yakmaktı.
Ne güzel şeyler yazardım ona.
Ne güzel şeyler hayal ederdim onunla.
Bir gün şöyle demiştim ona: “O gülümsemen var ya geceme yıldız gibi.” Yüzü düşmüştü o an, mahcup olmuştu.
Toparlamaya çalışayım demiştim: “Bana gülümse… Sen bana gülümsersen ben o gülümseyişini
alır sedef kakmalı bir kutuda kutsal bir hazineymiş gibi korurum.” Kıpkırmızı
olmuştu. Sanırsınız ki güneşin batışı onun yüzüne aksediyordu. Beyaz bir gül
kırmızıya dönüyordu.
Şimdi düşünüyorum da güzeldi her şey.
Onun mahcubiyeti bile.
Asabiyeti…
-
Sen beni
kusursuz görüyorsun ama ben kusursuz değilim. demişti.
-
Güneşin
de gölgesi olur ama güneş yine güneştir. diye tıkayıvermiştim lafı ağzına.
Çünkü
ona kendisi
bile laf söyleyemezdi, hiç tahammülüm yoktu.
Herhalde sıcaktan uyuyamıyorum ve kalemle kâğıdı kendime refik
ediniyorum bu uykusuzlukta. Güneşe ateş eden Adanalılara hak veriyorum şimdi. Peki,
yâre ne demeli o zaman? Biliyorum ne diyeceğimi.
-
Kocaman
bir dünyasın sen ve ben o kocaman dünyada minnacık bir noktayım. Ben ona
böyle
söyleyince o da bana dönüp:
-
Dünya kim, minnak olan? demişti.
Onu şaşırtmayı çok seviyordum ve onun da benden hoşnut olduğunu,
iltifatlarıma dikkat kesildiğini, sözlerimi beğendiğini adım gibi biliyor ve
hissediyordum. Onunla gecenin karanlığına anlam yüklüyorduk. Yıldızlara, aşklara
ve ayrılıklara… Hayalimizde hep şunu yapmak isterdik: “Bir çay koyacağız demliğe. Bir türkü dinleyeceğiz ve kayan yıldızlara
bakıp dilek tutacağız.”
Durgundu ve onun durgunluğu beni üzüyordu. Onu bu halde koymazdım.
-
Dinliyor
musun beni? dedim. Güldü.
-
Susuyorsun
nasıl dinleyeyim ki? dedi.
-
Bütün
karanlıkların en karanlığını dinledim. ‘Senin yüreğinden daha beyaz olanı yok.’
dedi bana.
-
Benim mi?
dedi şaşkın şaşkın.
-
Senin sesinden
daha güzel bir melodi yok. Evet, kalpteki güzellik seste ayan olurmuş. Bu
yüzden kalp sesin bu kadar
güzel. Karanlık engin tecrübedir, sözüne itibar etmek lazım. Karanlık da senden
aydınlık da. Ay dersin ben gece olduğunu bilirim. Güneş dersin gündüz olduğunu… Ama sende her şeyin güzel olduğunu anlarım. Çünkü
kalbi kör olan anlayamaz karanlığın aydınlığını ve gündüzün karanlığını. Kendini
özgür kıl! Geceye ay ol. Hükmet karanlığa! Senin ay’ dınlığına ihtiyacı olan
vardır. Senin karanlığın başkasının aydınlığıdır belki de. Korkma sakın! Senin yüreğin
yıldız ormanıdır.
-
Bu
söylediklerini hafızama kazıyorum. Bir daha, bir daha dinlemek için. Sesinde
garip
bir huzur buluyorum.
-
Gecenin
karanlığına bir not düşüyorum: Sen varsan gece gündüzdür. Sen yoksan gündüz
gecedir.
-
Sana
sarılmak istiyorum ya, hem de sımsıkı. Kızmazsın değil mi? Bir insan bu kadar
mı iyi olur, bu kadar mı güzel düşünür?
-
Sen ben
dağında açan bir çiçeksin. Dağ çiçekten şikâyetçi olur mu? diye istifhamda
bulundum
ona.
-
Seviyorum
seni be adam! Öyle böyle değil. Hani sarılırsın ya kemiklerini kırarcasına,
öpersin ruhunu alırcasına, dikersin
gözlerini gözlerine canını okurcasına… Bunları
söyleyeceğine ölsem inanmazdım ama söyledi. Mutluluktan olsa gerek ben de:
-
Bir kuş
olsaydım ve konsaydım yüreğinin en kılcal dalına. dedim. Gülümsedi. Tuttum
gülümseyişini,
sedef kakmalı bir kutuya dünyanın en kıymetli hazinesiymiş gibi koydum. Ve
final sözümü söyledim:
-
Özenle
bakıyorum sana.
Kirpiğim dahi batmasın canına.
-
Sana mest
oluyorum. dedi bana. Mest oldum bu deyişine.
Özlüyorum şimdi onu. Yaşadıklarımıza bakıp ağlıyorum. Yazdıklarıma
bakıp şaşırıyorum
‘Onu ne kadar çok sevmişim.’ diye.