Televizyonlarda, gazetelerde, internet sitelerinde gördük onları. Polise, askere taş atan çocuklar vardı sokaklarda. 13 – 17 yaşlarında çocuklar… Sonra gözaltına alındıklarını duyduk, gördük. Yargılanacaklardı. Terör suçuyla yargılanmaları gerekiyordu. Sonra birileri onların “çocuk” olduğunu söyledi, “masum”lukları gündeme getirildi, sanatçılar, sivil toplum örgütleri seferber oldu bu “masum çocuklar” için.

Yasa taslağı hazırlandı, meclisten geçti geçiyor derken durdurdular tasarıyı.

“İnsancıl”larımızın aksine, hiç sevmedim o taş atan çocukları. Hiç masum olmadılar benim gözümde. Evet, çocuktular, 13 – 15 yaşlarındaydılar ama suçluydular benim için. Çünkü taş attıkları kişiler askerdi, polisti. Daha doğrusu bu ülkenin bütünlüğünü temsil eden kurumlardı taşlanan, bu ülkenin bütünlüğüydü taşlanan.

Akılları ermiyordu dedi bazıları. Onları birileri yönlendiriyordu, dediler. Anneler babalar sahip çıkmadı dediler. Evet, hepsi doğruydu; ama bu neticeyi değiştirmiyor. Benim de on dört yaşında bir oğlum var ve şimdiye kadar hiçbir polise, askere taş atmadı. Atmaz da. Çünkü ben oğluma ülkemin bütünlüğünü korumakla görevli askere, polise düşman olanların karşısında olmayı öğrettim. “Askerin, polisin karşısında kim varsa sen onların karşısında olacaksın. Bayrağa, vatana, dinine, marşına karşı olanların karşısında olacaksın.” nasihatıyla yetiştirdim.

Sizin kaçınızın çocuğu polise, askere taş yağdırdı? Davul zurnayla askere uğurlanan fidanlar çocukluklarında askere, polise taş attı mı?

Taş atan çocuklar kadar onların anne-babası da suçludur benim nazarımda. “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra” anlayışıyla çocukları sokaklara salan ebeveynler de masum değildir.

Televizyonlarda gördük, bir ramazan bayramı günü büyüklerden harçlık alan çocukların paralarını oyuncak tüfeklere verişini, sonra teröristçilik oynayışlarını. Spikerin sorduğu “Bu silahlarla ne yapacaksınız?” sorusuna verdikleri cevap hiç de masum değildi. “Askerleri vuracağız!” diyordu “taş atan çocuklar” tüm “masum”luklarıyla.

Yedi sekiz yıl kadar önceydi. Balıkesir çarşı merkezinde 14 yaşında bir çocuk kapkaç yaparken halk tarafından yakalanmış, polise haber verilmiş, polis de çocuğa kelepçe takarak araca bindirmiş ve merkeze götürmüştü. O akşam Kanal 7 televizyonu on beş dakika bu haberi vermişti. Efendim, o daha çocukmuş, nasıl kelepçe takılırmış? Polis nasıl böyle bir şeyi yaparmış? Hemen adı geçen tv yönetimini aramış, haber müdürüyle görüşerek ona şu soruyu sormuştum: “Sen hırsızdan yana mısın, hırsızla aynı safta mısın? Onun mağdur ettiği insanların hakkını göz ardı ediyorsun da neden hırsıza kelepçe takılmasını sindiremiyorsun? Üstelik daha önemli onca haber varken böyle basit bir haber için neden kafamızı şişiriyorsun?” Tahmin edeceğiniz gibi telefonu suratıma kapatmıştı hazret.

Balıkesir Ayakkabıcılar Çarşısı’nda esnaflık yapan bir Yücel amca vardı. Yaşlandım artık, deyip kapattı dükkanını. Zaman zaman onun yanına gider sohbet ederdim. Eskileri dinlemek, geçmiş zamanı, tarihi öğrenmek hoşuma giderdi ondan. Yücel amca sohbetlerimizin birinde şöyle demişti: “Eskiden bir suç işlendi mi onun cezası vardı. Paşa Cami avlusunda darağacı kurulurdu idamlıklar için. Sabah namazından önce idamlıklar getirilir, idam edilir, namazdan sonra da cesetler kaldırılırdı. Sonraki yıllarda saat dokuza kadar bekletilmeye başlandı cesetler. Bir sabah arkadaşımla korka korka gittik darağaçlarının olduğu meydana. Üç kişi idam edilmişti. Beyaz kıyafetleri vardı üzerlerinde ve şişmişti cesetler. Birine yaklaştım, boynundaki yaftayı okudum. Falanca oğlu, falancadan doğma falanca… Evin bacasından içeri girip yaşlı kadını öldürüp altınlarını çaldığı için idamına karar verildi, yazıyordu. O idamlar, ibret oluyordu hırsızlık yapmak, adam öldürmek niyetinde olanlara ve suçlar artmıyordu.”

