Kayseri’de, mahalli olarak yazıp çizerken hem mahalli hem de
‘internet bağlantısı yüzünden’ ulusal -belki de uluslarası olan- Kayseri
Gündem’de haftada bir yazıyordum. 31 Mayıs 2012 Perşembe tarihli yazı “adaleti
gelin ettik gurbete” başlığını taşıyordu.
Daha sonra yazmayı bıraktım. Gazete eski internet sitesinden
yenisine geçince yazılara ulaşılmaz oldu. Bereket versin ki bu korkuyla
bazılarını kopyalamıştım. O yazılardan bazılarını, o yıllarda yeni yazmaya
başladığım Edebiyatevi’ne taşıdım. Bu yazı da onlardan biri olsun istiyorum.
Aradan
geçen senede çok şey değişti. Hükumetle kanka olan Fetocular başta olmak üzere
çok şey değişti. O zaman şöyle demişim: “Bir ara umutlanır gibi olduk. Ancak bel
bağladığımız insanların “sisteme sızmak adına” sınav sorularını sızdırdıklarını
gördük. Oysa sınav, adaletin bir ölçüsüydü. Sütte olmasa da mayada bir bozukluk
vardı. Ne de olsa “misyoner mantığı” kullanıyorlardı” tesbitini yapmak ve de
yazmak sıradan değildi.
‘Gurbetçi’
temalı yazının ‘Demirel zamanında 30 yıl boyunca ırzına geçilen adalet’
kelimesinin bütün boyutlarıyla ele alındığı bir köşe yazısı. Ben kendimi çoğu
zaman ‘dinazor’ diye isimlendiriyorum. Yeni kuşaklara ‘takvim yaprağı’ saçma
gelse de, bize yakın kuşakların ‘damak zevki’ne uygun geleceğini düşünüp tekrar
piyasaya sürüyorum.
Takvimin
yaprağında, yeni doğan çocuğun adı, erkekse “âdil” kızsa “âdile” yazıyordu.
Benim bildiğim bir de “adalet” vardı. İyi de adalet kimin adıydı? Erkeğin mi,
kızın mı? Şair: “Adaleti gelin ettik gurbete / Kim bilir… belki de gurbetten
öte” derken kız olduğunu söylüyordu ama acaba öyle miydi? Sonra adalet de ne
demekti?
Ben
yapraklı takvime bakmayı severim. Aslında şu adalet konusu da oradan çıktı. Bu
yazıyı yazdığım günde yani Haziran’ın 24’ünde, -Yıl 1961- “Almanya´ya gidecek
ilk işçi kafilesi yola çıktı” yazıyordu. Gurbetçilerin sılaya döndüğü şu
günlerde, şairin dediği aklıma geldi. Acaba bizim gurbete gelin ettiğimiz
adalet ne haldeydi? Ben diyeyim 40 siz deyin 50 sene önce gelin gittiğine göre,
torun-tosuna kavuşmuş olmalıydı. Adil Bey sılaya izine geldiği halde Adalet
Hanım neden gelmemişti? Yoksa yine şairin dediği gibi. Belki de gurbetten öteye
mi gelin gitmişti?!... Sordum. Âdil Bey, ağzını doldura doldura: “Adalet orda;
Avrupa’da arkadaş! Gelmez, bırak başka şeyi, sırf hastaneleri için gelmez.”
cevabını verdi.
-
Siz niye geldiniz?”
-
Sorma, geldim. Çocukluğum burada geçtiği için, sılayı özledim.
Sılaya
dönmek? Gurbette olmak? Bu kavramlar nasıl bir şeydi? Sonra gençliğimin
şarkılarından birinde şair, “Ben gurbette değilim; gurbet benim içimde”
demekteydi. Gurbet nasıl bir şeydi? Sabah namazına cep telefonunun ısrarıyla
kalktığım halde, gözümden uyku aktığı halde, sonrasında uykum kaçtı. Şu adalet
kelimesi için sözlüğe bakacaktım. Bir de şimdi gurbet kelimesi çıktı. Ama adam,
“Ben gurbette değilim; gurbet benim içimde” dediğine göre, benim de içimde
olabilir miydi?
İçimdeki
gurbet? Oraya döndüm. Orada da bir kahraman vardı, Ömer diye biriydi. Adalet
Hanımla evliydi. Adalet denince Ömer, Ömer denince adalet akla gelirdi. O
aileyi özledim. Ama hep aynı gitmiyordu. Bir süre sonra muhtar geldi; Muhtar
es-Sakafî… Sonra 2. Ömer… Dünyada her şey değişmekteydi; değişmeyen tek şey,
değişmeydi. Ama 2. Ömer bir sünnet bıraktı. Siz, “Peygamberin sünnetinden başka
sünnet olmaz” diyebilirsiniz? Ben hadis usûlünü bilirim. Ümmetin de sünneti
olur ama Peygamber ümmetinin… 2. Ömer de minbere çıkıp hutbe okudu. Onun
hutbesi bizim bildiğimiz hutbe gibi değildi; yayınlanan bir genelgeydi. “Din,
öğüt vermek; iyiyi, doğruyu, güzeli söylemekti." Söyledi. Ama son söylenen
akılda kalacağı için sözü, sözlerin en güzeli ile bitirmek istedi. Arapça
olarak: “Elaaa! İnne ahsene’l Kelam/ Kelamullahi’l Meliki’l Azizi’l Allâm” dedi
yani: “Ey millet! Dikkat edin, sözlerin en güzeli, her şeyi bilen Yüce Allah’ın
sözüdür.” Ve bir formül ekledi: Aziz Allah’ın Kitabından bir cümle. (Nahl, 90)
Sonra o cümle hutbenin son cümlesi oluverdi. Her hatip onu tekrarladı, her Cuma
o söz tekrarlandı. Derken sünnet yani âdet, gelenek haline geldi.
Almanya’ya
ilk giden gurbetçilerimize, “Atalarınız kılıçlarını sallaya sallaya Viyana’ya
kadar gelebildiler. Siz kollarınızı sallaya sallaya Berlin’e girdiniz.”
denmişti. Bu söz çok doğru idi. Ama gidenlerin konumu farklı idi. Adamlar
“değneği atıp” gitmişti. Fiziklerine bakılmış; kasları test edilmişti. Kimya…
hiç. İş bulmak için gitmişlerdi gavur memleketine. Kazanacakları para vardı
kaybedecekleri hiçbir şey yoktu. Nitekim para kazandılar; kapısında iş
bekledikleri ağaların, beylerin mallarını “nakit” parayla alacak kadar para
kazandılar ve de satın aldılar. Gittiler, döndüler, gittiler geldiler. Bu
“med-cezir” 40 yıl devam etti. Orayı gördüler, burayı gördüler. Zaten önceden
kendilerine burada, “gözünün görmediğine inanma!” dersi verilmişti. Gözleriyle
gördüler ve inandılar. “Gavurun dinine lanet ama adaletleri iyiydi.”
Bazen
eşitlikle adalet karıştırılıyor. Osmanlının yıkıldığı son yüzyılında bile
adalet kelimesi adalet, müsavât kelimesi ise eşitliktir. Masal diliyle
anlatacak olursak, atın önüne et, aslanın önüne ot koymak zulümdür. Atın ve
aslanın önlerine aynı miktarda ot veya et koymak eşitliktir. Aslanın önüne et,
atın önüne ot koymak adalettir.
Bir
ara umutlanır gibi olduk. Ancak bel bağladığımız insanların “sisteme sızmak
adına” sınav sorularını sızdırdıklarını gördük. Oysa sınav, adaletin bir
ölçüsüydü. Sütte olmasa da mayada bir bozukluk vardı. Ne de olsa “misyoner
mantığı” kullanıyorlardı.
Adalet,
gurbete gelin gittiğine göre, “Müslüman-gavur” herkese lazım olan bir şey.
Adalet herkese lazım olduğuna göre, gavura da Müslümana da âdil davranılması
gerekiyor. İyi de bunu kim yapacak? Atalarımız, birbirlerine karşı âdil
davranıyordu. Dedelerimiz, gayr-ı müslimlere âdil davranıyordu. Öyle ki
Müslüman olmayan biri Müslümanın adaletini görüp, sarığı kalensöveye tercih
etti. Tarih, öyle diyor. O zaman “Dinine lanet ama adaletleri iyi” diyen
işçimize hak vereceksiniz.
Ne
dersiniz, gurbetteki adalet dönecek mi ya da gurbetten öteye… gidecek mi?