BEKİR'İME NASIL KIYARIM !....
Öyküme rahmetli arkadaşım Mehmet
Topçu ya öldüğünü duyduğum da yazdığım şiirimin ilk dörtlüğü ile başlıyorum.
Arkadaş kardeşten üstün
olursa Kem gözlere şimşek olur çakarsa
Gönülden gönüle sevgi akarsa Güler yüzün, gülmediğim dünya da
Bekir kardeşlerinin en büyüğü olup
öğrendiği saat tamirciliği ile babası Musa dayı’ya yük olmadan evinin geçimini
temin eden efendi, dürüst, kimsenin
işinde-aşında, namusunda gözü olmayan birisiydi. Arda-sırada can sıkıntısından
dolayı içtiği birkaç şişe biradan veya bir-iki duble rakıdan, günde bir kaç adet tüttürdüğü
sigaradan başka kötü bir alışkanlığı yoktu.
Her hafta spor toto oynar, on üç
artı bir tutturmanın hayaliyle bazen arkadaşlarıyla ortak olarak formüllü olarak,
bazen de az kolon oynayarak saat kulesi karşısındaki Çanta kardeşlerin
işlettiği bayi ye yatırırken “Ya çıkarsa” diye milli piyango biletini de almayı
ihmal etmezdi. Yıllarca devam eden bu hayali günün birinde gerçekleşse de o
hafta başka tutturanların da olmasından dolayı yeterli parayı alamamış, yinede
evinin bir-bir buçuk yıllık geçimini temin edecek parayı kazanmıştı.
Yine eskisi gibi saat tamirciliğine
devam etse de bozulan gözlerinden dolayı kalın camlı gözlük kullanmasına rağmen
saatin içindeki küçücük parçacıkları görmede zorlanıyor, bu yüzden işleri
zamanında teslim edemiyor, müşterisiyle hırı-gürü eksik olmuyor, başka bir iş
yapmayı düşünüyordu.
Adanalı Salih adlı bir usta
Kırşehir de ”Meşhur Adana kebap” adı altında lokanta açmıştı. Kırşehir halkı
yeni yeni tanımaya başladığı bu nefis kebabı bayağı benimsemiş, zamanla Salih
ustanın başı müşteri kalabalığından adeta düğün evini andırır olmuştu. Salih
usta akşam vakti kebabını bitirdikten sonra iş yerinin perdelerini çeker, Orhan
Gencebay' ın “Bir görüşte aşık oldum” şarkısını o güzel sesiyle söylerken
efkarlanır birkaç duble rakı içer, bunun devamını getirmek için iş yerini
kapatarak doğruca meyhane ya da birahaneye giderdi.
Günlük kazançla geçinen ev, dükkan kira
olan birisinin hele paraya, pula pek önem vermeyip eli açık olursa kaç ay
ayakta duracağının hesabı bellidir. Hanımının kadınlar arası baktığı faldan
aldığı para çocuklarının okul harçlığına dahi yetmiyordu.
Günün birinde öğle vakti karnı acıkan
Bekir’in yolu Salih ustanın lokantasına düşer. Bu gidiş-gelişlerin devamında
dost ve arkadaş olan ikisinin yolu kebap dükkanı ortaklığı ile kesişir.
İş yerleri konfeksiyoncu Erol un
karşısındaydı. Zamanla bu üçlünün dükkan komşulukları arkadaşlığa dönüşmüş, “Aralarından
su sızmaz” olmuştu. Bekir kendisine cığıl-cığıl yanan bir otomobil almıştı.
Akşam iş yerini kapattıktan sonra Bekir ve Salih usta arabayla gezintiye
çıkıyorlar, otomobilin ön koltuğuna oturan Salih usta giyim kuşamıyla, kıvırcık
siyah saçlarıyla, kendisine yakışan o zenginlik vakarıyla sanki bir milyoneri
andırıyordu. Salih’in bu durumunu fark eden Erol durur mu adamın adını “milyonluğa”
çıkarmıştı bile.
Salih usta Adanalı hemşehrisi bir askerin “ağabey
benim vaktim olmuyor, sana zahmet şunu bir ustaya tamir ettir “ diye bıraktığı telsize benzeyen radyoyla
çevresine bayağı hava atmış, görenler kendisini “milli istihbarattan”, ya da
sivil polis zannederek çekinir olmuşlardı.
Akşam dükkanı kapatırlarken günün ticaretinden
masraflar çıktıktan sonra kalan payı bölüştükleri zaman Salih Usta hissesine düşen
parasını pavyonda yada birahanelerde ona buna içki ısmarlayarak bitiriyor,
hazıra dağ dayanır mı sabah dükkana beş kuruşsuz geliyor, bundan dolayı ailesi de
geçim sıkıntısı çekiyordu. Ortaklıkları iyi gitse de Salih’in müsrifliği buna
engeldi. Bir yıl sonra Salih göçünü başka bir vilayete taşıyarak Kırşehir’den
ayrıldığında mesleğin bütün inceliklerini öğrenen Bekir Salih'in ayrılmasından dolayı pek müşteri kaybına uğramamıştı........
Dükkanlarının karşılıklı olması
münasebetiyle Erol müşterisi gelmediği zamanlar da vaktini Bekir ustanın yanın
da geçiriyor, bazen kendisine yardımcı
oluyor, bu arada kendi dükkanını da gözetlemeyi ihmal etmiyordu. İlerleyen
yıllarda arkadaşlığı daha ileri götüren bu ikili bir yerde ‘Can ciğer’ olmuşlar, neredeyse yedikleri, içtikleri ayrı
gitmiyordu. Bekir Ustaya her gün iş yerinde Adana ve şiş kebap yemekten ‘gına’
gelmişti. Erol mide hastası olduğundan dolayı çarşıda zorda kalmadıkça pek yemek
yemez, öğleye yakın vakitte hanımının sefer tasıyla getirip bir köşeye
bıraktığı yemeği fırsatını bulan Bekir Erol'a çaktırmadan aşırır, yerine Adana ya da şiş kebap koymayı
ihmal etmese de bu yüzden Erol’la gırgırına dalaşmaları eksik olmazdı.
Bekir hesabını, kitabını bilen birisi
olsa da ağalığı elden bırakmaz, müsrif biri olmasa da eli açıklığından dolayı
çevresi dost ve arkadaş yanlısı kişilerden geçilmez bu yüzden de iş yeri
tıklım, tıklım müşteri ile dolardı. Arada Erol Bekir’e “ula Bekir, parayı sana kazandırtadacak, eli sıkı baban
Musa dayıya verip değerlendirtedeceksin " diye takılmadan geri kalmazdı.
Su gibi akıp geçen günlerden birinde
iki arkadaş akşam iş yerlerini kapattıktan sonra bir-iki kadeh atmak için gündüzden
sözleşmişlerdi. Bekir; “Hesaplar bugün benden, gel bu akşam seni pavyona götüreyim yeyip içelim, eğlenelim”
diye ısrar etse de Erol ; “bu akşam eve misafir gelecek, fazla gecikmemem lazım”
bahanesiyle onu caydırarak onun iş yerinde içmeye razı etti. Bakkaldan
yetmişlik rakı ile yanında bulunsun diye meze aldılar. Diğerleri zaten
lokantada vardı. İş yerinin perdelerini çekip gelenin, gidenin görmesini
engelleyerek sokak lambasının loş ışığın da yavaştan, yavaştan içmeye
başlamışlardı. Zaman su gibi akıp gidiyor, muhabbetin biri bitmeden diğeri
başlıyor, alkolün tesiriyle bir yandan yüzleri kızarırken dilleri de hafiften
peltekliyor, Haziran sıcağı da yavaş, yavaş vücutlarında ter yapıyordu. Gelecek
için bitmez tükenmez hayallerini birbirlerine anlatırlarken gecenin bir yarısı
olduğundan haberleri dahi olmuyordu.
