Ölü iklim; ölü turna
Düşlerin ana karası lades’ten ibaret
bir sihir.
Yeltendiğim her hamlede şah-mat
İçimin iskelesi yıkıldı çoktan
Albenili bir hale içimde nakşeden ölü
mevsim
Dikmişken gözünü heybetli güneşe.
Ölüden bozma her zerresi imkânsızlığın
Devasa bir kentin de mabedi adeta
Geçit vermeyen o istikamette dirilen
bir sure
Anıp da adını dünün
Mekânı kayıp bilinmezin
Esefle yıkarken yüzümü
Yâd ettiğim renkli yüzü hayallerin.
Bir mürşit gibi sonrasını bilen
Kâhinin yedi emine haczettiği her
iksirin
Tınısında muhalif yorgunluk
Dirliğe ve dinginliğe haset bir
yüklemle
Seyredip de dünün kozasından
Alkış tuttuğu cenneti yaşarken
cihanın merkezinde.
Kimi fani yoksun ya da noksan
Ölümü dillendiren her lanette
Baş aşağı duran bir lale yine
İçimi döktüğün şah damarımdan da
yakın
Bir nebze huzura biat yakarışıma
Ses veren maneviyatın haşmeti
Göğün de kerameti
Ben nasıl ki yoksunum benliğimden
Kendimi emanet ettiğim her bir duam
Akıttığım kiri ve kini yüreğin
Ellerimle süt beyazı bir sünger
Dip dibe masumiyetle
Akışına bırakmaksa hayatı
Teyelli bitimsiz yürek sesi.
Hamt ettiğim her an’ım
Anılarıma düşkün sefil varlığım
Bir mürit, bir derviş
Bir menkıbe içimle örtüşen her yemin
Aşkın izanı
Devasa gök kubbenin kucak açtığı
Sonradan görme bir lütuf adeta
Eridikçe yaşlarım taşan bentleri
yıkan
Mızrabın dillendirdiği soluk güncem.