Nüktedan bir sevi,
Şiirden akanlarla derlediğimiz
hükümler.
Mahşer yeri oysa
Öykündüğümüz kayıp tecelli.
Zamanla örtüşen bir yalan adeta
Kasıklarında hayatın
Atan damarından boşalan kanla doyan
Şeytan ve kayıp nice rüya.
Şehla dinginliğindeyim ömrün:
Sabra sirayet eden bir özneyim
günbegün.
Şafağı atan hangi yalan mı?
Hangi zindan mı konuşlu olduğum
Vicdana taban tabana zıt
Kâfir bir cümleden esinlenip de
Kulak mememi çektiğim
Bir döngü,
Asılı kaldığım şunca özlem,
Şuna kelam içinde dirlik sancısı
Ve bandıkça hüsrana
Dellenen bir taşikardi,
Anlık sevdanın gözyaşı.
Damıtılan bir şiirin kayıp
iklimlerinde
Gezindiğim hece hece.
İçimin örsünde kayıp bir dingil
Baş aşağı mizacımın da sunumunda
Bayat üç beş dize.
Şahlanan hayatın
Şah damarımdan daha yakın
Şahların şahı nasıl ki hüsran,
Zamana zıt düştüm anbean.
Konuşlu olmakla
Kovuşturmak nasıl ki ikazı
yüklendiğimin;
Nasıl ki depreşen özlemin izindeyim
günbegün…
Lal satırlar başladı koşmaya
Ve koşut ikmali her dağınık günce
Basıp da kalıbımı
Baştan sona gezdiğim
Bir şehrin kayıp duvarlarında
Boşluk misali
İçimde öykündüğüm çocuğun
Kim bilir hangi acısıyım sence?
Şimdimi mahmuzladım:
Rotamda mutsuz ve yalnızım.
Dünümü öldürdüm daha demin
Derinlerde soluyan mazimin yüreğinde
Açmış bir gül olsam ne çare?
Ne çare, unutulduğuma isyanım?
Neyin derdinde, diyenlere bile
verdiğim selamım.
Yakalar ayrı düştü düşeli
Şehri İstanbul’un bile
Terk edildiği bir bayram gecesi.
Sonumla vakıfım an’ıma:
Yarınlarım bayatladı şimdiden
Öbek öbek hislerin tercümanı olsam ne
çare?
Ne çare, yazdıklarıma sarılsam?
Bir dostun gönlünde tutulsam afete,
Derinlerden gelen bunca hecenin izini
süren
Bir külfet değil hani
Yazmakla ölmeyi en çok becerdiğim…
Ölümüne sevmeyi şiar bildiğim
İçimdeki son rütbem,
Ölmeden ölmekle iştigalim epeydir
Yaşamak dediğin ne ki, demelerin
meali
Bunca iklimin gözünün seğirdiği
Zalimce bir irkinti:
Asılsız mutluluğun
Şaibeli dansına vakıfım
Dirilmeyi asla talep etmeden
Ölümüne yaşadığım benim tek gerçeğim.