Bir sabah polis telsizleriyle uyandım. Ne var, ne oluyor derken kapım çalındı, açtım. Bir memur: “Karşı apartmana hırsız girmiş ve bir daireyi soymuş. Sizin balkonda da ayak izleri var, sizde bir şey var mı?” dedi. Şaşırmıştım, hemen içeri koştum, balkon kapısı kapalıydı, zorlanmamıştı; ama balkonumda ayak izleri vardı. Bir de tiner poşetleri.

O gece kardeşim Ragıp’la sabaha kadar Hulki Cevizoğlu’nun programını izlemiştik, ben saat dörde doğru uykuya yenik düşmüş ve yatmıştım, Ragıp altıya kadar oturmuş. Işık kapalı, tv açık olunca hırsızlar balkon kapısına kadar gelmiş, içeride birileri olduğunu fark edince bizim balkondan inip karşı daireyi soymuşlar.

Büyük tedirginlik yaşadım. Oğlum o zaman dört yaşlarındaydı. Bali, tiner çeken hırsızların eve girdiklerinde ona zarar verebilecekleri ihtimali beynimi alt üst etmişti. Böyle bir olaya karşı tedbir olması için evin değişik yerlerine kesici, delici aletler monte ettim, kolay ulaşılabilecek, hırsızla burun buruna geldiğimde kullanabileceğim silahlardı benim için.

Bir akşam bir avukat arkadaşım oturmaya gelmişti evime. Duvardaki tedbirlerimi görünce sordu hocam, hayırdır, bunlar ne diye. Olayı anlatınca söyledikleri beni şok etmişti: “Aman hocam, sen ne yapıyorsun, demişti. Sakın ha, evine hırsız girdiğinde ona hiçbir şey yapma. Verebileceğin ne varsa ver gitsin. Hırsızı bırak öldürmeyi, yaralasan kendini kurtaramazsın, hapislerde çürürsün.”

Yahu olur mu öyle şey, dedim. Adam evime girecek, benim hayatımı, canımı, malımı tehlikeye sokacak ama ben ona müdahale edemeyeceğim öyle mi? “Evet, edemeyeceksin, etme de. Sadece bir şekilde müdahale hakkın var. O da eğer hırsız yatak odana girmiş, elinde silah var ve yüzü sana dönükse ona müdahale edebilirsin ve suçsuz olursun. Başka türlü müdahale edersen sen suçlusun.”

Peki, mümkün mü benim bu durumda ona müdahale etmem, adam yatak odama girmiş, elinde silah var ve yüzü bana dönük ve ben o sırada uykudan uyanmışım, bu adama silah çekip onu etkisiz hale getirme şansın binde kaç? Bu kanun beni değil, hırsızı koruyor, sözüme “Maalesef!” cevabını vermişti dostum.

Ben, hırsızı, eşkiyayı, teröristi koruyan kanunlar istemiyorum. Taş atan, dükkanların camlarını kıran, arabaları ateşe veren, ay yıldızlı al bayrağıma baş kaldıran, ülkemin bütünlüğünü korumakla görevli insanlara silah çeken, taşlar yağdıran kim olursa olsun cezasını çekmelidir. Üstelik bu ceza en ağır şekilde olmalıdır. Gerekirse darağaçları kurulmalıdır. “İnsan hakları, insan hakları…” diye teröristin, hırsızın hakkını savunanlar onlarla aynı safta yer alıyorlar. Ya hırsızın, teröristin mağdur ettiği, öldürdüğü, şehit ettiği insanın hakkı ne olacak? Onu kim savunacak?

İnsan olmayanlar, insan hakkından nasiplenmeye layık değildir.

( Taş Atan Çocuklar başlıklı yazı M. Kuvancı tarafından 9.03.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu