MİRAÇ TARTIŞMASINDA DELİCESİNE SORULAR
Kur’an ve tefsirde, ne zaman İsra
suresi okunsa, “kurbanın hacca denk gelmesi” gibi, Miraç gündeme gelmektedir.
Daha sonra da isra
dokunulup geçilen bir hadise, Miraç ise tartışmaların odağında yer almaktadır. Klasik
eserlere baktığımızda da önce isra
hadisesi kısaca ele alınmakta arkasından Miraç tartışmaları başlamaktadır.
-
Oldu mu, olmadı mı?
-
Ruhla mı oldu, bedenle mi oldu?
-
Hem ruh hem bedenle mi oldu?
-
Nasıl oldu?
-
Neler oldu?
Bu sorular,
yoğun bir dini hava içerisinde, konuşulmaya devam etmektedir. BöylesiNE bir
karmaşa yaşanan Miraç hadisesi – İsra değil- itikat yani iman konusu değildir.
Her Miraç Kandili geldiğinde bir rüzgâr
esmekle Isra’ya dokunup geçen dindarlar, Miraç rivayetlerinin içine
gömülmektedir. Öyle ki “adı konmuş bir gün ya da gece” varlığını
hissettirmektedir Fakı vaizler, sofu şıhlar için hazır gündem oluşmakta, herkes
ezberini bir daha tekrarlamaktadır. Ancak anma- kutlama anlatma ve benzeri
eylemleri gerçekleşirken ümmetin ya da âlimlerin ayrıştıkları görülmektedir.
Oysa ailenin aynı din, aynı Peygamber üzerinde konuşmalar cereyan etmektedir. Söylemin
farklılığı, tarafların ayrıştıklarını göstermektedir.
Kur’an-ı Kerim esas alındığında Isra’nın
varlığı bir gerçektir amacı ise bunalan Allah elçisinin moralini düzeltmek ve
kimin peygamberi olduğunu ona göstermektir. Hemen Isra’ya eklemlenen miraca
gelince, burada metodoloji olarak ayrıca ele alınmalıdır. Yani balığı yerken önce
kılçığını ayıklamak gibi bir yöntemle, Miraç Isra’dan ayrı düşünülmelidir.
-
İlk kaynaklarda ne kadar
var veya sonraysa ne zaman başlıyor?
-
Hadis rivayet coğrafyasına
göre, nerelerde geçiyor ? Mesela Yemen bu işin içinde var mı?
Aslında bu konudaki münakaşa, herkesin hadisleri
savunma psikolojisinden kaynaklanıyor. Birileri peygambere iftira edilmemesi, diğerleri
malzemenin yok sayılmaması için mücadele ediyor.
“Olmasa, ne
olur, ne kaybederiz” sorusunun da sorulması
lazımdır. işin doğrusu, bu
rivayetler yerine isra
suresinin 23-40 ayetlerinin konulması, hem de
Kur'an garantisiyle, uygun olur.
İnsanoğlunun hikâyeye düşkünlüğü, ayrıntıya
olan ilgisi ve olağanüstünün cazibesi bu hikâyelerin tutulmasını sağlamaktadır.
Dinler tarihçilerinin dediği gibi, eğer bu Zerdüşt’ün
miracı ise, Hazreti Muhammed'e uyarlanması mantıklı gözükmektedir. Ancak bütün
dinlerde bütün peygamberlerin söylediklerinin “ortak paydası” olarak da
karşımıza çıkabilmektedir. Yani “Suhufu İbrahim ve Musa” gibi.
Göğsün yarılması hikâyesini, en
az 1000 yıl öncesinde, Zerdüşt’te görmekteyiz. Bu yüzden Hz. Muhammed'e
uyarlanmış olması, çok doğal gözükmektedir.
Ortada Roma’yla didişen İran gibi
köklü bir medeniyet, büyük bir devlet var. Hz. Ömer zamanında dengeler
değişiyor ve “baldırı çıplak Araplar” “tacı- tahtı olan İranlıları” Kadisiye’de
yeniyor. Bu durum, bir açıdan ırk savaşı
gibi gözükse de aslında Emevi öncesi hareketler din amaçlıdır. İran’ın milli dinini de alt eden
Müslümanlık, o coğrafyaya giriyor. Ancak bu coğrafyanın genlerinde bulunan
Zerdüşt dininin bir takım unsurlarının da İslam’a
-yorum ya da “hadis adına”- girmiş olması, normaldir. Bunu, inançların hemen
terk edilemeyeceği ya da benzerliklerin birbirlerinin yerine geçeceği şeklinde
anlamak mümkündür.
Hadislerin tedvin edildiği
dönemde Şia ve Sünni ayrışması büyük ölçüde tamamlanmış gözükmektedir. Bu iki
mezhepten hangisine daha çok Zerdüşt’ün sindiğini düşünmek gerekir. Bu anlamda Şia’yı
“Zerdüştlüğün yeni versiyonu” olarak ele almak yanlış olmaz. Ancak Sünni
tarafın da bundan az çok etkilendiğini hesaba katmak gerekir.
“Bir delinin kuyuya bir taş atıp
da 40 akıllının onu çıkaramayışı gibi”, İslam’a girdiği düşünülen bu tip
rivayetler, yüzyıllar boyunca, milyonlarca insanın, astronomik rakamlara ulaşan
mesaisini boşa çıkarmaktadır. Sonuçta “bitmeyen hikâye” söylenmeye devam
etmektedir. Onu, bir çırpı da yok saymak mümkün değildir. Çünkü geleneklerin kalkması
için, en azından oluştuğu süre kadar, zaman gerekir.
Öylesine palazlanmış ve kaşarlanmış
bir konuda, muhatapların “takım tutarak” kamplara ayrılmaları, karşı tarafı
dinlememek için bir ortam hazırlamaktadır. Oysa “niyetin, üzüm yemek olması”
gerekir, bağcıyı dövmek değil. “Benim babam Senin babanı döver”, “Benim
düşüncem seninkinden doğrudur” gibi çocukça düşüncelerden sıyırarak, doğruyu
bulma adına, iki taraf da gayret göstermelidir. Aksi halde “sağırların diyaloğu”
sürecektir.
Bu yüzden kısaca önerimiz isra suresini okuyarak ilk ayetler
de gece yolculuğu ve hikmetini kavramak, 20-40 ayetlerde müminin yücelmesi ve
yükselmesi için konulan emir ve yasakları önce okumak, sonra da özümsemiş
olmaktır. Yoksa bu güne kadar ne miraçlar yaşadık ve Allah'a ömür verirse, ne
miraçlar yaşayacağız.