60’lı
yıllarda köy delikanlılarının cebinde mutlaka bir ayna-tarak bulunurdu.
Yuvarlak, teneke kaplı, kimisinin arkası resimli aynalar, arka cebe konurdu.
Delikanlılar sık sık çıkarır bakar; daha çok da saçlarını tararlardı. Küçük
olduğumuz için ilgimizi çekerdi.
İstanbul’da,
matbaada çalışan, ablamla yeni nişanlanan eniştemin tarağı vardı ama aynası
yoktu. Nasıl olurdu?!. Günün birinde dayanamayıp “Enişte, neden senin aynan
yok?” diye sordum. “İstanbul’da, her yerde ayna var. Olmazsa bir camekân/vitrinin
önünden geçerken durursun, sade saçını başını değil; bütün vücudunu görürsün.
Saçın bozuksa, tararsın.” dedi. Her yerde ayna olan İstanbul’u merak ederdim.
Her yerde
ayna olunca herkesin aynasının olmasına ne gerek vardı!
Yine
eskiden her babanın delme yeleğinin cebinde köstekli bir saat olurdu; cep
saati. Kapaklı saat ayrıca bir kılıf içine konurdu. Zaman zaman çıkarır ve
saatin kaç olduğuna bakarlardı. Saati olmak bir ayrıcalıktı. Hele bazılarının çok özel davranışları
vardı. Kol saatleri çıkınca cep saatleri tarih oldu; anılarda kaldı. Şimdi her
yerde ve her şeyde saat var. Ellisini sollayan ben bile artık saat taşımıyor ve
“İstanbul’da, her yerde ayna var” diyen enişteme hak veriyorum.
Şehir tarihi kitaplarının anlattığına göre, her vilayette, merkezi caminin girişinde bir muvakkithane ve içinde aletlerle birlikte bir muvakkit görev yapardı. Beş vakit namaz nedeniyle okunan ezan, günü beş yerinden bölen, vaktin hangi vakit olduğunu halka ilan eden bir işleve sahipti. Bu yüzden muvakkithaneler merkezi camilerin girişine yakın bir yerde olmak mecburiyetindeydi.
Bir zamanlar Kayseri sancaktı; mutasarrıfı yani valisi vardı. Muvakkithanesi de vardı. Bu konuyla ilgili bilgiyi Ahmed Nazîf Efendi’den alıyoruz: “Cami-i Kebir avlusundaki çeşmelerin bitişiğinde, genel muvakkithane vardı. “Gul huve mevakitu linnas[1] oldu şahid” mısraının delaletinden de anlaşılacağı üzere, 1818 tarihinde Kayseri mutasarrıfı Bekir Paşa tarafından bina ve inşa edilmişti.[2]
Kur’an ayetinde, Muhammed
(s.a.s)e hitaben “Sana hilallerin durumunu yani hilalin kalınlaşıp dolunay
oluşunu, incelip kayboluşunun hikmetini soruyorlar. Bunun, insanların vakti
hesaplayıp bilmeleri için olduğunu söyle” buyrulmaktadır.
Muvakkithane yapıldığında
şiirle tarih düşürme geleneğinin bir parçası olarak, şiir içinde bu mısra
yazılmıştır.
Daha sonra bu görevi, her şehrin meydanına dikilen mimari saat kuleleri almıştır. Saat, teknoloji olarak bu işi yaptığından; muvakkithane binaları küçülmüş, kulelerin altındaki odalar kalmıştır. Demek ki, saat kuleleri öncesinde bu işleri muvakkithane görüyordu.
Kayseri
Saat Kulesi Sultan 2. Abdulhamid devrinde (1906), mutasarrıf Haydar Bey ve
belediye başkan vekili Filintenin Şıh İbrahim Efendi (ö.1911) zamanında,
Tavlusunlu Salih Usta tarafından yapılmıştır.[3]
Abdulhamid Döneminde Kayseri il sınırları içinde yapılmış binalara baktığımız zaman “kitabeli” olduklarını görmekteyiz. Bu mimari yapının kitabesi olduğunu yazan birine –şimdilik- rastlamadık. 1950’li yıllarda çekilmiş fotoğraflarına baktığımızda muvakkithanenin doğu ve batı yönünde karadelik olarak gözüken boşluklar saatin kadran zemini gibi beyaz olarak gözlemlenmektedir. Bu yıllar bize uzak olmadığından, bu hususu açıklayacak kimseler yaşamaktadır. Bekliyoruz.
Saat
kulesi 2006’da 100 yaşına girmiştir. Bilindiği gibi restore edilmiştir. Bu tamir ve
bakım sırasında sacının parlaklığı gibi fiziki konular şikâyet konusu olmuştur.
Her yeni eskir. Böyle olunca bir süre sonra çatıyı kaplayan sac matlaşacak;
rengi eski haline gelecektir. Bize göre, kitabesinin olup olmadığı gündeme
getirilmeliydi.
Muvakkithanenin
kendine özgü aletleri vardı. Bunlar da tarihin özel şartları içinde yok
oldular. Taşların dayanamadığı şartlara aletler ne yapsın?! Kalsalardı müze
olacaklardı. Müzeye konsalardı tarih olacaklardı ama tarihin karanlığında yok
oldular.
Geçen bir asır boyunca saat kulesi, meydandan halka vakti bildirmiştir. Yaşlandığı için zaman zaman teklemektedir ancak artık her kolda değil her yerde saat bulunmaktadır. Fakat saat kuleleri sanat tarihi anlayışı içinde yapılmış binalardır. Kimi şehirler için simge haline gelmiş; şehirle özdeşleşen bir hal almışlardır. Kayseri saat kulesi de bu açıdan önemlidir. Saatin kaç olduğunun ötesinde tarihî ve mimarî güzelliği vardır. Bu yüzden, şu günlerde tekrar elden geçirilmektedir. Taşlar yaşadıkça da yaşayacak; kalp atışlarıyla yaşadığı bir asırlık tarihin şahitliğini yalnız başına yapacaktır.