Vakit çok geçmişti. Hanımlarının
evde ”bunlar nerede kaldı acaba, yoksa başlarına bir şey mi geldi” diye
düşünmeleri, merak etmeleri “başında kavak yelleri esen” iki gencin akıllarının ucundan dahi geçmiyordu. Muhabbet
öyle tatlanmıştı ki, lafın biri başlayıp diğeri biterken nereden aklına geldi
bilinmez Erol ; “ Bekir şu hanımlarımızı bir imtihan edelim, acaba hakkımızda
neler düşünüyorlar” diye lafı ortaya attı. Bekir; “bu iş nasıl olacak” diye sordu. Erol; “Sen
orasını bana bırak, şimdi sen şu telefonu eline al, benim evin numarasını çevir,
yenge Erol ‘la çok acil görüşmem gerek diye konuş bakalım ne olacak.”
Bekir denileni yaptı. Az sonra çalan
telefonu Erol ‘un hanımı açtı. “Alo iyi
akşamlar yenge, gecenin bu vaktinde rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama çok
önemli olmasa aramazdım, Erol’u telefona çağırır mısın.” Erol’un hanımı adeta bağırırcasına “Bekir
ağabey Erol un adı-sanı batsın, gecenin kaçı oldu adam daha henüz eve gelmedi, boyu- posu devrilsin, beni
düşünmüyorsa bari şu iki yavruyu düşünsün, onların suçu ne” derken bir yandan
da ağlıyordu.
Telefonun ahizesine kulağını iyice
dayayan Erol her şeyi eksiksiz olarak duymuş, arkadaşından utandığından dolayı
vücudu buram, buram ter bağlamıştı. Şimdi telefon etme sırası kendisindeydi.
İnşallah Bekir’in hanımı da aynı şeyleri söylerse hiç olmazsa biraz rahatlardı.
O ümitle numaraları çevirdi. Az sonra Bekir’in hanımı karşısındaydı
-Alo yenge iyi akşamlar, ben Erol;
vallahi yenge acil işim olmasa gecenin bu vaktinde seni rahatsız etmezdim, çok önemli,
Bekir’le görüşmem lazım “
-Erol ağabey: Bekir az önce işten
geldi, karnını bile doyurmadı, çok yorgun olduğu için hemen yatağına yatmıştı, şimdi
uyuyor.”
- Yenge ne olur, vallahi çok acil”
- Bana inanmıyor musun Erol ağabey,
adam akşama kadar ayakta dikiliyor, Adana, şiş, ayran hazırlayacağım, servis
dağıtacağım diye canı çıkıyor, şimdi onu yatağından kaldırmam”
Erol bir kendi hanımını bir de Bekir’in
hanımını düşündü. Hassas terazi de tarttı. Bekir’in karşısında maçı
kaybetmişti. Suçluydu. Evine gitmemiş, bu yüzden ailesine olan görevini ihmal
etmişti. Ama Bekir de evine gitmemiş, kendisi de onun kadar suçluydu. Asalette
Bekir’in hanımı ağır basmıştı. Bunu
hazmedemedi, “Yenge Bekir yanımda, şu an beraberiz” diyecek gibi oldu sonra bundan
vazgeçti. Bu bir anlık düşünceler telefon başında olduğunu unutturmuştu.
-Yenge ne olur yalvarıyorum, çok
mühim, hiç mi hatırım yok, onu bir dakikalığına da olsa yatağından kaldır”
-Erol ağabey, ben Bekir'imi
yatağından kaldıramam, uykusunu bölemem, BEN BEKİR’ İME NASIL KIYARIM ABİ !...”
ERDOĞAN ÇALIŞKAN KIRŞEHİR
11 06 2008 GERÇEK YAŞANMIŞLIKLAR
Öyküleri şahısları küçük
düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmıyorum.